29 Ekim 2009 Perşembe

viva la muerte!

ben hangi ara trip-hop dinlemeye başladığımı, bir çocuğun parmağındaki çikolata tadının nerden geldiğini merak etmesi gibi merak ederken, mr. muscle'la el sıkışmış olduğumdan, parmaklarım ağrıyor, parmaklarımın üzerlerine sarılı olan derim ise gerilip, suyunu havaya veriyor..

torrent'in bana, "üç buçuk saat sonra, istediğin diskografi inmiş olur" deyişi, içimde dayaktan hastanelik edilmiş bir mutluluk yaşatıyor. yanımda tasmayla dolaştırmasam hemen kaçacak olan vicdanım "yazık değil mi mutluluğu neden dövüyorsun?" diye sorduğunda, "dayağı hakediyor, 5-10 albümü yaparken, alın terlerinin ıslattığı ıslak stüdyo zeminlerine bak" diyesim geliyor.. ama terden ıslanmış bir zemin yok. görmedim. görseydim eğer şu anda burada, bilgisayar başında, kendine özgü hiç birşeyi olmayan, sookie stackhouse kadar salak bilgisayar masasının önündeki plastik sandalyede oturmuyor olurdum. fındık beynim, yazı yazarken, kendini bulunduğu ortamdan koparıp, dinlediği müzik grubunun, dinlediği şarkısını kaydettiği stüdyodaki camın arkasında, onları izlediğini sanıyor. halbuki, wap cam den fotoğrafımı çeksem, internet kafedeki wap cam'den çektiği kareyi profil fotoğrafı yapan ergenlerden farklı görünmem şu odada.

odama duyduğum nefretim, gördüğüm zaman içimden bütün küfürleri sayıp, ağzının ortasına kafa atıp, dudaklarının patlamasını dilediğim, sokakta, çocuğunu, suratında bir bıkkınlık ve nefret ifadesiyle döven annelere duyduğum nefrete eş değer... insanın içindeki nefrete de şaşmak gerek bu arada. o zaman, insanın içindeki nefret konulu paragrafıma birşeyler yazalım.

-insanın içindeki nefret konulu paragraf-

hümanistim ben diyen insanlara inancım ortaokulda sıra dayağında beni ayırıp sınıfın diğerinin parmak uçlarını ağlatan, tırnaklarını kıran hocamı gördükten sonra bitmişti sanırım. insanın öyle zamanlarda ayrı tutulmaktan vicdan duyması aslında sonrasında olacaklardan duyduğu korkudan (sonrasında olacaklar: hoca seni ayırdı diye, sınıf arkadaşların da yediği dayağın nefretiyle bakışlar atar mesela). hocaya karşı nefretim de bu yüzdendi. ecevit görüntülü, kızları taciz eden hocanın aptallığı, içinde duyduğu çocuk nefretinden kaynaklanıyordu, bana olacakları göremedi.. öyle bir sinir, insanın geleceğine bir sis indirip, ayağına takılacağı taşı görmesini engelliyor. tıpkı benim o anneyi döverken, çocuğunun beni izlediğini unutacağım gibi. "kafamın içinde" anneyi döverken bile çocuğu devre dışı bıraktığım o olayda, çocuğun, annesinin ağzından akan kanları görmesi, annesinin onu dövmesinden daha çok üzeceğini, 7-8 yaşındaki beyni daha babasının, annesinin ve televizyondakilerin dedikleriyle dolu olan çocuğun üzerinde daha travmatik bir etki yaratacağını göremiyor insan.

ama insanın aklına, sağ tarafındaki melek, bir tane yapışkanlı kağıda yazılmış notu bıraktığında işler değişiyor... "nefret de sevgi gibi görmeni engeller" yazan bu notu okuyan beyin, sevgi duygusu esnasında, insanın kızması gereken şeyleri görmezden geldiğini düşünüyor...

sonuçta ortaya bir sorunsal denilemiyecek kadar doğal bir durum çıkıyor.. seviyor, sevmiyor, nefret ediyor etmiyor, görüyor, göremiyor... fark etmiyor... her şeyi gören bir insan olsaydım eğer, for example; medium memiş, yapacağım eylemlerin sonsuz sayıda torunu olacak sonuçlarının ağırlığından bir şeye karar veremezdim... ki kararsızlıkta bir sonuç doğuruyor, oda başka bir sonuç... yani small-medium-large memiş gibi olan insanın, yiğit özgür karikatürlerindeki delilerden biri olmamasını beklemek, mehmet ali birant'ın doğru düzgün bir haber sunacağını beklemek kadar komik...

pişmanlık duygumun ağzına bilardo topu tıkıp, tecavüz edip, ardından öldürdüm, öldürdükten sonra da küçük neşter darbeleriyle kestim.. etrafımda çocuk mocuk yoktu. pişmanlık duygumunda kadavradan farkı yoktu. ama tutuklamaya gelirlerse suçu trip-hop ın üstüne atacağım.. yazının başında planladığım şey buydu işte.. nihahaha...

en fazla 6 ay yatarım, sonra da deniz seki edasıyla çıkıp "yaşasın özgürlük" derim yapmacık bir ağlamakla sanki umurumdaymış gibi... ardından trip-hop yargılanır, idam cezası alıp idam sandalyesine oturtulur (o benim beyaz plastik sandalyem olabilir) trip-hop'a iğne yaparlar, equilibrium filminde insalara hissetmesin diye yapılan iğne gibi.. bende böyle depresif şeyler yazmam bir daha...

toprağın dibindeki dip not: deniz seki'nin yaşasın özgürlük dediğini magazin programları izlerken gördüm evet. o gün magazin programı izledim. gocunmuyorum. azıcık utanıyorum ama masaüstümde fotoğrafı duruyor o anın.. baka baka şevk alıyorum.

başka bir edit: koyduğum fotoğraf bana trip-hopsal geldi. yoksa alakasız fotoğraf koymuyacaktım ben.
editimin editi: üstteki editten başkasına neyse?

0 yorumbik: