3 Ocak 2009 Cumartesi

ıslak çoraplar hakkında...

bugün güzel yağdı yağmur.


yağmur güzel yağar mı? yağıyormuş. aslında hep böyle yağıyordu yağmur da ben yeni farkettim güzel bir şey olabileceğini. çok mu geç kaldım? yani "19 yıl sonra anladım ki yağmur güzel bir şeymiş" diye söylediğinde öyle hissettiriyor ama... neyse önemi yok.

konum belli.

yağmur.
daha okul sıramın üzerinde her 2 hafada bir eve götürülüp yıkanması gereken örtülerin olduğu dönemlerdi. köşelerinde don lastiğini anımsatan lastikler vardı; kaymasın, yere düşüp kirlenmesin diye, sıraya sabitlemek için yapılmış. işte böyle zamanlardayken ben "yağmur"un nasıl oluştuğunu anlatıyordu bıyıklı öğretmenim. ecevit taklidinden daha az bildiği dersleri dinlemek her ne kadar sıkıcı olsa da önündeki kitabı okuyarakta anlıyabiliyordun konuyu. bende öyle yapmıştım. ilk sayfalarında istiklal marşı-atatürk resmi, arka sayfasında ise türkiye haritasının bulunduğu kitaplardan biriydi baktığım fen bilgisi dersi kitabı. diğerlerinden pek bir farkı yoktu yani. bilmem kaçıncı sayfasında vardı "yağmur".
dediklerine göre tencerede kaynayan suyu örnek alabilirmişiz. deniz suyu güneş sayesinde kaynıyor, ardından "tencerenin soğuk kapağı" etkisini gösteren atmosfere çarpıp, tekrar suya dönüşüp aşağı düşüyormuş. buda "yağmur"muş. merakımdan eve gidip tencerede suyu kaynatmıştım bende. kendimce bi yağmur yaratmıştım. beyaz veya krem tonlarında tam da hatırlıyamadığım tonlardaki mutfağın ocağında güneşi, tencereden denizi, kapaktan da atmosferi yaratıp kendi dünyamı yaratmıştım.10'lu yaşlarında bir tanrıydım o zamanlar ve kendi insanlarımı monami boyalardan, kopya kağıtlı resim defterlerinin (benimkinin üzerinde kırmızı bi ferrari vardı-kardeşiminkinde daha hoş bir şey) üzerinde yaratmıştım çoktan...

okuyup, deneyip, görmüştüm ve bunun zihnimde yaratacağı sonuçlar hiçte beklenmedik olmadı; her yağmura bakışında dünya bir tencereye dönüşüyor, bulutlar buhar, görünmeyen güneş ocak, havada tencere kapağı oluyordu. sonra sıkıcı ve çocuksu geldiğinde bu hayaller, yağmur artık sudan başka birşey değildi benim için. sadece ıslatan, duş etkisi yaratabilen, bir rüzgar estiğinde üşümene, spor ayakkabılarının içine girdiğinde şaplak şaplak yürümene, evde soyunmana ve benzeri şeylere yol açan, soyunurken tüylerini diken diken eden sular topluluğuydu yalnızca. bugüne kadarda öyle kaldı "yağmur".

birilerini suçlamaya gerek var mı? sanırım yok. insan bu. o, şimdi kültür dedikleri şeyi -aslında buna, yalnızca hayatta kalmak için "denemenden öğrensin" dürtüsünün sonucuyla başlattığı "öğretmek" eylemi de denebilir- nesillerce aktarmayı, düşünmeye başladığından beri yaptı. hala da yapıyor. önceleri yerden aldığı otu ağzına götürürken bebeğine gösterip " aha aha, uh mama mama" vesaire (artık nasıl konuşuyorlarsa) o otun yenilebileceğini gösterdiğinde çocuk o şeye "yenilebilir şey" gözüyle bakmaktan başka birşey bilmez oluyor, tıpkı şimdiki çocuklara " e heh, cıss cıss" diye uyararak gösterdikleri kesici şeylere çocukların "zarar verici madde" gözüyle bakmalarını sağlamaları gibi...

modernleşme vesaire diye adlandırılan şeyleri yaşıyan homosapiens'te tek değişen şey(yani ilkellikten onu tek ayıran şey) öğrettiği şeylerin artık doğadaki normal cisimlerden çıkıp, kendi yarattığı cisimleri ve başka insanları da kapsaması... sakallı adam kötü - temiz amca iyi, sokak çocukları kötü - misafirlikteki çocuk iyi.... uyuşturucu pis - çikolata iyi, hamburger kötü - karnıbahar iyi vesaire vesaire... insanın kendi eliyle yaratıp kendine sunduğu şeyleri iyi-kötü, sağlıklı-sağlıksız diye sınıflandırması da bir ironi tabi.

neyse... böyle böyle gidince noluyor? kelimenin tek anlamıyla "hiç bir şey". çocuk "sahibi" olan anne babalar önce 7 yaşına kadar kendi "ortak doğrularını" çocuklarına öğretirken, ardından bir okula yollayıp yaşadıkları devletin ortak doğrularını kendince yorumlayıp verme yetisine sahip öğretmen denen insanlara sevkeden anne-baba, sahip olduğu çocuğun "30-40" çocukla aynı şeyi öğrenmesini sağlıyor. bak bu "a" bak bu "b". bunlar da he-ce. ayşe okula git! okula gitmek "iyi" gitmemek "kötü"... ali topu tut! oyun, birlik beraberlik, anlaşmak, kaynaşmak "iyi", oyun bozanlık "kötü".... allah "baba" iyi, şeytan kötü. şu sevap bu günah, bu iyi bu kötü, o doğru bu yanlış vesaire vesaire vesaire...

"yağmur" nötr birşey bunlar içinde sanırım. ama onda da sorunlar var işte kurcalayınca. "tencere - kapak - yağmur üçlemesi " ufak bir kurcalamada açığa çıktı, elime aldım, gözledim ve dedim ki:

dünyayı bir tencere, güneşi de ocağın altında yanan ateş gibi gören düz insan Can "bir şeyler öğrendi"... yağmur bile onlara aitti artık. gerçi kendine ait bir şey olma ihtimali ailesine "agu" dediği anda sıfırlanan insan evladı Can'ın benliği, ben olmaktan çıkıp, onlar olmaya çoktan başlamıştı bile... lakin Can'a 19 yıl sonra bir şeyler oldu. erken veya geç önemi yoktu. öğrendiği herşeyi sıfırlamıştı artık. özgürlüğü iliklerine kadar hissetti "yağmur"un tencerede kaynayan bir su olmadığını anladığında. bir şeyler öğreniyordu. değişip değişmiyeceğinden emin olamadığı şeylerdi bu öğrendiği şeyler ama kendisine aitti. öğrendiği şey kendisine aitti sadece, yağmur değil. "yağmur"un üzerinde bir himaye kurup, onu istediği gibi değiştiremiyeceğini biliyordu artık. "yağmur"un yüceliğini anladıkça ona olan saygısı arttı...

havanın ve kulağımda tekrar tekrar çalan şarkının karanlık tonları zihnime hakim olduğundan yürümem bir körünkü kadar temkinli olmasa da sakinleşmeye ve yavaşlamaya başladı. havadan su taneleri bir gün önce tekrar üçe vurduğum saçlarımın arasındaki deriden kayıp anlıma geldiğinde refleksel bir şekilde araba farlarının önüne doğru baktım. yağmur çiseliyordu. kulaklıkların bozulma ihtimaline karşı içi önceleri sık sık gördüğüm, şimdiyse hiç göremediğim evlerdeki koyun postlarını andıran kapşonumu kafama geçirdim. otobüse bindim. arabanın ilerlediği yönün tersine doğru bir eğimle camlara çarpan su damlaları inceden kalına doğru bir şekil alıp sperm hücrelerini, ardından solucanları anımsattı. yağmur hızlanmış olmalıydı ki camdaki solucanlar git gide kaybolmaya başladılar. cam artık suydu ve ben arkasında kuru bir şekilde duruyordum. otobüsten inmeden önce camdan dışarı baktığımda herşey bulanık olduğundan yağmur yağıyormu yağmıyor mu bilemediğimden gene refleksel bir şekilde kapşonumu başıma geçirdi. indiğimde karşılaştığım manzara karşısında dilim tutuldu. konuşmak anlamsızdı işte. valerie'nin dediği gibi tanrı yağmurda değildi bu sefer. tanrının kendisi yağmurdu. denizin karşı tarafını görünmez kılarken, denizi bir beton haline getirmiş, betondan yerleri ise denize çevirmişti çoktan. hayranlık duygusundan ve onu bir kaç saniye de olsa görebilmek umudundan sokak lambasının altından geçerken kafamı itaat edercesine yukarı kaldırdım. gözüme milyonlarca su damlasından bir tanesi girmeden önce ışıkla parlayan binlerce suyun üzerime doğru gelişine tanık oldum. ilk değildi belki bu gördüklerim. "ahaha yağmur ne güzel" diye hiçte samimi olmayan, yanımdakine "bak hayatı ne kadar seviyorum" yalanını yedirmeye çabaladığım dönemlerde (şimdi yaptığımında o olduğu hissine kapılır gibiyim) gördüğüm yağmur damlaları da buna benzerdi...

tek bir farkla:

bugün gördüğüm yağmur tencerenin kapağından akmıyordu....


1 yorumbik:

wecarealot dedi ki...

Neandertal Adam Neandertal Adam, yeni yazılar bekliyoruz!

Galerine bakabilmek için sign in yapmak gerekiyor ama, ne kötü. Neyse ki Last.fm'ini görebildim.

"... ile müziksel uyumunuz ÇOK YÜKSEK
Ortak müzikleriniz arasında Songs: Ohia, Oi Va Voi, Beirut, Norah Jones ve Broken Social Scene var."

:)

Kanım kaynadı birden, Songs:Ohia gördüm, daha ne olsun... Taste-o-meter candır.

İtiraf edeyim, yazıları yarın oturup okuyacağım, uzun zamandır blog takip edemiyordum hiç...

Bu yorumu yayınlamasak da mı saklasak?