14 Ekim 2009 Çarşamba

boş duvardaki uyuz güve kelebeği

dün akşam dışarda yağan yağmurda ıslanan ayakkabılarım sabaha kadar kurumuşken, boğazımdaki, 2 haftadır anlamsız bir şekilde gidip gelen ağrı, ağzımın içine ölü bir adam bırakarak gitmişti... gittim o kokuyu götürsün diye bonibon (şekerli draje) aldım... sonrasında nereye attığımı hatırlamadığım kapağının arkasındaki m harfine bakarken, okula gidiş yolumu uzatan bir otobüse bindim. duraktaki genç nüfusun bu otobüsü tercih etmemesinden anlamam gerekiyordu ama sabahleyin ben uyandıktan 1 saat sonra uyanan beyin hücrelerim yüzünden derse geç kalacak gibi oldum.


mubarek lise gibi üniversite. 4 gün olması, üniformasız gitmek (ki buda beraberinde hergün başka bir şey giyme isteği gibi anlamsız ve yorucu olan psikolojiyi beynimin en üst köşesine sokuyor) ve tuvalet kapılarının arkasında askılık olması dışında pek bir farkı yok. gerçi insan ilişkilerindeki değişikliği unuttum. daha okula başlayalı 3 hafta bile olmamışken birbirleriyle tanışıp, sevgili olup, küsüp, barışıp, tekrar küsebilen insanları gördüğümde, dokununca top olup içlerine kapanan top böcekleri gibi yalnız kalmaya itiyorum kendimi...



şimdiyse aklımdan türk dili ve edebiyatı hocasının tahtaya yazdığı eskimoca cümle, arnavutçanın diğer balkan dillerinden farklı olma durumu, daha 50 yaşına ayak bile basmamış olan inkilap tarihi hocasının kendine mezarlıktan yer ayırtıp, arada mezarının başında duruşunu pek heyecanlı anlatılması gereken birşeymiş gibi anlatışı, ersin bey aradığında telefonu açıp ben seni ararım "sonra" gibi bir vurgulamayla konuşan çevre mühendisliğine giriş hocasının yüz ifadesi geçti.. bunlara tanık oluyorken  aklımdan bu insanların geçmişleri geçiyordu. mesela türk dili ve edebiyatı hocasının saçlarına baktığımda, çocukluğunda okula gitmeden önce, annesinin saçlarını su dolu bir pembe tasın içindeki fırçayla, acıtacak şekilde taradığını yada inkilap hocasının zayıf olduğu zamanlarda altına giydiği kahverengi ispanyol paça pantolonun belinde yarattığı sıkışma hissini yada çevre müh. giriş hocasının bu pazar, sabahleyin, tekstil mühendisi kocasıyla mutfakta kahvaltı ederken bir yandanda trt fm'i dinleyişlerini düşündüm..

hocalar tatlı ve gereksiz yaratıklar... kendi alanlarnında çok şey bilen bu insanlar bir yerde insana "bi konu üzerinde" yoğunlaşma isteği veriyor diyecekken tam, ara vermeden, 2 saat boyunca bu üzerlerine yoğunlaştıkları konuları aynı tonlama ve hareketlerle anlatışlarından akan görev ve ezber görüntüsünden "yoğunlaşma nerde, dağa kaçtı, dağ nerde, allah baba aldı, allah baba nerde, cehennemin üstünde" diye düşünmeden edemiyorsun...

"hal böyle olunca" diye devam edesim gelince, yazıya son vermem gerektiğini anlamış oluyorum. lakin bu kelimenin bana hissettirdiği şey solcu olmayan insanların solcularla dalga geçmek için ellerini yumruk yapıp "son tahlilde" gibi hiç bir solcu amcadan duymadığım kelimeye duyduğum tiksintiyle eş değer..

o yüzden şimdi bir kıza masal anlatacağım, o da amerikan filmlerindeki küçük, masum ama gündüzleri fırlama olan ve yatağında babası tam odadan çıkacakken "baba bana masal anlatmayacak mısın bu gece?" diye sorduktan sonra babası ona masal anlatırken uykuya dalan sarışın kız edasıyla dinleyecek beni.. ben de dünyanın en masum şeyinin üzerini örtücem onun için göbeğimdeki pamuklardan yaptığım sıcak battaniye ile.. sonrası hepili evır aftır..

0 yorumbik: