9 Kasım 2009 Pazartesi

vize'ye gitti gelecek

üniversiteli olmak, beni otobüsteki yaşlı popülasyonun artmasını izlemenin germesi gibi geriyorken, bir de "vize" lafını kullanmak karnıma patolojik ağrılar sokuyor.. patolojik kelimesini kullanmanın verdiği entellektüellik görüntüsü altında atlas gibi ezilirken, yanımdan 104 numaralı otobüsle geçen herkül kılıklı, bir karış kol kalınlığına sahip fitnısçı damarlı abiye ıslık çalıp, al entellik de patolojik kelimesi de senin olsun diyorum ancak o bana kabarık alt dudaklarını büküp püflüyor..

sonra annem arıyor, o ararken biriyle kemikleri petrol olmuş ya da birilerinin genlerinde cirit atan daha sperm-yumurta-embriyo bile olmamış sevgilim hakkında konuşuyorum. 1 saat sürüyor bu konuşma ve şimdi bitiyor. 2 cümle arasındaki o 1 saat ise, klavyenin space tuşuyla ifade edilecek kadar kısa gelecek bu paragrafı okuyana. sonra, hem iş hemde yol arkadaşına "ne çabuk geçmiş zaman hüseyin" diyecek anlamsız bir surat ifadesiyle bana bakan kasiyer çocuk. otobüs durağında kestiğim halde bir kere bile yüzüme bakmayan 80 yaşındaki teyze ise evine gidip, beni düşünüp, yirmili yaşlarındayken utangaç bakışlarla bakıştığı bahriyeli'leri düşünecek. sonra koltukta sızmış pipisi göbeğinin içinde kaybolmuş kocasına bakıcak.

bütün sansürsüz ve güzelce çevrilmiş yabancı filmlerdeki, pis ağızlı, pis ahlaklı, pis kıyafetli, çökmüş insanların kullandığı fucked up kelimesinin sözlükteki karşılığında verilen cümle içinde kullanım örneklerindede, "bkz: can'ın odası is fucked up, can'ın boğazı is fucked up, can'ın benliği is fucked up" cümlelerinin konulmasını isterken, demek istediğim, vizelerden sonra hayatıma bir kedinin kirlendikten sonra yalanması gibi sakince çeki düzen vermek istediğimdir...

ane brun gibi bir kadının ağzından çıkan melodik ezgileri dinlerken, insanın kendisini amerika çöllerinin ortasında kurulmuş karavanlardan birinin önünde, yayılmış bir şekilde oturarak bulmaması imkansız. bu durumun sağladığı dezavantaj ise gerçekliklerden ışık hızıyla kopan adamın maddesel bütünlüğünü yitirip, yarın sınavda sorulacak soruların kaygısından uzaklaşması oluyor..bunu yapan benim ve de...

öğlen vakti, ankastre mutfakların arasında yemek yapan, martha stewart edasıyla hazırladığım kayıglardan uzaklaşma yemeğini üflüyerek yerken, üzerime dökülen yağ lekesi beni gerçekliğe öyle bir döndürüyor ki, canlı yayında küfür ettiğimi unutuyorum. seyircilerden gelen şaşkınlık ve gülme seslerini, tefal'in sunduğu "can mutfakta" reklamlardan sonra devam edecek sözleri kesiyor. reklam arasında izleyiciler kumandalarıyla bir kadının vibratörü, bir erkeğinde elini kullanması gibi bütünleştiklerinde, ben, programın sunucusu, annemden aldığım duygu dolu mesajlar yüzünden ağlayarak, "alkışlamayın lütfen" diye yerlerinde mıhlanmış şişko kadınlara bağırıyorum...

lakin sınava çalışmam gerek.

saatler 21:38 gösterirken ayakları açılan plastik sandalyesinden kalkan bademcik hastası kişi, önce "zeytin yağı-pekmez-limon-karabiber" karışımını içecek, ardından üstüne ılık su + limon karışımını kafasına dikecek, son olarak da, dedesinin öldüğünde saldığı kokuya benzer bir şekilde kokan odasındaki yatağının içine girip, anlamsızca, yorulduğunu düşünerek, fizik notlarına bakacak..

sikeyim vizeleri de, fiziği de.. (ha ha... - a aa.... tefalin sunduğu "can mutfakta"......

4 yorumbik:

pudra dedi ki...

mimarlığı değil ama jürileri sikeyim.defalarca hunharca.hatta 7 cihan siksin.

Can dedi ki...

çak bi beşlik dostum..

uçan kamon dedi ki...

konu sikilecek derslerse ben de pis dalarım yalnız.

Can dedi ki...

haha blogun en yorumlu yazısı oldu. küfretme servisi gibi.. bunu deyince de aklıma şu video geldi:

http://www.youtube.com/watch?v=QO2OocOVcJo&feature=related