28 Aralık 2009 Pazartesi

Ozon yağı ve onun bu yazıyla alakasızlığı.

Sol ayağının üzerinde uyuyan kedi sıcağı, kuyruk sokumunda ise eski kanepe yaylarının verdiği acı olan kişi, öyle bir kişi işte. "Kişi" kelimesi ise, üçüncü söylenişinde anlamını yitiren kelimelerden biri yalnızca.

En son bir ay önce kestirdiği saçları kulağını kapatacak kadar uzayan, almanlar kadar beyaz abisinin gözlüğünü yamuk bir şekilde takmış annem, kardeşim ve ablam nezdinde üçümüze, hiç birimizin ondan kapamadığı güzel el yazısıyla, küçük çizgili bir defterden kopartırken tıpkı kertenkelelerin kuyruklarını bırakmaları gibi iki küçük parçasını zımbalara kurban eden kağıt parçasına "yılbaşı notu" yazıyor... Şimdi ise sonlara doğru sesi çatallaşacak  şekilde, hızlıca okuyor bana notunu. Yazının son cümlesini karadeliğin ışığı yutması gibi yutuverdi ama... Beynimde bu yutuştan kaynaklı oluşan boşluk ise, geçmiş zaman tarafından dolduruldu: "Sizleri seviyorum."

Sevmek demişken aklıma göbeğimdeki pamuk geliyor. Tişörtlerimin ve kazaklarımın bana kendilerini hatırlatmak için bıraktıkları renkli not kağıtları... "Bugün beni giydin. - Sabahtan beri üzerindeyim. - Biraz daha üzerinde kalırsam yastıkiçine dönüşücem."den oluşan notlar... Okurken beni güldürebilen notlar.

Ki çok şey güldürebilemiyor beni bugünlerde. Kahkaha yada sırıtma değil. İç gıdıklayıcı bir gülümseme... Ki onu da en son kardeşimle parmak güreşi yaparken yapmıştım. Her yenilişinde çığlığın gülmeyle bastırılmış halini çıkartan kardeşimin, aşağıya doğru, saçları yüzünü kapatacak şekilde kafasını eğmesini izlemek güldürebiliyor beni sadece. O yüzden çarşamba sabahı, burun dondurucu bir sabah soğuğuyla karşılacağım, Eskişehir'in tren istasyonunda, kardeşime sarıldıktan sonra, onunla parmak güreşi yapmam muhtemel. Bir de kulağımda "Me in you" çalarsa tam olur.

Fazla kişisel olan paragrafıma acıklı ve kullanılmış bir bakış atarak "sen naptın?" dedim. O da bana "Buna ihtiyacın vardı, özgür olmak istiyorum dedin bende sana bunu verdim." dedi diyecektim ki repliği tam hatırlıyamadım. Ama  Transylvania'da roman çalgıcıdan duyduğum "müzik hayat içindir, zarar vermek için değil" repliğini pek unutacağımı sanmıyorum. Bu repliği ne zaman hatırlasam, aklıma arabeskçiler ve metalcilerin (kafa sallamak beyne zararlı bence) geliyor olması da, evde kalmış kedimin libidosunun 2 ayda bir artması kadar doğal..

Bir o kadar doğal olan şey ise, yazıyı sonlandırma isteğim. Başında, "Annemle, arkasında kırılmış mp3 çalar ve telefon hattı bırakan bir kavga yaşadım, ardından evden kovuldum, dışarı çıktım, sinirden ağlarım sandım.  Ne oldu bilmiyorum ama ağlayamadım. Gidecek yerim olmaması durumu ise sosyalleşmenin önemi hakkında kafa yormama sebep oldu. Vs vs.." gibisinden şeyler yazmak istediğim yazımın, kedimin libidosuna sıçramasına tanık olmak, bana Medyum Memişin attığı tokada tanık olduğumda hissettiğim duyguya eş değer şeyler hissetiriyor..

Buradan Medyum Memiş'e sesleniyor ve ona "O uzun saçlarına rasta yaptırmanı, şile beziyle donanmanı, kırmızı ve turuncu renklerine tapmanı, yeşillikte sana benzeyen insanlarla, ayağında sandaletlerle sosyalleşmeni, tokat atmaktan sarkan kollarını utanmadan göstermeni istiyorum." diyor ve son olarak "Hayatıma bir tane elinin tersiyle vurabilir misin?" diyip, gelecek tokadı, korkudan titreyen yüz kaslarımla ve neden kıstığımı bilmediğim gözlerimle bekliyorum. Çabuk vur lan!

27 Aralık 2009 Pazar

Kalın yorgan sıcağı.

Karşımda sırf annem izlerken uyuyakalsın diye açık kalmış televizyon ekranındaki Jude Law'ın göt çenesi, kanepede horlayarak uyuyan kortizondan şişmiş bir misafir, kapının diğer tarafında ise libidosu tavan yapmış dişi bir kedinin inlemeleri varken, uyumak yada bir şeyler yazmak, iktidarsız bir erkeği yada preorgazmik bir kadını boşaltmak kadar zor oluyor. Yazmamı kolaylaştıran tek şeyin, yorganımla boğduğum laptop hoparlöründen çıkan boğuk sesli şarkıları dinlemek ve üzeri peçeteyle kapatılmış içi su dolu cam sürahiyi izlemek olması, insanlarda "Aaa küçük şeylerden mutlu olan biri. Ne kadar sevimli" gibi bir çağırışım yapıyorsa, ki gayet yapabilir, buradan o  insanlara, "Suratına öyle bi yapıştırırım ki, o beyaz kafan betona yapışıp, suya düşen ayın yansıması gibi görünür" demek istiyorum.

"Bunca nefret nereden çıktı üstadım?" diye sorana da, sana How I Met Your Mother'daki Lily "You're dead to me!" bakışını atsın derim ve moleküllere ayrılmış bedenlerini arkamda bırakıp, önüme de şimdi yazacağım paragrafı alırım.

Önüme aldım diye, pis, ahlaksız şeyler yapacak değilim ona. Yalnızca elinden tutup karşıya geçmesine yardım edicem. Ardından "Şeker ister misin peki?" diye soracağım. O da bana, "Bana yabancılarda--." diyecekken, "Şşşş... Sen sus (gözlerin konuşsun?) bakayım, al şu şekeri ve git şu amcanın cüzdanını çal." diyeceğim. Lakin dış görünüşümün taşıdığı, küçük çocuklara hırsızlık yaptıran, sessiz ve garip karıları olan esmer insan potansiyeliyle elimden ancak bu kadarı gelebiliyor. Derken polisler beni yakalıyor, annemi arıyorlar, annem gelip alıyor beni ve eve gidiyoruz.

O yüzden yorganımın altında bir anne var şu anda. Kendisi benimki... Benzer buruna ve benzer saç dönerlerine sahip olduğum bu insanın üzerimdeki ilginç etkisi, kendisi uyurken bile etkili olabiliyor. Varlığı öyle bir şeyki "Acep bloğuma yazdıklarımı okusa ne der?" sorusunu bana sordurtuyor. Kardeşimin sıkıcı bulduğu, ablamın ise bakıp bakmadığını bilmediğim bu blogdan annemin haberi var mı onu bile bilmiyorum.

Bilmenin önemine gelince, bugün bir arkadaş, yarın bir başka arkadaş, şimdi ise ben dedimki, "cahillik mutluluktur." Ben dedim diye bu lafa inandığımı sanan insanlar, bana ilkokulda zorla götürüldüğümüz, çizdiğimiz resimlerden, "uçurtma uçaran çocuğun arkasındaki evde kim yaşıyor, babası nerde, annesi napıyor?" gibi sorularla beni çözmeye çabaladığını o küçük yaşta farkettiğim, becereksiz çocuk psikoloğu gibi geliyorlar, bunu da belirtmeden geçemedim.

"Cahillik mutluluktur ablam benim, basit yaşamak iyidir, into the wild hacı!, nerde çokluk orda bokluk, abi hayalim, güneyde, (çoğunlukla marmaris olur bu) ahşap kokan, denize yakın bir evde yaşamak, metropol insanı olmak istemiyorum" lafları kulaklarımda çınlarken, kafamdaki tüyler harekete geçip, hepsi farklı bir telden bağırmaya başlıyor... Kimisi kıl kökleriyle gülerken, kimisi "Normal tabi, insanlar bunuda istiyebilir" diyor. Ama kulağımın yakaladığı ve "yeap" diye karşılık verdiğim cümle şu: "Yeni moda basitlik  Can!"

O saç kılıma ismimi kullandığından mıdır yoksa bana gerçekten de bütün bunlar modaymış gibi geldiğinden midir bilmem ama "yeap" diye karşılık verdim. "Yeap" dedim çünkü, modadan anlatmak istediğimi en iyi verebilecek bu kelime vardı yerine oturan... Globalleşme, emparyalizm, kapitalizm, yeni kapitalizm, genç kapitalizm, sistem, burjuva murjuva, liberaller gibi kelimeler kafamda uçuşacakken, her birini, sokakta çok gürültü yaptıkları yüzünden uyuyamayan kocasını düşünen ve bu yüzden bağırabileceği en cılız sesle bağıran mahallenin kıl teyzesi modunda kovdum hepsini. O kelimelerin oynamaya başlamadan önce oturdukları merdivene su attım kovayla, dağıldılar. Onlar toprak sahada maç yaparken, bende bu yeni modadan bahsedeceğim paragrafıma "sıra sende, göster günlerini Joe!" diyeyim...

İnsanların kendi elleriyle, (nasıl becerdikleri kesinlikle umurumda değil) yaptıkları yada evrildikleri hayat tarzları, artık kendilerine o kadar umutsuz gelmiş olmalı ki, reklamlarda, hollywood filmlerinde, hatta türk filmlerinde bile "Metropol hayatı çok sıktı değil mi? Boğazınızdaki kravatlar yetmiyormuş gibi bir de trafikte de boğuluyorsunuz.. Eğlence kültürünüz, alışveriş kavramlarınız, yaşam tarzlarınız çok hızlı değil mi? Zaman nasıl geçiyor farkedemiyorsunuz..Herşey çok monoton? Hergün bir önceki günün aynısı!" laflarını tekrar tekrar duyar oldum. Ardından gelen çözüm önerileri ise antibiyotik kullanan adamın üstüne bira içtikten sonra midesinin yıkanmasına şaşırdığım kadar şaşırtıyor beni. Maxi Miles ile, Fish ile, Adios ile dünyanın dört bir yanına gitme rahatlığı, Vintage ve Retro modalar, 60'ların yada 70'lerin çiçek çocuklarına dönüş filmleri, İskandinav ülkelerine, insandan ve insana dair herşeyden yoksun(yok böyle bir gerçeklik) yalnızca doğa anayla başbaşa olma isteğini arttıran müzikler, belgeseller, fotoğraflar ve kitaplar.... Her biri 50-60 yıllık metropolik ve sanal yaşamlarımızı katlanabilir kılmak için yaratılmış (Bkz: cennet), bizden bile daha sanal hayaller... Alıp, öğütüp, mide asidine bulayıp, "bok!" diye çıkar anca. Ötesi yok...

Son söz, maça son dakikada çıkan Joe'da: "Nasıldım koç? Gösterdim mi günlerini?"

22 Aralık 2009 Salı

Hallelujah!

22 aralık 2009 günü, 16:43:32 anında Can kişisi, Kings of Convenience'ın Boat Behind şarkısının başındaki, "vaan, tu, tiri" deki tiri nin o kısılmış sesiyle arasında, nescafe ve sigara, bira ve patlamış mısır, yeni doğurmuş kadın ve onun memesini emen çocuğun arasındaki bağa benzer bir bağ kurdu. Hidrojen, dipol dipol yada van der waals bağlarıyla alakası olmayan bu bağı oluşturan şeyin 13 günlük bir geçmişi var. Ama önce kendimden üçüncü tekil şahısmışım gibi bahsetmeyi bırakacağım paragrafa geçiyorum.

Olay blogger'a girmeye çalıştığımda, "uups, browser'ınız çöktü! acaba neden?" gibi saçma sapan sorular soran bütün o aptal browserlarla yüzyüze geldiğimde başladı ve 13 gün boyunca devam etti. Google'a "google google söyle bana, blogger'a giremiyen başkası varmı bu dünyada" gibisinden sorular sorulduğunda, google'ın cevapları, tıpkı pamuk prensesteki cadıyı sinirlendirdiği gibi beni de sinirlendirdi. Onlarca antivirüs programlarının tadına bakan, verilen talimatları birebir yerine getiren bilgisayarım ağlamaklı sesler çıkardı. Ve o bunu her yapışında  "kes zırlamayı, eve gidince ben sana gösteririm" diyen misafirlikteki anneler gibi azarladım onu. Eve gittik, patakladım. Hergün misafirliğe gittim, hergün dövdüm. Ellerim kan topladı. Bende gittim İsveçli balıkçıların kullandığı Neutrogena el kremini sürdüm...

El kremi yüzünden yağlanan ellerim, klavyede buz pateni becerilerini sergilerken, bir yandan da hırkamın kolundan içeri doğru "çabuk fırla" diye kaçan kurabiye kırıntılarını çıkarıyorlar. Çok becerikli "şu" insan eli. "O" insan eli becerikli mi bilinmez ama. (Yapılan espriden tiksinti duymanın verdiği dayanılmaz mutluluk hissi... kelebek gibi maşallah)

Maşallah kelimesinin tiksindiriciliğine gelirsek eğer, karşımıza dikişli, kızarık, şapkayla örtülmüş çocuk pipilerinden başka bir şey göremiyeceğimiz kesin. Bir de sünnetin, bir erkek canlısının, bir kadın canlısına fiziksel olarak en çok yaklaştığı gün olduğunu söyleyebiliriz. Bunu söylerken arkamızda bıraktığımız koskoca bir et parçasını, üzerimize giydirdikleri elbiseleri (entari mi?) ve elimize tutturdukları peri asasını düşünürsek eğer, reddedilemiyecek bir önerinin ağırlığını hissedeceksiniz kalbinizin taaa derinliklerinde.

"Hissedilen o derinlik tamamen size ait. Ben bebekkene sünnet oldum" diyen insanlar içinse, "ehuheu doğarken ne olacağın belli değilmiş" gibi bir karşılık verebiliriz. Bu da Güzin Ablanızdan yada Haydar Hocanızdan enstantaneler olsun.

Faturalarım ödenmiş, internetimdeki sorunlar halledilmiş, karnım unlu kurabiye ve kolayla dolmuşken, king ov konvinyıns dinlemek, kulağımı yalayan ve bu yüzden oral problemleri olduğunu düşündüğüm kedimi hatırlatır... Başkada bir şey hatırlatmaz... Ha belki annemin benim pantolonlarıma sığan kalçalarına tanık olmayı, kız kardeşimin skolyoslu sırtına bakmaya çalışmasını görmeyi, ablamı banyoda saçlarını tararken ellerine gelen kıvırcık saçlarını ellerinde biriktirişini izlemeyi yada aysel'in "aa burası iyi bi kuaförmüş bir girip bakayım" dediği kuaförde saçlarının nasıl "KÜT" kesildiğini elleriyle anlatışını hatırlata-bilir...

Bildi.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Pazara gidip, bir beyin alıp, napalım?

Boğazımda demir tadıyla, evinde kaldığım arkadaşın üstünü örttükten sonra, ayaklarımı ısıtsın diye giydiğim pofuduk terliklerle bilgisayarın başına geçiyorum... Antibiyotik ve ağrı kesici-ateş düşürücü'ler midemde eriyip, kanıma karışıp, damarlarıma sürtünerek beni içeriden gıdıklarken zaman geçiyor. Bu geçen zamanı "Tüketilen ve harcanan bir şey olarak zaman hedesi..." açısından düşünen insan, ister istemez "acaba nasıl harcasam" diye düşünmeden edemiyor. Tıpkı çocukluğumda elime tutuşturulan parayla bakkala yolladıklarında, "para üstüyle istediğini al" cümlesinin yüzümde oluşturduğu mutluluk ifadesi ve sınırlı para üstüyle "ne alsam acaba" kararsızlığı, şimdi benliğime yapışmış durumda...


O zaman anneme sorsan, çikolata al der, ne çeşit olduğunu söylemez... Kardeşim bana ver der, ablam biriktir derdi..

Şimdi anneme sorsam, uyu der, hangi yatakta ne şekilde, onu söylemez.... Kardeşim yazı yaz, kitap oku der, ablam vizen var ders çalış der.

Zamanın sınırsız elle tutulamazlığı konu olduğunda, onu nasıl harcıyacağım, yada kullanacağım, yada geçireceğim konusunda, karar vermek yerine, tıpkı bakkaldaki tutumum gibi elime attığımı almam gibi, anlık bir dürtüyle hareket ediyorum. Elime aldığım çikolataya param yetmiyorsa, gidip başkasını alıyorum..

Vizeye çalışabilirdim. O adını bile söylemeyi kendimle özleştiremediğim sınav şeysi için gecemi, şu an ve şu saniyeyi, birşeyleri ezberlemek için harcayabilirdim ama yapmadım. Çünkü, matematik gibi, sevdiğimi ve yapabildiğimi ve yaptığımı sandığım bir dersin sınavından alınan 0 (sıfır) notu, içimde doğal bir  üniversiteden nefret etme dürtüsü yarattı. Bunun için hakim karşısına çıksam, "anlık çıldırma" savunmasına benzer bir savunma yapardım...

Bir sayı olarak 0 (sıfır), boşluğu, hiçliği ifade ettiği için derin ve sınırsız anlamlar içerebilirmiş gibi gelebilir. Ancak sınav sonuçlarının açıklandığı listenin üzerinde yazan "sıfır"ın alt metninde sadece "sınava boşuna girmişsin evladım" cümlesi yatıyor. "Boşuna, boşluk, sıfır..."

Ancak sıfır öyle bir şey ki budaklanarak başka alt metinler yaratıyor. Bunlardan kimileri; sen sayısal öğrencisi miydin evladım? bu bölümde ne işin var evladım? mühendis mi olacaktın evladım? gibi ve benzer, bir sürü cümlecik... Bu, sonlarında soru işaretleri olan cümleciklerin, soru işaretinlerindeki noktaların beynime düştüklerinde, tıpkı suya düşen bişeyin yarattığı gibi, beynimde "cevap dalgaları" oluşturmasını izliyorum istemeden. Tam bu sırada otobüste, sınıftan arkadaşımla oturup, bu cevaplardan bahsederken, önümde, en yakın arkadaşıyla dalga geçtiğimiz sınıftan bir kız kafasını bana doğru dönüyor.

Bana mı bakıyorsun sorusuna, hayır diyor. Bende camdan dışarı, onun baktığı yöne bakıyorum. Yürüyen bir "uzun saçlı" homosapiens var. Yanımdaki arkadaşımın kime bakıyormuş sorusuna, "sevgilisine" diye cevap veriyorum. Ardından arkadaşımın "kıllı olan mı?" cevabı ise, sonrasında bana insanlardaki ego, takıntılı olma durumları, anlık sinir patlamaları, üniversitedeki gençlerin fiziksel ve psikolojik özellikleri gibi şeyleri tekrardan düşünmeme sebep olacak olayların başlangıç noktası oluyor.

Bu cevabı aldığı an gözleri donuklaşıp, "haddini aştığını ona medeniymişim gibi nasıl söylesem" çabasına gireşen kızı, gülerek izliyorum. Çabası sonucunda ağzından çıkan cümle "söylediklerine dikkat eder misin" olunca, yaşadığım şaşkınlık, suya tükürdüğümde suyun ıslanmamasına şaşırmam kadar olabildi... Yaptığımız şeyi ciddiye alacak kadar alıngan olmasını ona söylemeye çabalarken ise ağzından çıkan laflar git gide bilinçaltından gelir oldu. O karanlık, demir bir zindana atılıp, hergün dürtüle dürtüle azdırdığı sinirleri, arkadaşıma ve onun nezdinde bana "sen kimsin, haddini bileceksin, mahvederim seni, o elini götüne sokarım" laflarıyla kafesinden salınıp üzerimize tükürdüğü şeyler o kadar güldürücüydü ki, yiğit özgür'ün esprilerinden daha çok karnıma ağrı sokan kahkahalar attırdı.

Dışarıdan dünyanın en normal insanıymış gibi görünen, sorunsuz, modern, batılı vesaire gibi tanımlamaları kendisine yapıştırmaktan çekinmeyen insanların, içlerinde bu kadar şey biriktirmeleri, espri anlayışlarının recep ivedik taklitleriyle sınırlı olması, "üniversiteli" gibi yıllardan beri "gencin sapıtma mekanı" gibi yan dallardan oluşan terimlerden biraz bile etkilenmemeleri.... İnsan buna şaşırıyor işte. İncelemek için onlarla birlikte bir kaç kere gittiğim kafelerin hepsinde, içtikleri nargilelerin tütsümsü kokuları arasında, altlarındaki hasır yada armut minderlerin hissiyle  "powerturk"ün yada "akıllı tv" nin açık olduğu televizyonlara anlamsız gözleriyle baktıkları anda "acaba kafalarından ne geçiyor?" sorusuna karşılık, beynim, medistasyon yapan bir hintlinin arınmış beynine erişebiliyor.

Bunca laf edincede insan ego tatmininin diğer tarafında görüyor kendini... Belki öyle. Belki egomu tatmin ediyorum. Birşey değiştirmiyor. Özellikle, bütün o tükürsel bağırtılardan çıkan sözlerin karşısında aldığım ve arkadaşımın da aldığı tutumun sakinliğinin, normalliğinin, durgunluğunun, genişliğinin içime doldurduğu rahatlık ve huzur haline dokunamıyor bile...

Aynanın önüne geçip, "bu halimi beğendiğim" dediğim görüntümü, satış elamanına gösterip "yakıştı mı?" diye sormaktan başka bir şey yapmıyorum...

Yakıştı mı?