7 Aralık 2008 Pazar

hava-su-otobüs-perde "den-dan"



şimdi yazacaklarım hiçbişey hakkındadır. okuyuculara (iki kişi ahaha) dikkatle duyrulur, ya sayfayı kapatın.. aman sıkıldım bu geyikten bitirmeye gücüm yok. 

neyse

çocukken çizdiğim resimlerdeki dağlara benziyen bi şekil oluşturuyor, oturduğum koltuğun karşısındaki perde...biraz önce üstüne kültablasını devirip balkondan aşağı döktüğüm küllerinin izleri üzerinde hala duran koltukta oturmuş dağ gibi tümseğin içinden geniş sarı ışıklı sokak lambalarıyla donanmış klasik bi sokak arasına bakıyorum. arabalar geçiyor. bu saatte (05:06) araba görmeye kendi evimden alışkın değilim. ki şimdide kendi evimde değilim ondan hiç bişey alışılmış değil. televizyondaki kanal sayısı, perdelerin sarılığı, bardaklar, ahşap yer, balkon, koku, evin içersindeki insanlar... hiç birine alışkın değilim aslında. değildim demek daha doğru olur gerçi. lakin iki kat aşağıdaki pavyondan gelen gözümde şişman, esmer, siyah saçları ve abartılı makyajıyla arabesk şarkılar söylerken canlanan kadının ve elektronik sazın sesini bugün duymadığımı farketmişim demekki  alışmışım 2 gündeo gürültüye, beklentim olmuş, bunu anlıyorum...

çabuk ayak uydurabilen bi bünye benimkisi... 
antibiyotik ve hastalık kokan yastığıma, sokak köşesindeki nazik market sahibine, yan yatırıldığından kaynaklı şekil değiştirdiğini düşündüğüm şokellayı ellerimde tırtıklarını duvara sürterken hissettiğim gibi hissettiğim ekmeğe sürüp yemeye, iki gündür evdeki hasta ev sahibinin ağzından çıkardığı ekmek, yeşillik, et, domates karışımı kusmuğundan tıkanmış lavaboya ve ondan gelen kokuya, ayağıma geldiğinde en ufak iğreti duymadığım sarı sümüklü mendillere, nescafeyi kupada değilde su bardağında içmeye, malboro'nun balgam yapan dumanına, bel ağrısına ve bilumum şeye ayak uydurdum 2 günde.

şimdiyse karanlıkta laptop'un beyaz ekrarnından çıkan ışıkla bunları yazıyorum. klavyenin üzerindeki harfleri (g-h-j dışında) göremiyorum. hata yapma payım yükseliyor ama bakmadan yazmanın verdiği zevki yaşıyorum azda olsa. parmaklarımın klavyenin ince tuşlarına her vuruşunda çıkardığı haz veren sesiyle yanıp sönen imlecin durup kelimeleri klavye sesiyle aynı düzende yazışını görmek ruhumu okşuyor. windows media pla.. sekmesine tıklayıp devics'ten distant radio'yu açıyorum beğenmediğim bi şarkıya geçtimi media player. sara lov'un sakinleştiren sesine kapılıyorum... şarkıyada ayak uydurdum. eskisi gibi sözlerini anlamak için kafamı kurcalamıyor dinlerken. ondan yazarken sadece yazıya odaklanabiliyorum. bunu yaptığıma kendimde inanamıyorum. tek bişeyi düşünmeyi uzun zamandır yapamıyordum. kafam ise şuan dağılmakta. sırf bu kelimeleri sarf ettim diye. şimdi gözümün önüne bir sürü yazmayı düşündüğüm kelimelerin önizlemesi geliyor. Bu kayda yönelik etiketler: ör. scooter'lar, tatil, sonbahar ' ı okuyunca (bloggerın kayıt oluşturdaki hedesi) ise normal olarak gözümün önüne scooter'lı sarı saçlı, üzerinde içine uzun kollu sweet giyip üstüne t-shirt giymiş izlenimi bırakan bi sweet olan amerikan çocuğu (filmlerden kalma olsa gerek), kumsalda kurumuş palmiye ağaçlarının yapraklarından yapılmış şemsiyelerin altında oturan mayolu insanlar ve son olarakta sararmış yapraklar geliyor. her ne kadar sonboharda sararmış yaprağa çok denk gelmesemde...

şimdi "kristin asbjornsen"in factotum filmi için yaptığı "in the kitchen" çalıyor. yazdıklarıma tam oturan bir şarkı. zaten bi soundtrack, ama genede yazarken veya okurken dinlediğinde insanda yarattığı duyguları dahada perçinliyen bi yapıya sahip. piyanonun ince sesinin arkasından gelen bi incelip bi artan çellonun sesi factotum'u hatırlatıyor.

çok ahım şahım bi film değil ama beni etkiledi factotum. filmi hatırladıkça havadaki duman, viskiyle yada ona benzer içkiyle dolu bardaklar, oyuncuların (isimlerini google'dan aramak zor geliyor) doğal yüzleri aklıma geliyor.

havadaki duman, sis, sigara dumanı... sanırım hayatımda en azından böyle sahneleri yaşadığımda azda olsa mutluluk yaşıyorum.


tıpkı geçen bindiğim belediye otobüsünde hissettiğim gibi:

orta kapının önünde oturan yarı kel adamın yanında ayakta duruyordum, karşımda karanlıktan ayna görevini üstlenen camdan kendime baktım bi süre. mimikler yaptım, yüzümde ablak gülme oluştu, kendime güldüm. sonra yanımda oturan adama baktım. saçına baktım. yaşlı ve kel kafasının üstünde uçuşan bi kaç tel saçını izledim. gözlerimi kapayıp onun saçlarını hissettiğini düşündüm. aynı şeyi hissetmeye çabaladım. cebinden parlak-gri ambalajlı bi ıslak mendili çıkarıp kafasını yırttı, içinden mendili çıkarıp kopardığı ambalaj parçasını içine attı. yere değil. sonra yüzünü sildi, belki beş dakika. burnuma limon kolonyasının kokusu girdi, ellerini izledim. alnından yanaklarına oradan çenesine sonrada burnuna mendili götüren ellerini. 
çizgi çizgi elleri. alnındada çizgiler var, katman katman. arkasında oturan yaşlı amcanın sinirli ifadesindense onda sakin ve mülayim bi hayat yaşayıp kabuğuna çekilmiş havası veriyor bu çizgileri. bunları düşünüyorum elindeki mendili yüzünde uzun süre dolaştırırken. sonunda ellerine geçiyor. o sıra baktığımı farkeder gibi olup bana bakıyor. bakışlarım ayna görevi gören cama dönüyor ama bu sefer kendime değil yaşlı ve kel adamın aynadaki yansımasına bakıyorum. herşey gayet net görünüyor ışıklı apartmanların ve dükkanların yanından geçmediğimiz sürece ki boş bi arazanin ortasında ilerlemeye başlamış otobüs o sırada... kokusu bu sefer adamın  yüzünden yayılan limon kokusu etraftaki insanların ter kokusunun arasında kayboluyor ama hissedilebiliyor biraz zorlayınca. zaten mendilin kokusuda "perfume" filmindeki gibi yaşlı adamın  yüzüne ve ellerine geçiyor, özünü kaybediyor. artık siyah el kirlerinden oluşan lifli bi mendilden başka bişey değil. yaşlı adam bi kaç kere ambalajının içinde dolaştırıp kokusuna tekrar sahip olmasını sağlıyor ama her burnuna götürüp çektiğinde içine kokusunu kokusu azalıyor. tükeniyor sonunda ambalajdaki ıslaklıkta tükeniyor. lakin koku ıslaklıkta. yağlı gibi görüntüsü var ambalajın, bunda gri ve parlak olmasının etkisi büyük tabi.

otobüs bi ara duruyor. yaşlı amca ayağa kalkar gibi yapıp yanındaki pencereden mendili atıyor. ineceğim duraktan bi sonrasına gelmiş olduğumu farkediyorum mendilin pencereden dışarıya uçuşunu izlerken. hemen uzaktaki tutunulmaktan ısınmış demire elimi atıp kırmızı düğmeye doğru uzanıyorum. iniyorum. yaşlı adama son kez bakıyorum ve otobüs virajı dönüp kayboluyor...

2 yorumbik:

AdaVapuru dedi ki...

geçmiş olsun...

Can dedi ki...

neden? hasta olan ben deil evdeki arkadaş ondan diyosan?