28 Aralık 2009 Pazartesi

Ozon yağı ve onun bu yazıyla alakasızlığı.

Sol ayağının üzerinde uyuyan kedi sıcağı, kuyruk sokumunda ise eski kanepe yaylarının verdiği acı olan kişi, öyle bir kişi işte. "Kişi" kelimesi ise, üçüncü söylenişinde anlamını yitiren kelimelerden biri yalnızca.

En son bir ay önce kestirdiği saçları kulağını kapatacak kadar uzayan, almanlar kadar beyaz abisinin gözlüğünü yamuk bir şekilde takmış annem, kardeşim ve ablam nezdinde üçümüze, hiç birimizin ondan kapamadığı güzel el yazısıyla, küçük çizgili bir defterden kopartırken tıpkı kertenkelelerin kuyruklarını bırakmaları gibi iki küçük parçasını zımbalara kurban eden kağıt parçasına "yılbaşı notu" yazıyor... Şimdi ise sonlara doğru sesi çatallaşacak  şekilde, hızlıca okuyor bana notunu. Yazının son cümlesini karadeliğin ışığı yutması gibi yutuverdi ama... Beynimde bu yutuştan kaynaklı oluşan boşluk ise, geçmiş zaman tarafından dolduruldu: "Sizleri seviyorum."

Sevmek demişken aklıma göbeğimdeki pamuk geliyor. Tişörtlerimin ve kazaklarımın bana kendilerini hatırlatmak için bıraktıkları renkli not kağıtları... "Bugün beni giydin. - Sabahtan beri üzerindeyim. - Biraz daha üzerinde kalırsam yastıkiçine dönüşücem."den oluşan notlar... Okurken beni güldürebilen notlar.

Ki çok şey güldürebilemiyor beni bugünlerde. Kahkaha yada sırıtma değil. İç gıdıklayıcı bir gülümseme... Ki onu da en son kardeşimle parmak güreşi yaparken yapmıştım. Her yenilişinde çığlığın gülmeyle bastırılmış halini çıkartan kardeşimin, aşağıya doğru, saçları yüzünü kapatacak şekilde kafasını eğmesini izlemek güldürebiliyor beni sadece. O yüzden çarşamba sabahı, burun dondurucu bir sabah soğuğuyla karşılacağım, Eskişehir'in tren istasyonunda, kardeşime sarıldıktan sonra, onunla parmak güreşi yapmam muhtemel. Bir de kulağımda "Me in you" çalarsa tam olur.

Fazla kişisel olan paragrafıma acıklı ve kullanılmış bir bakış atarak "sen naptın?" dedim. O da bana "Buna ihtiyacın vardı, özgür olmak istiyorum dedin bende sana bunu verdim." dedi diyecektim ki repliği tam hatırlıyamadım. Ama  Transylvania'da roman çalgıcıdan duyduğum "müzik hayat içindir, zarar vermek için değil" repliğini pek unutacağımı sanmıyorum. Bu repliği ne zaman hatırlasam, aklıma arabeskçiler ve metalcilerin (kafa sallamak beyne zararlı bence) geliyor olması da, evde kalmış kedimin libidosunun 2 ayda bir artması kadar doğal..

Bir o kadar doğal olan şey ise, yazıyı sonlandırma isteğim. Başında, "Annemle, arkasında kırılmış mp3 çalar ve telefon hattı bırakan bir kavga yaşadım, ardından evden kovuldum, dışarı çıktım, sinirden ağlarım sandım.  Ne oldu bilmiyorum ama ağlayamadım. Gidecek yerim olmaması durumu ise sosyalleşmenin önemi hakkında kafa yormama sebep oldu. Vs vs.." gibisinden şeyler yazmak istediğim yazımın, kedimin libidosuna sıçramasına tanık olmak, bana Medyum Memişin attığı tokada tanık olduğumda hissettiğim duyguya eş değer şeyler hissetiriyor..

Buradan Medyum Memiş'e sesleniyor ve ona "O uzun saçlarına rasta yaptırmanı, şile beziyle donanmanı, kırmızı ve turuncu renklerine tapmanı, yeşillikte sana benzeyen insanlarla, ayağında sandaletlerle sosyalleşmeni, tokat atmaktan sarkan kollarını utanmadan göstermeni istiyorum." diyor ve son olarak "Hayatıma bir tane elinin tersiyle vurabilir misin?" diyip, gelecek tokadı, korkudan titreyen yüz kaslarımla ve neden kıstığımı bilmediğim gözlerimle bekliyorum. Çabuk vur lan!

27 Aralık 2009 Pazar

Kalın yorgan sıcağı.

Karşımda sırf annem izlerken uyuyakalsın diye açık kalmış televizyon ekranındaki Jude Law'ın göt çenesi, kanepede horlayarak uyuyan kortizondan şişmiş bir misafir, kapının diğer tarafında ise libidosu tavan yapmış dişi bir kedinin inlemeleri varken, uyumak yada bir şeyler yazmak, iktidarsız bir erkeği yada preorgazmik bir kadını boşaltmak kadar zor oluyor. Yazmamı kolaylaştıran tek şeyin, yorganımla boğduğum laptop hoparlöründen çıkan boğuk sesli şarkıları dinlemek ve üzeri peçeteyle kapatılmış içi su dolu cam sürahiyi izlemek olması, insanlarda "Aaa küçük şeylerden mutlu olan biri. Ne kadar sevimli" gibi bir çağırışım yapıyorsa, ki gayet yapabilir, buradan o  insanlara, "Suratına öyle bi yapıştırırım ki, o beyaz kafan betona yapışıp, suya düşen ayın yansıması gibi görünür" demek istiyorum.

"Bunca nefret nereden çıktı üstadım?" diye sorana da, sana How I Met Your Mother'daki Lily "You're dead to me!" bakışını atsın derim ve moleküllere ayrılmış bedenlerini arkamda bırakıp, önüme de şimdi yazacağım paragrafı alırım.

Önüme aldım diye, pis, ahlaksız şeyler yapacak değilim ona. Yalnızca elinden tutup karşıya geçmesine yardım edicem. Ardından "Şeker ister misin peki?" diye soracağım. O da bana, "Bana yabancılarda--." diyecekken, "Şşşş... Sen sus (gözlerin konuşsun?) bakayım, al şu şekeri ve git şu amcanın cüzdanını çal." diyeceğim. Lakin dış görünüşümün taşıdığı, küçük çocuklara hırsızlık yaptıran, sessiz ve garip karıları olan esmer insan potansiyeliyle elimden ancak bu kadarı gelebiliyor. Derken polisler beni yakalıyor, annemi arıyorlar, annem gelip alıyor beni ve eve gidiyoruz.

O yüzden yorganımın altında bir anne var şu anda. Kendisi benimki... Benzer buruna ve benzer saç dönerlerine sahip olduğum bu insanın üzerimdeki ilginç etkisi, kendisi uyurken bile etkili olabiliyor. Varlığı öyle bir şeyki "Acep bloğuma yazdıklarımı okusa ne der?" sorusunu bana sordurtuyor. Kardeşimin sıkıcı bulduğu, ablamın ise bakıp bakmadığını bilmediğim bu blogdan annemin haberi var mı onu bile bilmiyorum.

Bilmenin önemine gelince, bugün bir arkadaş, yarın bir başka arkadaş, şimdi ise ben dedimki, "cahillik mutluluktur." Ben dedim diye bu lafa inandığımı sanan insanlar, bana ilkokulda zorla götürüldüğümüz, çizdiğimiz resimlerden, "uçurtma uçaran çocuğun arkasındaki evde kim yaşıyor, babası nerde, annesi napıyor?" gibi sorularla beni çözmeye çabaladığını o küçük yaşta farkettiğim, becereksiz çocuk psikoloğu gibi geliyorlar, bunu da belirtmeden geçemedim.

"Cahillik mutluluktur ablam benim, basit yaşamak iyidir, into the wild hacı!, nerde çokluk orda bokluk, abi hayalim, güneyde, (çoğunlukla marmaris olur bu) ahşap kokan, denize yakın bir evde yaşamak, metropol insanı olmak istemiyorum" lafları kulaklarımda çınlarken, kafamdaki tüyler harekete geçip, hepsi farklı bir telden bağırmaya başlıyor... Kimisi kıl kökleriyle gülerken, kimisi "Normal tabi, insanlar bunuda istiyebilir" diyor. Ama kulağımın yakaladığı ve "yeap" diye karşılık verdiğim cümle şu: "Yeni moda basitlik  Can!"

O saç kılıma ismimi kullandığından mıdır yoksa bana gerçekten de bütün bunlar modaymış gibi geldiğinden midir bilmem ama "yeap" diye karşılık verdim. "Yeap" dedim çünkü, modadan anlatmak istediğimi en iyi verebilecek bu kelime vardı yerine oturan... Globalleşme, emparyalizm, kapitalizm, yeni kapitalizm, genç kapitalizm, sistem, burjuva murjuva, liberaller gibi kelimeler kafamda uçuşacakken, her birini, sokakta çok gürültü yaptıkları yüzünden uyuyamayan kocasını düşünen ve bu yüzden bağırabileceği en cılız sesle bağıran mahallenin kıl teyzesi modunda kovdum hepsini. O kelimelerin oynamaya başlamadan önce oturdukları merdivene su attım kovayla, dağıldılar. Onlar toprak sahada maç yaparken, bende bu yeni modadan bahsedeceğim paragrafıma "sıra sende, göster günlerini Joe!" diyeyim...

İnsanların kendi elleriyle, (nasıl becerdikleri kesinlikle umurumda değil) yaptıkları yada evrildikleri hayat tarzları, artık kendilerine o kadar umutsuz gelmiş olmalı ki, reklamlarda, hollywood filmlerinde, hatta türk filmlerinde bile "Metropol hayatı çok sıktı değil mi? Boğazınızdaki kravatlar yetmiyormuş gibi bir de trafikte de boğuluyorsunuz.. Eğlence kültürünüz, alışveriş kavramlarınız, yaşam tarzlarınız çok hızlı değil mi? Zaman nasıl geçiyor farkedemiyorsunuz..Herşey çok monoton? Hergün bir önceki günün aynısı!" laflarını tekrar tekrar duyar oldum. Ardından gelen çözüm önerileri ise antibiyotik kullanan adamın üstüne bira içtikten sonra midesinin yıkanmasına şaşırdığım kadar şaşırtıyor beni. Maxi Miles ile, Fish ile, Adios ile dünyanın dört bir yanına gitme rahatlığı, Vintage ve Retro modalar, 60'ların yada 70'lerin çiçek çocuklarına dönüş filmleri, İskandinav ülkelerine, insandan ve insana dair herşeyden yoksun(yok böyle bir gerçeklik) yalnızca doğa anayla başbaşa olma isteğini arttıran müzikler, belgeseller, fotoğraflar ve kitaplar.... Her biri 50-60 yıllık metropolik ve sanal yaşamlarımızı katlanabilir kılmak için yaratılmış (Bkz: cennet), bizden bile daha sanal hayaller... Alıp, öğütüp, mide asidine bulayıp, "bok!" diye çıkar anca. Ötesi yok...

Son söz, maça son dakikada çıkan Joe'da: "Nasıldım koç? Gösterdim mi günlerini?"

22 Aralık 2009 Salı

Hallelujah!

22 aralık 2009 günü, 16:43:32 anında Can kişisi, Kings of Convenience'ın Boat Behind şarkısının başındaki, "vaan, tu, tiri" deki tiri nin o kısılmış sesiyle arasında, nescafe ve sigara, bira ve patlamış mısır, yeni doğurmuş kadın ve onun memesini emen çocuğun arasındaki bağa benzer bir bağ kurdu. Hidrojen, dipol dipol yada van der waals bağlarıyla alakası olmayan bu bağı oluşturan şeyin 13 günlük bir geçmişi var. Ama önce kendimden üçüncü tekil şahısmışım gibi bahsetmeyi bırakacağım paragrafa geçiyorum.

Olay blogger'a girmeye çalıştığımda, "uups, browser'ınız çöktü! acaba neden?" gibi saçma sapan sorular soran bütün o aptal browserlarla yüzyüze geldiğimde başladı ve 13 gün boyunca devam etti. Google'a "google google söyle bana, blogger'a giremiyen başkası varmı bu dünyada" gibisinden sorular sorulduğunda, google'ın cevapları, tıpkı pamuk prensesteki cadıyı sinirlendirdiği gibi beni de sinirlendirdi. Onlarca antivirüs programlarının tadına bakan, verilen talimatları birebir yerine getiren bilgisayarım ağlamaklı sesler çıkardı. Ve o bunu her yapışında  "kes zırlamayı, eve gidince ben sana gösteririm" diyen misafirlikteki anneler gibi azarladım onu. Eve gittik, patakladım. Hergün misafirliğe gittim, hergün dövdüm. Ellerim kan topladı. Bende gittim İsveçli balıkçıların kullandığı Neutrogena el kremini sürdüm...

El kremi yüzünden yağlanan ellerim, klavyede buz pateni becerilerini sergilerken, bir yandan da hırkamın kolundan içeri doğru "çabuk fırla" diye kaçan kurabiye kırıntılarını çıkarıyorlar. Çok becerikli "şu" insan eli. "O" insan eli becerikli mi bilinmez ama. (Yapılan espriden tiksinti duymanın verdiği dayanılmaz mutluluk hissi... kelebek gibi maşallah)

Maşallah kelimesinin tiksindiriciliğine gelirsek eğer, karşımıza dikişli, kızarık, şapkayla örtülmüş çocuk pipilerinden başka bir şey göremiyeceğimiz kesin. Bir de sünnetin, bir erkek canlısının, bir kadın canlısına fiziksel olarak en çok yaklaştığı gün olduğunu söyleyebiliriz. Bunu söylerken arkamızda bıraktığımız koskoca bir et parçasını, üzerimize giydirdikleri elbiseleri (entari mi?) ve elimize tutturdukları peri asasını düşünürsek eğer, reddedilemiyecek bir önerinin ağırlığını hissedeceksiniz kalbinizin taaa derinliklerinde.

"Hissedilen o derinlik tamamen size ait. Ben bebekkene sünnet oldum" diyen insanlar içinse, "ehuheu doğarken ne olacağın belli değilmiş" gibi bir karşılık verebiliriz. Bu da Güzin Ablanızdan yada Haydar Hocanızdan enstantaneler olsun.

Faturalarım ödenmiş, internetimdeki sorunlar halledilmiş, karnım unlu kurabiye ve kolayla dolmuşken, king ov konvinyıns dinlemek, kulağımı yalayan ve bu yüzden oral problemleri olduğunu düşündüğüm kedimi hatırlatır... Başkada bir şey hatırlatmaz... Ha belki annemin benim pantolonlarıma sığan kalçalarına tanık olmayı, kız kardeşimin skolyoslu sırtına bakmaya çalışmasını görmeyi, ablamı banyoda saçlarını tararken ellerine gelen kıvırcık saçlarını ellerinde biriktirişini izlemeyi yada aysel'in "aa burası iyi bi kuaförmüş bir girip bakayım" dediği kuaförde saçlarının nasıl "KÜT" kesildiğini elleriyle anlatışını hatırlata-bilir...

Bildi.

9 Aralık 2009 Çarşamba

Pazara gidip, bir beyin alıp, napalım?

Boğazımda demir tadıyla, evinde kaldığım arkadaşın üstünü örttükten sonra, ayaklarımı ısıtsın diye giydiğim pofuduk terliklerle bilgisayarın başına geçiyorum... Antibiyotik ve ağrı kesici-ateş düşürücü'ler midemde eriyip, kanıma karışıp, damarlarıma sürtünerek beni içeriden gıdıklarken zaman geçiyor. Bu geçen zamanı "Tüketilen ve harcanan bir şey olarak zaman hedesi..." açısından düşünen insan, ister istemez "acaba nasıl harcasam" diye düşünmeden edemiyor. Tıpkı çocukluğumda elime tutuşturulan parayla bakkala yolladıklarında, "para üstüyle istediğini al" cümlesinin yüzümde oluşturduğu mutluluk ifadesi ve sınırlı para üstüyle "ne alsam acaba" kararsızlığı, şimdi benliğime yapışmış durumda...


O zaman anneme sorsan, çikolata al der, ne çeşit olduğunu söylemez... Kardeşim bana ver der, ablam biriktir derdi..

Şimdi anneme sorsam, uyu der, hangi yatakta ne şekilde, onu söylemez.... Kardeşim yazı yaz, kitap oku der, ablam vizen var ders çalış der.

Zamanın sınırsız elle tutulamazlığı konu olduğunda, onu nasıl harcıyacağım, yada kullanacağım, yada geçireceğim konusunda, karar vermek yerine, tıpkı bakkaldaki tutumum gibi elime attığımı almam gibi, anlık bir dürtüyle hareket ediyorum. Elime aldığım çikolataya param yetmiyorsa, gidip başkasını alıyorum..

Vizeye çalışabilirdim. O adını bile söylemeyi kendimle özleştiremediğim sınav şeysi için gecemi, şu an ve şu saniyeyi, birşeyleri ezberlemek için harcayabilirdim ama yapmadım. Çünkü, matematik gibi, sevdiğimi ve yapabildiğimi ve yaptığımı sandığım bir dersin sınavından alınan 0 (sıfır) notu, içimde doğal bir  üniversiteden nefret etme dürtüsü yarattı. Bunun için hakim karşısına çıksam, "anlık çıldırma" savunmasına benzer bir savunma yapardım...

Bir sayı olarak 0 (sıfır), boşluğu, hiçliği ifade ettiği için derin ve sınırsız anlamlar içerebilirmiş gibi gelebilir. Ancak sınav sonuçlarının açıklandığı listenin üzerinde yazan "sıfır"ın alt metninde sadece "sınava boşuna girmişsin evladım" cümlesi yatıyor. "Boşuna, boşluk, sıfır..."

Ancak sıfır öyle bir şey ki budaklanarak başka alt metinler yaratıyor. Bunlardan kimileri; sen sayısal öğrencisi miydin evladım? bu bölümde ne işin var evladım? mühendis mi olacaktın evladım? gibi ve benzer, bir sürü cümlecik... Bu, sonlarında soru işaretleri olan cümleciklerin, soru işaretinlerindeki noktaların beynime düştüklerinde, tıpkı suya düşen bişeyin yarattığı gibi, beynimde "cevap dalgaları" oluşturmasını izliyorum istemeden. Tam bu sırada otobüste, sınıftan arkadaşımla oturup, bu cevaplardan bahsederken, önümde, en yakın arkadaşıyla dalga geçtiğimiz sınıftan bir kız kafasını bana doğru dönüyor.

Bana mı bakıyorsun sorusuna, hayır diyor. Bende camdan dışarı, onun baktığı yöne bakıyorum. Yürüyen bir "uzun saçlı" homosapiens var. Yanımdaki arkadaşımın kime bakıyormuş sorusuna, "sevgilisine" diye cevap veriyorum. Ardından arkadaşımın "kıllı olan mı?" cevabı ise, sonrasında bana insanlardaki ego, takıntılı olma durumları, anlık sinir patlamaları, üniversitedeki gençlerin fiziksel ve psikolojik özellikleri gibi şeyleri tekrardan düşünmeme sebep olacak olayların başlangıç noktası oluyor.

Bu cevabı aldığı an gözleri donuklaşıp, "haddini aştığını ona medeniymişim gibi nasıl söylesem" çabasına gireşen kızı, gülerek izliyorum. Çabası sonucunda ağzından çıkan cümle "söylediklerine dikkat eder misin" olunca, yaşadığım şaşkınlık, suya tükürdüğümde suyun ıslanmamasına şaşırmam kadar olabildi... Yaptığımız şeyi ciddiye alacak kadar alıngan olmasını ona söylemeye çabalarken ise ağzından çıkan laflar git gide bilinçaltından gelir oldu. O karanlık, demir bir zindana atılıp, hergün dürtüle dürtüle azdırdığı sinirleri, arkadaşıma ve onun nezdinde bana "sen kimsin, haddini bileceksin, mahvederim seni, o elini götüne sokarım" laflarıyla kafesinden salınıp üzerimize tükürdüğü şeyler o kadar güldürücüydü ki, yiğit özgür'ün esprilerinden daha çok karnıma ağrı sokan kahkahalar attırdı.

Dışarıdan dünyanın en normal insanıymış gibi görünen, sorunsuz, modern, batılı vesaire gibi tanımlamaları kendisine yapıştırmaktan çekinmeyen insanların, içlerinde bu kadar şey biriktirmeleri, espri anlayışlarının recep ivedik taklitleriyle sınırlı olması, "üniversiteli" gibi yıllardan beri "gencin sapıtma mekanı" gibi yan dallardan oluşan terimlerden biraz bile etkilenmemeleri.... İnsan buna şaşırıyor işte. İncelemek için onlarla birlikte bir kaç kere gittiğim kafelerin hepsinde, içtikleri nargilelerin tütsümsü kokuları arasında, altlarındaki hasır yada armut minderlerin hissiyle  "powerturk"ün yada "akıllı tv" nin açık olduğu televizyonlara anlamsız gözleriyle baktıkları anda "acaba kafalarından ne geçiyor?" sorusuna karşılık, beynim, medistasyon yapan bir hintlinin arınmış beynine erişebiliyor.

Bunca laf edincede insan ego tatmininin diğer tarafında görüyor kendini... Belki öyle. Belki egomu tatmin ediyorum. Birşey değiştirmiyor. Özellikle, bütün o tükürsel bağırtılardan çıkan sözlerin karşısında aldığım ve arkadaşımın da aldığı tutumun sakinliğinin, normalliğinin, durgunluğunun, genişliğinin içime doldurduğu rahatlık ve huzur haline dokunamıyor bile...

Aynanın önüne geçip, "bu halimi beğendiğim" dediğim görüntümü, satış elamanına gösterip "yakıştı mı?" diye sormaktan başka bir şey yapmıyorum...

Yakıştı mı?

30 Kasım 2009 Pazartesi

çürümüş elma kokusu

benden bağımsız bir şekilde gelişen yalnız kalma durumumum beni o kadar savunmasız bir hale getirdiki, köşeye sıkıştırılan bir kedinin işe yarayıp yaramayacağını düşünmeden üzerine atlaması gibi insanlara bok gibi davranmaya başladım. yalnızlığın yanında karanlığı getirip, hayatı anlamsızlaştıran yoğunluğu yüzünden kendimi kitapların arasına atabilirim... "insanın en iyi dostu kitaplardır pelin" diyerek, kitaplarla önce raflarda flörtleşicem, sonra "adım atman gerek can" diyerek pis paralar bayıcam, ardından onu koklucam, dokunucam, açıp, bozmadan, en az zararı vererek içini okucam...


bütün bu ilişkilerden arta kalıcak olan spermler geceleyin donlarımda kuruyanlar olacakken, beynimde kalan parçaları ise iyi birer anıdan ibaret olucak..

bu yazıyı yazmama sebep olan dustin o'halloran'a ve ilgi manyağı insanlara teşekkürlerimi sunuyorum. ciao.

19 Kasım 2009 Perşembe

barillanın makarna sosunun nutella ile akrabalığı

Küçükken yakalayıp, defterin arasına sıkıştırıp ardından ezdiğim karasineklere ad vermem gibi, şimdide odamdaki  boş sigara paketlerine isim vermeye başladım. Sırf içleri boş olsun da isim koyayım diye ya çok fazla sigara içiyorum yada odanın etrafına sonrasında içilecek zulavari sigaralar fırlatıyorum. Boş olan odama biraz kişilik katmış oluyorum aynı zamanda.

An itibariyle kendimi tavuklara benzetmiş bulunmaktayım. Tıpkı onlar gibi, karanlık bir yere konulduklarında "aa ne çabuk gece oldu" diye düşündükten sonra uyumaları gibi yazı yazmaya çabalıyorum bu saatte. Gece 12 olmadan söyleyecek şeyler bulamıyorum. Ama bugün durum biraz farklı. Bugün pazara gidip 1 kasa limon, 5 tane plastik tabak aldım. Sonra limon kasasını ters çevirip tezgahım yaptım. Plastik tabaklara koyduğum limonların yanında maydanoz, dereotu filan da satmak istedim ama paramı yetmedi. O yüzden bende uzun pardesü giydim. Pardesünün önünü açtığımda cıbıldak bir vücut bekledi insanlar ama onun yerine konuşma kartlarıyla karşılaştılar. O rahatlamayla merak kokan suratlarına yaklaşıp, kısık bir sesle "tanesi 10 kuruş" dedim, kikih güldüler. Sonra alıp okudular hemen. Okuduktan sonra suratları değişti, bir taşla 3 kuş vurdum. Üçüncü kuş, o değişen, algılamaya çalışan surat ifadelerine bir tane limon fırlatmaktı. Sonra tezgahımı kapıp kaçtım.

İşte o gün bugündür geceye kadar konuşacak şey bulamam desem böyle bir flash back sonrası insanı gibi? O zaman blogumun okuyucu sayısı 340 olur mu,başkasının bir sonraki blog'u gibi? Olmaz. Olmasın. Bende kendimi  bir ergenin bunalım edasıyla "Dostum insanlar beni anlamıyor, bence ben dönemimin yazarı değilim, değerim ben öldükten sonra anlaşılacak. Anlıyorsun değil mi beni Riley?" diye kandırıveririm? Veremem işte. Öyle pazarda sattığım konuşma kartları kadar ucuz değil.

Ucuz olan bir şey varsa o da insanın hayatının sırrıdır. İnsan hayatının sırrı öyle birşey ki insan onu keşfettiğini sandığı andan sonra bile, sanki eline alakasız bir broşür tutuşturulmuş gibi hayatına devam edebiliyor. Bilimadamlarınca en iyi hafıza bizde var diyorlar ancak konu altından kalkamayacağımız gerçekler olduğunda onları geri plana atmakta da üstümüze kuşlar sıçar. "Altından kalkamayacağımız bir şey" söz konusu mu orası da pilav tenceresinin kapağı kadar bulanık. Lakin insan kendi elleriyle yarattığı şeyden ürküp ölebilir mi ki?

İnsanın sadece bir beyinden ibaret olduğunu farketmesinin kendisine ne gibi bir zararı olabilir ki, yaşadığı hayatı buna göre şekillendirmezse eğer? Ortaya bir kaç soru attım, öyle ortaya uçuşan güvercinler istiyorum. Ama ağızlarına aldıklarında bunu tükürmelerini, sonrasında da suratıma "allah belanı versin, gudubet herif" der gibi bakıp uçmalarını istiyorum.

Uç bakalım...

18 Kasım 2009 Çarşamba

çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak-II-

Nov 18 - 9:09 AM
*Muhtemelen o alıcıvari kulaklarıyla yarasalar gibi duyduğuna inandığım çocuğun çenesinde koşullanan, ev köşelerinde biriken tozlar gibi ince ve tek tük olan kıllara bakarken, acaba bu çocuk Batman olabilir mi diye düşündüm. Mümkünse olsun. Hatta gidip ailesine rest çekip, dedesini yanına alıp (uşağı yapacak onu sonuçta) İzmir'deki Havagazı Fabrikasının altına malikanesini kursun. Bunu söyleyeyim dedim ona ama o indi otobüsten. Düşünce okuyamayan süper kahramanı piranalar yesin. Lakin Sookie Stackhause bile okuyabiliyor düşünceleri.

Nov 18 - 9:13
*Sabah güneşinin etkisiyle, asfalt o kadar parlıyor ki, her şoföre bir tane güneş gözlüğü verilmesi gerektiğini düşünmeden edemedim. Bütün gözlükler dede gözlüğü gibi olsun ama. Sümük gibi böyle.

Nov 18 - 9:37
*Bomboş, terk edilmiş, hayatsız, insandan yoksun, eski bir öğrenci yurdundan daha ürkütücü olan şey: o boş binanın perdesiz, arkası karanlık bir penceresinden, esmer, bıyıklı, garip görüntülü bir amcanın dışarıyı izlerken bana bakmasıydı bence.

Nov 18 - 9:43
*Yazma isteğimi kaybetmekten o kadar korktum ki şimdi, polislerden nefret eden bir anarşistin, hırsızlık gibi bir olay başına geldiğinde polise sığınması gibi, yalnızlığı tercih edebilirmişim gibi geldi.

Nov 18 - 9:44
*Ilık hava bu sefer sol kulağımın içindeki zarı aşıp, karnıma doldu.

Nov 18 - 11:23
*Yalan söylemenin kolaylığı hakkında, kafamdaki bir arkadaşla sohbet ettim. Neler söylediğimi unuttum.

Nov 18 - 12:34
*Makro nutrient: C H O N P S (sınav öncesi yazılan, sınavda işe yaramayan kopya)

15 Kasım 2009 Pazar

çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak-I-

Nov 14 - 5:21 PM
*İnsanlar eğer konu eşcinsellik olduğunda, hayatlarında bir kere bile kendilerini onların yerine koymamış olsalardı, bu durumu gördüklerinde "aaa iki tane erkek" diye düşünüp gülerlerdi... Lakin objectophilia diye adlandırılan obje seviciliği duyduklarında gülmelerinin sebebi bunu hiç bi zaman kafalarından geçirmemiş oluşlarından başka bir şey değil.

Nov 15 - 1:47 AM
*İçi bomboş, insansız bir belediye otobüsünün şöförü olmak, arkamdaki uzun boşluğu yolculuğa çıkarmak isterdim.


Nov 15 - 4:18 PM
*Ilık hava gözlerimin aralarından sızıp içime doluyor.


Nov 15 - 4:26 PM
*Sudaki baloncukların patlayıp üç ve daha fazla halkadan oluşan, kısa süreli, insan hayatı gibi, ölüm gibi yayılan dalgaları oluşturmaları...


Nov 15 - 4:29 PM
*Sigara ağzımda ilk kez çilekli sakız tadı gibi garip bir tad bıraktı.


Nov 15 - 4:33 PM
*Suda olan, suya dair olan her şeyde bir bütünleşme söz konusu. Patlayan baloncukların (hala onları izliyorum) çıkardıkları küçük dalgalar yok olup, suya karışıyor ya da attığım sigaranın külleri dağılıp içinde kayboluyor.. Deniz kussa içindekileri kim bilir neler çıkacak?


Nov 15 - 5:09 PM
*Aslında ben dünyaya bir renk olarak gelmek isterdim. Gri-turuncu-mor karışımı, insanın baktıkça ruhunun pamuklaştığı bir renk... Yada bir kemanın en ince telinin en ince kısmından çıkan, ağlamaklı bir çocuk sesine benzeyen notası olarak gelmek isterdim. Ama onun yerine, belediye otobüsündeki, yağlı burunlu, uzun boyunlu, adem elması fırlamış, kahverengi bir çocuğum. Tanrı olsaydı eğer, bana bunu yaptı diye döverdim onu.


Nov 15 - 5:31 PM
*Bir kadının yüzüne bakıp hayatını okumak, kızını sevişini, kocasıyla anlaşmaya çabalayışlarını, olaylar karşısındaki masum tutumunu, yemek yaparken düzenli oluşunu, televizyon izlerken uyuyakalışını düşünmek, insanın gözlerini doldurmaya yetiyor. O kadar tatlı ve yumuşak ki, insanda bir bebeğin kafasının altındaki yastığın huzuruna benzer bir duygu veriyor. Edith Piaf'a benzeyen yüzünden, tıpkı Piaf'ınki gibi yaşanmışlık ve o yaşanmışlığın getirdiği kanser edici acılar okunabiliyor... Böyle bir insanın mutluluğu yaşaması, onu şuankinden daha etkisiz eleman yapacakti belki ama gene de mutlu olsun istiyorum. Hatta ölmesin istiyorum. Sırf o kadın için bir gün bir öykü yazıp, öykümde onu, orta dünyadaki bir elf gibi ölümsüz yapacağım... Bunu hak ediyor..

kız gelmeye devam ederse Dön'den, erkek olduğu anda ise Dur'dan isim türetmek

 1 haftadır aytaç(i-touch) sahibi bireyin yapacağı şeyler oyun oynamak olabilirdi. Ama ben öyle yapmadım. Ben insanlık için küçük, benim için büyük bir adım atıp, beynimin kalıcı hafızasına kodlamayı beceremediğim şeyleri, ipod'un "notes" application'ında biriktirdim. ortaya böyle cheescake vari gariplikler çıktı. (peynirle çikolata garip bir şey dedeme sorsan)

11 Kasım'da saatler 2:16 yı gösterirken "done" tuşuna basılan notun içeriği şu:
Vücudumun çıkabilecek her yerinden sıvı boşalttım, beynim zifiri karanlık...
Bu cümlenin göründüğü üzere alt metni şu oluyor: Mastrübasyon yapan, ardından öksürükle balgam çıkartıp lavaboyla tükürüksel, pis bir ilişki yaşayan, ardından ablasının telepatik güçleri sayesinde ihtiyacını duyduğu anda sevgi dolu bir mesaj atmasının verdiği, mutlulukla karışık yalnızlıktan ağlayan kişinin, beyni öyle bir boşalıyor ki, florasan ışığının o beyaz aydınlığı bile görünmez olup, karanlık, huzur veren bir siyaha bürünüyor.

Vesaire.

O günü izleyen günlerde, 30 yaşında, bir başarı örneği olacak şekilde evlenmeyi başaran kuzenimin düğününe gitmek için aceleyle çıkan bünyem, otobüs durağındayken, araba farlarından çıkan ışıkların karnında biriktiğini düşünürken, bir taraftan da taşlanmış kot pantolonlu, saçları jöleli 4 tane üniversiteli erkeğin kolkola girip yürümesini, 2 yaşındaki bir çocuğun televizyon izlerken yaşadığı şaşkınlığa benzer bir şekilde izliyordu.

Çeşit çeşit insan var Durmuş. Tıpkı senin ve senin gibi Dur'dan türeyen türevlerin gibi. Çeşit çeşit insanlar var. Bana bunlardan en çok acı verenleri kilolu ve aynı zamanda kemerli bir buruna sahip insanlar oluyor. Onların yalnızlık, elindekiyle yetinmek ve üzüntü kokan kaderiyle bütünleşmenin verdiği ağırlık, Dancer in the Dark'ta Björk'ün kendini yere atışını izlemek zorunda kalmak kadar ağır olabiliyor. Öyle ki gözümde canlanan gelecekleri en kötülerini görüyor; çıplak yağlı vücutların bir birlerine çarpışları, yoruldukları an ekşi hamur kokan terlerine katlanmaları, insanların onları şirin bulmalarına alışmaları, zayıf kadınları, erkekleri birbirlerinden kıskanmaları... İnsanın bunları düşünüp de genel yani global yani dayatılan yani reklamı yapılan güzellik kavramını düşünmemesini, bunların aklına geçmemesini beklemek, Deniz Baykal ile Derya Baykal'ın soyadı benzerliklerinden evlenmesini beklemek gibi bir şey. Simetrik, küçük ve orantılı olanın güzel olduğunu düşünen beyinlerin nereden çıktığını da anlayabilmiş değilim. Lakin bu özelliklerin hiç biri yaşamsal açıdan hiç bir önem taşımazken, evrimin buraya gelmesi, İsmail YK'nın şarkısını ezberleme ihtimalim kadar garip geliyor. Küçük burunlar, düzgün kaşlar, renkli gözler bizi hangi hayvandan korudu ki ilkel dönemlerimizde de bu hale geldik sonrasında merak ediyorum. National Geographic'te ya da Discovery Channel'da izlediğim bir belgeselde kaslı vücutlu erkeklerin, ince belli kadınların doğurganlık ve sağlıklı görünüm vermesi hakkında bir şeyler söylüyordu. Bunu anlamamak için koala olmak gerek ama genede düzgün suratın sağlıklı olması gibi bir durum söz konusu olamaz. Bu arada "söz konusu" acaip bir tamlama onu da söylemeden geçemem. Söyledim ve geçebiliyorum.

Sakallı, kıllı, yapraklı atalarımızdan bugüne olan değişim hakkında derin bir bilgim olmadığından, iftira.com'a copy paste yapmayı planladığım paragrafıma geçiyorum.

otobüse binmiştim. ön taraflarda durmam otobüse binen insan sayısı arttıkça bir tıpa görevi göreceğinden hiç bekleme yapmadan, bindiğim gibi en arka tarafa doğru ilerledim. en arka kapının önünde, kulağımda müzikle, sis çökmüş şehri izlerken arkamda bıyıklı bir adam belirdi. bir elini solumda kalan kapıya monte edilmiş demire, diğerini ise sağımda kalan tutulmak için yapılan demire koydu. ilk başta rahatsız olmamıştım. ardından yere 30 derecelik bir açıyla bana doğru eğilince "otobüs kalabalık, ondandır" dedim içimden. ancak arkasındaki boşluğu gördüğümde "bu şekilde rahat her halde" demek saflık olacağından öfleyip püflemeye başladım. Anlamadı. Kapı açılırda elini çeker diye beklerken ensemde nefesini duyunca, içimden gelen yumruk atma isteği, sokakta bir köpeğe tekme atan gençlerin kafalarını pestilleştirmek istememden daha fazlaydı. Elimle kolunu ittirip, orta kapıya gittim. Çok korkutucuydu. Annemi arayıp ağladım.

Yazan, *_* hikaye_anlatmayı_beceremeyen_izmirli_19 *_*

9 Kasım 2009 Pazartesi

vize'ye gitti gelecek

üniversiteli olmak, beni otobüsteki yaşlı popülasyonun artmasını izlemenin germesi gibi geriyorken, bir de "vize" lafını kullanmak karnıma patolojik ağrılar sokuyor.. patolojik kelimesini kullanmanın verdiği entellektüellik görüntüsü altında atlas gibi ezilirken, yanımdan 104 numaralı otobüsle geçen herkül kılıklı, bir karış kol kalınlığına sahip fitnısçı damarlı abiye ıslık çalıp, al entellik de patolojik kelimesi de senin olsun diyorum ancak o bana kabarık alt dudaklarını büküp püflüyor..

sonra annem arıyor, o ararken biriyle kemikleri petrol olmuş ya da birilerinin genlerinde cirit atan daha sperm-yumurta-embriyo bile olmamış sevgilim hakkında konuşuyorum. 1 saat sürüyor bu konuşma ve şimdi bitiyor. 2 cümle arasındaki o 1 saat ise, klavyenin space tuşuyla ifade edilecek kadar kısa gelecek bu paragrafı okuyana. sonra, hem iş hemde yol arkadaşına "ne çabuk geçmiş zaman hüseyin" diyecek anlamsız bir surat ifadesiyle bana bakan kasiyer çocuk. otobüs durağında kestiğim halde bir kere bile yüzüme bakmayan 80 yaşındaki teyze ise evine gidip, beni düşünüp, yirmili yaşlarındayken utangaç bakışlarla bakıştığı bahriyeli'leri düşünecek. sonra koltukta sızmış pipisi göbeğinin içinde kaybolmuş kocasına bakıcak.

bütün sansürsüz ve güzelce çevrilmiş yabancı filmlerdeki, pis ağızlı, pis ahlaklı, pis kıyafetli, çökmüş insanların kullandığı fucked up kelimesinin sözlükteki karşılığında verilen cümle içinde kullanım örneklerindede, "bkz: can'ın odası is fucked up, can'ın boğazı is fucked up, can'ın benliği is fucked up" cümlelerinin konulmasını isterken, demek istediğim, vizelerden sonra hayatıma bir kedinin kirlendikten sonra yalanması gibi sakince çeki düzen vermek istediğimdir...

ane brun gibi bir kadının ağzından çıkan melodik ezgileri dinlerken, insanın kendisini amerika çöllerinin ortasında kurulmuş karavanlardan birinin önünde, yayılmış bir şekilde oturarak bulmaması imkansız. bu durumun sağladığı dezavantaj ise gerçekliklerden ışık hızıyla kopan adamın maddesel bütünlüğünü yitirip, yarın sınavda sorulacak soruların kaygısından uzaklaşması oluyor..bunu yapan benim ve de...

öğlen vakti, ankastre mutfakların arasında yemek yapan, martha stewart edasıyla hazırladığım kayıglardan uzaklaşma yemeğini üflüyerek yerken, üzerime dökülen yağ lekesi beni gerçekliğe öyle bir döndürüyor ki, canlı yayında küfür ettiğimi unutuyorum. seyircilerden gelen şaşkınlık ve gülme seslerini, tefal'in sunduğu "can mutfakta" reklamlardan sonra devam edecek sözleri kesiyor. reklam arasında izleyiciler kumandalarıyla bir kadının vibratörü, bir erkeğinde elini kullanması gibi bütünleştiklerinde, ben, programın sunucusu, annemden aldığım duygu dolu mesajlar yüzünden ağlayarak, "alkışlamayın lütfen" diye yerlerinde mıhlanmış şişko kadınlara bağırıyorum...

lakin sınava çalışmam gerek.

saatler 21:38 gösterirken ayakları açılan plastik sandalyesinden kalkan bademcik hastası kişi, önce "zeytin yağı-pekmez-limon-karabiber" karışımını içecek, ardından üstüne ılık su + limon karışımını kafasına dikecek, son olarak da, dedesinin öldüğünde saldığı kokuya benzer bir şekilde kokan odasındaki yatağının içine girip, anlamsızca, yorulduğunu düşünerek, fizik notlarına bakacak..

sikeyim vizeleri de, fiziği de.. (ha ha... - a aa.... tefalin sunduğu "can mutfakta"......

3 Kasım 2009 Salı

beynin duruşu ve bu duruş esnasındaki bakışı

son yedinci sigaramı kibritle yaktığımda ağzıma gelen kükürt tadının verdiği tiksinti, çaya şeker diye tuz atmış bir insanın duyacağı tiksintiye eş değer... sigara dumanı gözüme kaçarken kafamdan geçen şey ise ağzım... pek alakasız yani..

belediyenin yaptığı yol yapım çalışmalarının hiç bitmediği, fakir bir ilçeye benzeyen ağzımın içinde, yirmilik dişimin, üstüne kaplı olan eti, delme makinasıyla deler gibi, çevresine et parçacıkları saçarak çıkışı... ağzımın içinde bir kara delik oluşturan azı dişimin içine kaçan ekmeği, dilimle, sanki kapağı açık bir kanalizasyon çukuruna düşen çocuğu kurtaran itfaiye edasıyla çıkarmaya çabalamam... kabarık, her dokunuşta, hatta dokunmasam bile, sebepsiz yere patlayan kanalizasyon boruları gibi kan akıtan diş etlerim... kuruduğunda çevresine bok kokusunu yayan bir çamur gibi koku yayan kurumuş kanlar...

ağzımın içinde sorumsuz bir belediye var. asıl durum bu. ilçe sakinleri bu durumdan her ne kadar rahatsız olsalar da, ellerinde güç olmadığını düşündüklerinden bir şey yapmıyorlar.. tek yaptıkları, sinir yatıştırıcı sigaralarını içmek, bir kaç küfür etmek ve anti-depresan vari ilaçlar almak...

"dünyanın bütün işçileri birleşin" diyen marx a seslenmeden edemeyen beynim, "marx amca baksana, lambaları yaksana, ağzım elden gidiyor, tüm işçilerle bişey yapsana" adlı çocuk şiirini yazan altı yaşındaki, annesi alman, babası arnavut vatandaşı olan küçük Gjelbër Pesëdhjet (okunuşu: celbır pesdhyet) arkadaşımın gözlerinden öpüyor, daha fazla saçmalamanın bulunacağı paragrafıma doğru kafam eğik bir şekilde yarım adımlarla yürüyürorum...


ev arkadaşımın verdiği yeşil ve yeşil olduğundan dolayı sanki radyoaktif, dna değiştirici, mutant yapıcı bir madde özelliği taşıyormuş gibime gelen ağız gargarasının* ağzımda bıraktığı dikenli uyuşukluk hissi, taşa oturan bir poponun yaşadıklarını düşündürtüyor... aktüel dergisi geçenlerde böyle bir röportaj okumuştum. google dan arayıp buldum.. röportajdan bir kesit:


röportajcı: evet popo bey-hanım, ne oldu da neler hissettiniz?
popo bey-hanım: vallahi, ben hiç bir şey anlamadım... kordonda yürürken yorulduk biraz, sahil kenarında ki taş çıkıntılara oturalım dedik.. oturuş o oturuş.. diğer lobumla konuşmaya dalmışız.. sonra hava karardı, e artık kalkalım biz dedik. o da nesi.. derim sanki binlerce taşla bütünleşmiş de ben kalkınca ayrılmak istemiyorcasına tutuşmuşlar.. bu nasıl bir aşk yarabbi diyerekten, aşıkları ayırarak zorlayıp kalkayım dediğimde de bir batııışş, bir sızı, bir uyuşmaa... 


aktüel deyince ciddi bir şey bekledim bende ilk başta. böyle "yazdıklarına referans yapabilecek, söylediklerini kuvvetlendirebilecek kaynaklardan yararlanma" tüyosunun öğretildiği kompozisyon dersindeymişim gibi hissettim hatta..


kompozisyon dersi demişken..


daha benim bıyıklarımın arasındaki boşluklar amerikadaki büyük kanyon kadar genişken, saçlarım sabah uyandığımda, hazır oldaki bir asker gibi dim dik duracak kadar uzunken (insanın kafasında sabah ve dik kelimeleri geçtimi "sabah ereksiyonu" adlı şey geliyor biliyorum ama değil) hocaların beni sınıfın en önünde görmekten mutluluk duyduğu zamanlarda.. yani lisedeyken... yani ilk kompozisyon sınavındayken... ben hayatımın  en komik yazısını yazıyordum.. mevlananın "göründüğün gibi ol bebişim" adlı düstüru hakkında yazmamız istenildiğinde yaptığım şey, ikiyüzlülüğü bir hastalıkmış gibi anlatmak, bulaşıcı olduğundan bahsetmek, sonuna da "ya göründüğün gibi ol, yada olduğun gibi görün!" (evet, bildiğin sonunda ünlem var) cümlesini yapıştırmam olmuştu...


kendimce "uuu çok etkileyici oldu" diye düşündüğüm bu kompozisyondan edebiyat hocam da çok etkilenmiş olmalı ki, herkesin gözü önünde, rutkay aziz edasıyla okumuş, bu okuyuş sınıf arkadaşlarımda "naptın olum" gibisinden, dalga ile övme arasındaki ince çizgide sallanan bir sarhoş edasıyla bana bakmalarına sebebiyet olmuştu...


biraz çocukluk anısı, biraz an yorumlaması, biraz diş ağrısı, biraz da yabancı şiirden oluşan bu, "son zamanlarda bana eski tatmini vermeyen yazılarımdan biri" ne son verirken ya göründüğünüz gibi olmanızı, ya da olduğunuz gibi işemenizi istiyorum.. bu kadar...








(*) ağız gargarası diye bir şey var mı bilmiyorum.. başka bir yerinle gargara yapamayacağına göre yoktur. ama yazdım genede.

2 Kasım 2009 Pazartesi

hohladığında çıkan sahte sigara dumanı

odamdaki tek ışık kaynağı olan bilgisayarın ekranını güvenli bir mekan diye belleyen kara sineği, holün ışığını açıp, elimle ittire ittire kovdum. tam o sırada ayak parmaklarımda hissettiğim şey ise, liseli bir kızın, samimi olmadığı insanlardan bile andaçına bir şeyler yazmasını istemesi gibi, kendi hakkında söz etmek zorunda bırakan, soğuk oldu. tıpkı sabah evden çıktığımda olduğu gibi...

şu son 3 gündür, balkanlardan mı yoksa kuzey kutbundan mı geldiğini bilmediğim soğuk hava dalgası, bir kafede otururken, çağırmadığın halde, yapacak başka bir şeyi olmadığı ve yalnızlık çektiği için gelen, o gelesiye kadar yapılan muhabbeti alaturka bir klozete, kendisini ise sıkışmış ve kum bulmuş bir kediye dönüştüren bir "laftan anlamaz" insan gibi, izmir'e uğradı ve gitmek bilmiyor...

muhabbetlerinin içine edilen izmir'liler ise otobüs duraklarında, sigara içmek zorunda oldukları dükkan önlerinde, kaldırımlarda, perşembe pazarlarında, vapurla iskele arası yürünmesi gereken yollarda, bu rahatsızlıklarını dile getiriyor.. ellerinden gelse imza bile toplayabilecek olan bu insanlar, otobüslere bindiklerinde, onları incelemek için öndeki ters koltuklardan birine oturmuş bana, galadriel gibi, donuk, üşümüş ve titreyen gözlerle bakıyorlar... o üşümüş, titrek bakışlara baktığımda, karnımdan dudaklarıma doğru (sanki kusacakmışım gibi) yükselen haz duygusu, dudaklarımda ufak, yarım yamalak, istem dışı bir sırıtmaya sebep oluyor... bunu gören "üşümüş insan kişisi" onunla, "hava ne kadar soğuk değil mi hemşerim" adlı yöresel, anonim orta-oyununu oynadığımızı düşünüyor... rolünün hakkını vermek için attığı soru soran bakışına cevap niteliği içermeyen bir bakış atmam ise, dumur olmasına, seyircilerden kiminin gülmesine, kimisinin ise çürük domates fırlatmasına sebep oluyor.... ben ise yaptığım bu eylemin sonucundan o kadar mutlu oluyorum ki, kafamı çevirip, dışarı bakayım derken, otobüs camıyla ilişkiye giresim geliyor...

soğuk böyle bir şey işte..

yılın 6 ayı boyunca, beynin lapalaşmasına sebebiyet verecek bir güneşe maruz kalmaktan, buna göre evrimleşen bünyemin böyle tepkiler vermesine sebep oluyor..

kafasını toparlayamayan, asıl beyin lapalaşmasını şimdi yaşayan, söylediklerine kendisi bile gülmeyen, "benim demek istediklerim bunlar değildi, avukat anım, siz ne diyorsunuz, allah aşkına" tarzında kalın, tok bir sesle konuşan insana dönüşümümü incelediniz.. yarın gene aynı saatte buluşmak üzere, esenle kalın, sağlıklı kalın...

29 Ekim 2009 Perşembe

viva la muerte!

ben hangi ara trip-hop dinlemeye başladığımı, bir çocuğun parmağındaki çikolata tadının nerden geldiğini merak etmesi gibi merak ederken, mr. muscle'la el sıkışmış olduğumdan, parmaklarım ağrıyor, parmaklarımın üzerlerine sarılı olan derim ise gerilip, suyunu havaya veriyor..

torrent'in bana, "üç buçuk saat sonra, istediğin diskografi inmiş olur" deyişi, içimde dayaktan hastanelik edilmiş bir mutluluk yaşatıyor. yanımda tasmayla dolaştırmasam hemen kaçacak olan vicdanım "yazık değil mi mutluluğu neden dövüyorsun?" diye sorduğunda, "dayağı hakediyor, 5-10 albümü yaparken, alın terlerinin ıslattığı ıslak stüdyo zeminlerine bak" diyesim geliyor.. ama terden ıslanmış bir zemin yok. görmedim. görseydim eğer şu anda burada, bilgisayar başında, kendine özgü hiç birşeyi olmayan, sookie stackhouse kadar salak bilgisayar masasının önündeki plastik sandalyede oturmuyor olurdum. fındık beynim, yazı yazarken, kendini bulunduğu ortamdan koparıp, dinlediği müzik grubunun, dinlediği şarkısını kaydettiği stüdyodaki camın arkasında, onları izlediğini sanıyor. halbuki, wap cam den fotoğrafımı çeksem, internet kafedeki wap cam'den çektiği kareyi profil fotoğrafı yapan ergenlerden farklı görünmem şu odada.

odama duyduğum nefretim, gördüğüm zaman içimden bütün küfürleri sayıp, ağzının ortasına kafa atıp, dudaklarının patlamasını dilediğim, sokakta, çocuğunu, suratında bir bıkkınlık ve nefret ifadesiyle döven annelere duyduğum nefrete eş değer... insanın içindeki nefrete de şaşmak gerek bu arada. o zaman, insanın içindeki nefret konulu paragrafıma birşeyler yazalım.

-insanın içindeki nefret konulu paragraf-

hümanistim ben diyen insanlara inancım ortaokulda sıra dayağında beni ayırıp sınıfın diğerinin parmak uçlarını ağlatan, tırnaklarını kıran hocamı gördükten sonra bitmişti sanırım. insanın öyle zamanlarda ayrı tutulmaktan vicdan duyması aslında sonrasında olacaklardan duyduğu korkudan (sonrasında olacaklar: hoca seni ayırdı diye, sınıf arkadaşların da yediği dayağın nefretiyle bakışlar atar mesela). hocaya karşı nefretim de bu yüzdendi. ecevit görüntülü, kızları taciz eden hocanın aptallığı, içinde duyduğu çocuk nefretinden kaynaklanıyordu, bana olacakları göremedi.. öyle bir sinir, insanın geleceğine bir sis indirip, ayağına takılacağı taşı görmesini engelliyor. tıpkı benim o anneyi döverken, çocuğunun beni izlediğini unutacağım gibi. "kafamın içinde" anneyi döverken bile çocuğu devre dışı bıraktığım o olayda, çocuğun, annesinin ağzından akan kanları görmesi, annesinin onu dövmesinden daha çok üzeceğini, 7-8 yaşındaki beyni daha babasının, annesinin ve televizyondakilerin dedikleriyle dolu olan çocuğun üzerinde daha travmatik bir etki yaratacağını göremiyor insan.

ama insanın aklına, sağ tarafındaki melek, bir tane yapışkanlı kağıda yazılmış notu bıraktığında işler değişiyor... "nefret de sevgi gibi görmeni engeller" yazan bu notu okuyan beyin, sevgi duygusu esnasında, insanın kızması gereken şeyleri görmezden geldiğini düşünüyor...

sonuçta ortaya bir sorunsal denilemiyecek kadar doğal bir durum çıkıyor.. seviyor, sevmiyor, nefret ediyor etmiyor, görüyor, göremiyor... fark etmiyor... her şeyi gören bir insan olsaydım eğer, for example; medium memiş, yapacağım eylemlerin sonsuz sayıda torunu olacak sonuçlarının ağırlığından bir şeye karar veremezdim... ki kararsızlıkta bir sonuç doğuruyor, oda başka bir sonuç... yani small-medium-large memiş gibi olan insanın, yiğit özgür karikatürlerindeki delilerden biri olmamasını beklemek, mehmet ali birant'ın doğru düzgün bir haber sunacağını beklemek kadar komik...

pişmanlık duygumun ağzına bilardo topu tıkıp, tecavüz edip, ardından öldürdüm, öldürdükten sonra da küçük neşter darbeleriyle kestim.. etrafımda çocuk mocuk yoktu. pişmanlık duygumunda kadavradan farkı yoktu. ama tutuklamaya gelirlerse suçu trip-hop ın üstüne atacağım.. yazının başında planladığım şey buydu işte.. nihahaha...

en fazla 6 ay yatarım, sonra da deniz seki edasıyla çıkıp "yaşasın özgürlük" derim yapmacık bir ağlamakla sanki umurumdaymış gibi... ardından trip-hop yargılanır, idam cezası alıp idam sandalyesine oturtulur (o benim beyaz plastik sandalyem olabilir) trip-hop'a iğne yaparlar, equilibrium filminde insalara hissetmesin diye yapılan iğne gibi.. bende böyle depresif şeyler yazmam bir daha...

toprağın dibindeki dip not: deniz seki'nin yaşasın özgürlük dediğini magazin programları izlerken gördüm evet. o gün magazin programı izledim. gocunmuyorum. azıcık utanıyorum ama masaüstümde fotoğrafı duruyor o anın.. baka baka şevk alıyorum.

başka bir edit: koyduğum fotoğraf bana trip-hopsal geldi. yoksa alakasız fotoğraf koymuyacaktım ben.
editimin editi: üstteki editten başkasına neyse?

28 Ekim 2009 Çarşamba

noelba ba öldi mi, issiz ajun kaldi mu?

vücudumdaki bütün sinirlerin, ayak parmaklarım ve topuğum arasında sinirli bir şekilde volta atması, hafif bir ağrı veriyor... rahatsız ediciliği, gece gece üstüme doğru gelen, yerden taş alıp fırlattığında yere değesiye kadar takip eden yarasaların ürkütücülüğü kadar. bizim sokakta iki tane sokak lambası vardı uzun olmasına rağmen. biri başında biri sonunda. biz sonundaki lambanın önündeki apartmanlardaydık. akşamları dışarı çıkmadığımız zamanlar, balkona çıkar, sokak lambasının etrafında, sokakta biri bağırmaya başladığında yada kavga ettiğinde çevresine toplanan insanlar gibi ışığın etrafında toplanıp, "acaba noluyor, ne olmuş? kavga mı? haa.. amaan.." gibisinden yorum yapan sinekcikleri kapan yarasaları izlerdik... o zamanlar daha ben çocuktum. yarasalar beni ısırırsa batman, bir tane böcek ısırırsa o-böcek-man olacağımı sanardım. yani her hangi bir hayvan beni ısırırsa "adı geçen hayvana" dönüşeceğimi düşünürdüm. (sivrisinekler bu familyaya ait değil)

ancak yavru bir kediyi seveyim diye kıstırıp elimi tırmalattığımda olduğum yusuf yusuf halini şu ana kadar yaşamadım. kapkara (ki kirden değil-doğal rengim o) ellerimi sanki beyazlaştırmaya çabalarcasına onlarca kez sabunla yıkamam, anneme iki dakikada bir "bir şey olur mu anne? doktora gitsek mi?" sorusunu sormam, kardeşim "geçen özgenin bir arkadaşı o yüzden ölmüş" deyince de ağlamam... minacık, kanın bile akmayı reddettiği sıyrık yüzünden...

kendini ve bu blogu günlükvari bir şeye çevirecek pargarafıma, soğuk kış gününde banyoya giren çocuğun isteksizliğiyle geçersek eğer;

bugünün tarihinin tutulmasını bile istemiyorum derim... lakin, "bugün" saat 5 civarından sonra, kendini bugün olmaktan çıkarıp geçmişten kareler gününe çevirdi.. hayatımdaki en büyük değişimleri, içsel hesaplaşmaları, dışsal sorunları, bitmek bilmeyen karın ağrılarını ve korkuları yaşadığım dönemden gelen, kesik ama bir o kadarda o dönemde hissettiklerimi bana tekrar hissettirme konusunda etkili olan görüntüler, bugüne beklenmedik bir anlam kazandırdı. hayatta karşılaşacağımı asla ummayacağım, bir dönemler kafamın içinde idol edip, yücelttiğim bir insanı, okuldan arkadaşları beklerken görmek... geçmişten kalan bir alışkanlıkla neler olup bittiğini, ne halde olduğumu, nelere ihtiyaç duyduğumu birebir söylemek... o gittikten sonra gelen 1-2 dakikalık kafa karışıklığı esnasında, gene o dönemin insanlarından biriyle karşılaşıp, kafa karışıklıklarının sona ermesi...

hepsinin yaklaşık 15 dakika filan sürmesi ise en garibi.. yani 24 saatlik bir süre içersinde, içimde 2+1 bir ev tutan, karnımı ağrıtan, gözümü seyirten bir 15 dakika olması gerçekten garip...

iç dökme seansı paragrafımın ardından gelecek olan geyik paragrafa bakalım o ne diyor;

yere sabit, ama dünyanın içinde kendi yörüngesi etrafında, insanlar elledikçe dönen yuvarlak bir milli piyango bilet tezgahının başında duran kadının oğlunun adı Murat olsun dedi ve adı artık sizin ve benim için murat.

merhaba murat,

ben günün %4 ünü bloguna yazı yazarak geçiren can abi ( mektubuma cevap yazarsan öyle sesleneceksin bana)... bugün seni sevinç pastanesinin önünde gördüm... poz mu veriyordun murat? yok yok, sen o kadar kirlenmemişsindir, ki zaten çevrende yaptığını hoş bulacak yaşıtların yoktu , hepsi kocaman, gossip girl'den çıkma (o ne diye soracak olursan merak kediyi öldürür derim- o ne demek yani dersen de sen sus derim haberin olsun ondan şimdiden sus) her neyse işte, gossip gilr'den çıkma (söylemezsem  ne olduğunu, böyle su balonu gibi patlarım- dizi murat bu gossip girl, ama izleme)... bak sayende dağıldı mektubum..

ne diyordum?.. çevrendeki insanlar diyordum.. onlar öyle senin yaşıtın kızlar gibi değil... yaşıtın kızlarla aran nasıl bu arada? şöyle şöyleler, saçımı çekiyorlar, önlüğümden tutuyorlar, kikirik gülüyorlar diyorsan eğer, onlar o çevrendeki büyük, kocaman ablalarını örnek alıyor murat. sen almıyorsun örnek büyüklerini, ben gördüm bak sende onu. çünkü baban yok, annenle dolanıyorsun. annenini de dinlediğin yok. devam et..

anneni dinlemediğini nerden mi biliyorum? klima borusundan aktığını bilmediğin, o yüksek yerden düşen suyla kafanı ıslatırken, annen sana yapma dedi, sende devam ettin, bende seni izledim, oradan biliyorum... aferin murat. sonra avucuna akmasına baktın.. güzel geldi demi, eğlenceli.. sen annenle gittikten sonra, taklit ettim ben seni, eğlenceli olduğunu oradan biliyorum...

ama murat dilini çıkartıp, kafanı yukarı kaldırıp, o suyu içmeni taklit edemedim. yaşımın gereği öyle bir şey yaparken, senin gibi gözden kaçamıyorum ben maalesef.. insanlar bakar, deli der, ne yapsa yeri der... öyle düşündün demi? aklını okuyabilirim murat ben senin, bende pokemondaki hiç bir poketopundan çıkacak yaratığın olmadığı güçler var... sana da öğretirim zamanı geldiğinde. merak etme. öyle işte...

insanlar "deli" diyor murat, yada "kafası güzel".. yada "çocuğa bak yazık", yada "özenti, ne yaptığını sanıyor şimdi o gerizekalı?" diyorlar.. herşeye söylecek birşeyleri var ama hissedebilecekleri birşey yok murat insanların.. sende öyle olcaksın. ama cevap yazarsan olmazsın.. beni böyle hani ucun bittiğinde uç istediğin, ya da sorunun cevabına uğraşmak zor geldiğinde, utanmadan "cevabı ne memetcan" dediğin arkadaşına yaptığın gibi kullanabilirsin, izin veriyorum. sen sor ben anlatırım...

anneni öp benim için.. babanı da boşver, kıçıkırık herifin teki o...

27 Ekim 2009 Salı

önce kadınlar ve çocuklar

benim dişim bundan önce bir kere, kardeşimin benim saçımla "kınalı tahir dizisindeki alişan'ın saçı gibi, saçlarının önleri" diyerek dalga geçtiği, 99.5 frekansının izmir'de kylie minogue'un come into my world şarkısının sürekli aralıklarla döndüğü capital radio'ya denk geldiği (şimdi virgin radio), muhabbet kuşumuzun, eve getirilen kedi, sırf kafesinin yanından geçti diye kalp krizinden öldüğü zamanlarda çürümüştü... o zaman çektiğim acıyla başa çıkma yollarım, yanlışlıkla yuttuğunda boğazının altındaki bütün çakraların kapanmasına sebep olan, ısıtılmış sirkeyi gargara yapmak, suratının japon animelerindeki karakterler gibi şekilden şekile girmesine  sebep olan kolonyalı mendili dişime bastırmak filandı... hatta anneannemin dişime okumuşluğu bile var ki bu yöntem aralarında en işe yarayanıydı, ve anneannemin kucağında enseme doğru gelen pıfffff, tü tü tü sesleriyle diken diken olan tüylerim de işin güzel yanıydı...

şimdi gene çürüdü dişim. türkçenin saçmalığından mıdır bilmem ama öyle dediğim gibi, bir anda çürümedi.. bu sürecin arkasında bir geçmiş yatıyor ve o geçmiş öyle inkar edilecek gibi değil... doğru düzgün fırçalamadığım dişlerimden, alttakilerinden en soldan ikinci, azı dişi olduğunu tahmin ettiğim dişim, 6 ay boyunca maruz kaldığı sigara, kola, nescafe, bira kapağını artistik şekilde açmalarının sonucunda, ortası ve bir kenarı gitmiş, yıkılmak üzere olan bir osmanlı ya da bizans  kalesinin tek kalmış suru gibi öylece duruyor.. surun arkasında konaklanmış askerlerse geceleyin savaşa başlıyorlar... ağzımın içinde Üçüncü Dünya Savaşı gerçekleşiyorken bende onlara denizde patlayan bombalardan sıçrayan su efekti olsun diye tuzlu suyla gargara yapıyorum...

o ekşından heycanlanıyorlar olsa gerek, bir anlık dumur olma süreci yaşayıp, savaşmayı bırakıyorlar... tabi ki her savaşta olduğu gibi, en büyük acıyı önce çocuklar sonra kadınlar sonrada şehrin kendisi çekiyor..

neyseki bunlar dün gerçekleşti. taraflar karşılıklı mutabakat sonucunda biraz duruldular ama, beyni "amuna goduğumun gavırları" diye çalışan biri gelip, gece yarısı bir yerlere saldırmazsa bu böyle devam edebilir.. en azından öyle umuyorum ama savaşta da böyle gerizekalılar var işte, neyin ne olacağı belli olmuyor deyip, son bir kaç yazımda ad vermekten şimdi ad veremediğim alttaki paragrafa geçeyim...

havada uçan dişi kelebeğe bile asılıcak hale gelmişim onu farketti bugün bezelye beyin. (bu kelebeklerin dişi- güvelerin erkek olduğu gibi saçma bir kanısı da var ayrıca kendisinin)

karın izahına iki tane yumruk yapılmış el uzatılıp, "hangisinde" diye sorulan çocuğunki gibi iki seçeneği olduğunu düşünen bezelye beyine göre, seçeneklerinden biri "kendine yetmeyi" öğrenebilmek için kitabevlerinin "kişisel gelişim" adlı raflarının önünde bitip, "yüzde yüz enerji kullanma sanatı-mutluluğun bin sırrı-nasıl eblek suratlı bir herif oldum" gibisinden kitapları karıştırmakken, diğer seçeneği ise minik, kişiliksiz odasındaki yatağa oturup, bilgisayar vasıtasıyla film izleyebileceği bir varlık bulmak...

beynimin üçüncü seçenek olarak, bir hayali arkadaş yaratmayı becerememesi onun mendel'in incelediği güzelim bezelyelerle alakası olmayan sünmüş bezelyeliğinden kaynaklanıyor... halbuki mendel'in bezelyeleri gibi arı-dominant-resesif filan gibi bilimsel terimleri başına alabilse zaten, şimdi burada, şu saniye esnasında bu cümleleri yazmıyor olurdum...

bugünde suçu kusurlu evrimime atıp, doğal seleksiyon tarafından elenme korkusundan, mendel'e sesleniyorum. o rahip elbisenle gel bize, önce dişimi sonra beynimi araştır.. ardından sana banyoya girip çıktıktan sonra bir kapta vereceğim spermlerimde düzeltmeler yap ki çocuğumun beyni dominant-resesif-arı filan, dişleri de sağlamından olsun... öptüm rahip yeleğinin altından, başıma da koydum.. kal sağlıcakla.

26 Ekim 2009 Pazartesi

üstü lapalaşmış, altı dip tutmuş baldo pirinç pilavı

vücudum bir haftadır temizlenmemiş kedi kumu gibi kokuyor. bir yandan yemek yaparken bir yandan müzik dineleyip söylemek, bir yandan bulaşık bırakmamaya çabalarken, bir yandan da internette sohbet ettiğim insanlara cevap yetiştirmenin yan etkisi bu oluyor... koku.

bu kokuyu burnuma çekip, minik ve aydınlığından gözümü yoran odamın köşelerine, kendimi detanın mağramsı, içine hamam böceği girdiğinde yemeğini yiyip dışarda, yuvasında öldüren aparatları gibi hissetmeme sebep olan karıncaların bile yürümesini engelleyecek bir koku bırakmam, çocukluğumdan kalan, "gece yatmadan önce banyo yapma" alışkanlığımdan kaynaklı.... pazar gecesi, mavi okul önlüğüm ve onun yanına takacağım, düğmeye takılan yerlerinin sürekli kopup, tekrar tekrar dikilmiş yakalarım, sobalı odanın önündeki ütü masasının üstünde geçit töreni düzenlerken, minik, yumuşak, sarı bornozumla, sobalı oda- buhar dolu banyo arasındaki soğuk, halısız zemin gördüğünde zıplanan holü yürüyüşüm, odaya girdiğimde annemin kafamı sobanın önünde ısıtılmış saç havlusuyla kurulaması... bunlar artık yok.. annemden istesem yapar gerçi ama artık ne soba, nede sıcak odayla banyo arası uzaklıkta çekilen üşüme durumu var... ev kaloriferli olunca olan bu... teknolojinin zararı demem. "berkcan, bence önjedenn hersey daha güseldi, şmdi çk koly artk herşey bebişim" gibi bir şey benim ağzımdan çıkmaz. çıkarsa da, mezardaki dedem, mezarından önce göbeğini göstererek çıkar, ardından biz 11-12 yaşındayken, kız kardeşime, eski türk filmi izlerken gülşen bubikoğlu'nun bayılmasından sonra "aa hamile heralde" dedi diye elinin tersiyle vurduğu gibi vurur bana aniden.. vursun da.. müstahak...

"by the way" adlı "paragrafım"a(o benimdir o benim) gelirsek...

baklagiller ailesinden barbunyanın, yüzyıllar önce, en son çözdüğüm bulmacadan arta kalan "mısır tanrısı" ra tarafından, insanlarda çok fazla gaz yapıp, sarayın osuruk kokusuyla dolmasına sebep olduğundan, "artık çok geç pişeceksin seni gidi baklagil" diyerek lanetlendiği, lanetten sonra insanların yüz yıllarca barbunyaya dokunmadığını, ancak 1680'in ocak aynıda olduğu düşünülen bir gün olivia papin'in barbunya yapmaya çabalarken, sıkıntıdan intihar etmesinin ardından, oğlu denis papin'in "bu laneti bozacağım, annemin ruhunu set free yapacağım!" diyerek, düdüklü tencereyi icat etmesinin 329 yıl sonrasında, bugün, söylemekten gurur duyuyorum, (denis papin kıçımın kenarından ısırık alsın önce ama) barbunyanın laneti devam ediyor...

kendimi de barbunyanın mesihi ilan ederekten, bütün ev kadınlarını, bütün öğrenci evinde erkek erkeğe yaşayan abazaları, bekara ev verilir ilanlarına bakan 25 üstü erkekleri, inancıma davet ediyorum!! barbunyanın laneti üzerimizde dolanıyor,  yapıp yemeye devam ederseniz eğer, gökler kararacak, ozon yırtılacak, güneş anne dibimizde bitecek!!

ve ben.... yüzyıllar sonrasındaki bulmacalarda ra'yı yerinden edip, "barbunya mesihi" sorusunun cevabına ismimi altın harfelerle "can" diye yazdırtacak olan, çevre mühendisliği birinci sınıf öğrencisi, BEN! ancak size kurtuluş yolunu gösterebilirim.. ama önce okuldan mezun olayım.. "I only got 4 year to save the world" yani...

25 Ekim 2009 Pazar

bir burun hikayesi

annemle birlikte taşınma ihtimalimizin bulunduğu evin, geniş ve kare salonunda, pek rahat bir koltukta, dışarıdaki çam ağacının üzerindeki cırcır böceğinden gelen sesle beraber serin bir yağmur sonrası esintisi ayaklarımın üzerinden geçiyor... annem diğer bilgisayarda bir şeylerle uğraşırken, evin sahipleri olan anne-kız ikilisi, ikiz yataklarında sarılarak uyuyorlar... radyoda ise tam taş plak denilemiyecek kadar yeni, yeni denilemiyecek kadar da az enstrümanlı, yanık sesli şarkılar çalıyor...

12 yıldır, izmir denilemiyecek kadar izmir dışında olan, saçma sapan bir ilçede yaşamanın verdiği ezikliği, sanırım ortaokulda koridorda boş boş yürürken, birden histeri krizi geçiren hocanın herkese tokat atmaya başlamasıyla devam eden olaylar dizisinin sonunda hissetmiştim...

şimdi evler dört duvar, kendi ellerimizle kurup, süsleyip, katlanabilir hale getirdiğimiz şehir hapishaneleri dersem, kendime çaya bandırıldığında çok fazla yumuşadığından dolayı kopup, çay bardağının dibine doğru ağır ağır ilerleyen bisküviye kızdığım gibi kızarım... lakin bu önerme şu anda bana digiturk ün radyo kanallarına koyduğu akvaryumdaki balıkların sıçtıklarını neden görmedim sorusunun cevabı kadar gereksiz...yani cevabı pek tabi şu olabilir o sorunun "sıvıyla besliyoruz, işiyorlar".. bu cevap da kendisiyle birlikte, komik gelen, işerken yan tarafındaki pisuvardaki balığın pipisine bakan sarı balık görüntüsünü getiriyor aklıma, yada klozet kapağını mendille silen balık..

tuvalet demişken, alsancakta ismini şu anda hatırlayamadığım bir restorantta, müşteri dışı kullanıcılarına 5 tl tuvalet hizmeti verme gibi caydırma politikasının hangi akla, nasıl bir hizmet ettiğini anlayabilmiş değilim... çok sıkışmış insanın zaafını kullanan bu zihniyet, beyni sadece sünük pipisinin yada kukusunun ucunda, tıpkı çizgi filmlerdeki ucu sıkışmış hortuma dolan su gibi patlamaya hazır olan çişine odaklanmasından kaynaklı, 5 liraya bir bira alıp, müşteri sıfatına girmeyi düşünemeyeceklerini çok iyi biliyorlar.. anlından öperken o adamı, x-men deki storm vari bir soğuk bakışla donduruveririm o herifi diyerek, "neyden bahsedeyim daha başka" paragrafıma düşeyim..

h
u
u
u
p
!

düştüm gibi yapayım derken, insanların gözünden düşmek bu olsa gerek..

her neyse..

otobüste giderken, durakta bekleyen karı-koca-en büyük kızları üçlemesini inceledim 15 saniye boyunca.. hepsinin göz alıcı burunlarına bakarken karakter analizine başlamıştı beynim.. anneninki ince uzundu.. ve sanki o burnun ağırlığını taşıyamadığından kaşları aşağı düşmüş gibiydi.. bu kaşı düşüklüğün ona kazandırdığı tek şey, "saf, temiz, teknolojiden anlamayan, modern çağın vay anasını lafının eski versiyonu olan "allahın işine bak - daha neleri keşfedecekler acaba" sözlerini söyleyen, cep telefonunu kullanışı anlatılamayıp yalnızca yaşanılabilecek bir deneyim olacak" kadın izlenimi oluyor... babasının burnu ise daha irice ve daha büyükçe.. ucu ise sanki patlayan balondan arda kalanla, ağızda sömürülerek yapılan küçük baloncuk gibi şişik ve kırmızıydı.. kaşlarının (yukarıya değil) yer çekimine 90 derecelik bir açıyla uzayışları ise ona "bakımsız, pazar günleri isimleri top-maç-skor ve buna benzer bilumum futbolla ilgili terimlerle süslenmiş spor programlarını izleyen (hangi yurdum insanı izlemiyor gerçi),  kızını karısından daha çok seven, ama iki tarafada katı davranan, kahvede hararetli tartışmalarda pekte yaratıcı olmayan küfürler eden adam" izlenimini veriyordu... kızlarına gelince.. ailesiyle tek ortak yanı annesinden aldığı kiloluluk olan bu kızın burnu normal bir burun gibiydi diğerlerine nazaran.. bu da onun teyzesine benzediğini, teyzesinin de kızın dedesine benzemesiyle oluşacak bir şey olduğunu düşündürttü... demek ki annesi teyzesinden çirkindi.. bu kaşı eğikliği de oradan geliyordu çünkü o annesine çekmişti..

ben ise anneme benziyorum bir çok açıdan.. kızın annesinden pek bir farkım yok yani.. ve kaşlarım iyice eğikleşiyor bu yüzden..

allahın işine bak, bunu da mı yaptılar, daha ne yapacaklar acaba?
---------------------------------------------------------------------------------


-dibe batık bir sorunsal: güzelim türk sanat müzikleri çalarken kıraç'a neden geçer radyodaki adam? kıraç'la yakından bir ilişkisi mi vardır? yoksa youtube tan kıracın o duygusal anne oğul klibini mi izliyordur? (kıçımın duygusalı... -muhtemelen ishalken oluyordur o kıçtaki duygusallık- ilk editim)

70 numaralı otobüsteki ter kokusunu sevme ihtimali

bir haftada yirmiden fazla albüm indirip-dinleyen beynimin köşelerinde, birbirinden farklı şarkılar eşliğinde oynayan, çöp adam ve çöp kadınlar var... yüzlerindeki ortak ifade ise huzur.

mirah'ın garden parçasında hoplayıp zıplayan, bassment'ın in my sleeping'inde yavaşca, ağır ötesi bir tempoyla sevişen, message to bears'ın herhangi bir parçasında karşılıklı, bağdaş kurup oturmuş şekilde birbirlerine bakışan, a hawk and a hacksaw'ın oriental hora'sında karşılıklı, hangi balkan yöresinin olduğunu bilmediğim ,bir dansı yapan, dustin o'halloran'ın stolen diary'sinde pazar sabahı, tahta kokan bir evin içinde, soba sıcağında biri kitap okuyan, diğeri rahat koltuğun karşısındaki (biraz ikea kataloğundakiler gibi sanki) tv de pazar filmi izleyen çöp adam ve çöp kadınların, siyah, kibrit çöpü kolları, ben onları düşündükçe insanlaşıyor... biri ben, biri o oluyor.. yüzünü görmediğim, arkadan saçlarının sırtına düştüğünü gördüğüm, o...



yazıyı burada bırakabilirim.. bir çok insanın yaptığı gibi kıssadan hisse yazılar yazıp, blogu beynim, bu beyaz sayfayıda beynimin köşesi yapabilirim.. ama beynimin köşesine yazdığım kısacık şeyler, dans eden çöp adamların ayaklarına dolanıyor.. sonra onların tökezleyip düşmelerine, ardından yuvarlak siyah kafalarının kopup, dans pistinin sonuna kadar yuvarlanmasına neden oluyor... ben o kafaların yuvarlanışlarını, anneannemlerin sokağında oynadığımız bilyelerin, yokuş aşağı, sokağın en dibine doğru gidişlerini izler gibi izlediğimde, tıpkı o zamanlarda hissettiğim "utanç" ve "sorumsuzluktan dolayı gelecek azardan korku" duygularıyla el ele tutuşuyorum.... lakin bilyeleri anneannemin bakkalından dedemden gizli alıyorduk.. bir de onları haybeye kaybetmek... bu duruma alıştıkça, sonlara doğru artık aşağı yuvarlanan bilyelerin peşinden koşmayı bırakmak, hatta bir yerde dedeye duyulan öfkenin, giden bilyelerle azalması, tatmin duygusu ve kötü adam gülüşü "nihahaha" yı içinden atmak...

tıpkı dün otobüste giderken, fark ettirmeden sürekli olarak "dur" düğmesine her durakta basmam gibi...

1 yıldır şehrimize gurur kaynağı olan, ancak 900 lira öğrenci bastırtan izmir belediye otobüslerinde, bunca zamandır şöförlerden, ineceğim duraktan önce basıp, ardından utanarak "kusura bakmayın" dediğim için ya da  "daha fazla nereye kadar ilerleyelim" dediğim için ya da lisedeyken "vuhahaha, zuhahaha, cuhahaha" gibi saçma sapan güldüğümüz için işittiğim azarların bir öc alması gibiydi dün yaptığım.. kapının önündeki sıkışık insanların sürekli inecek kim diye birbirlerine bakmasına, şöförün incek adamı bekleyip uzun uzun durmasına, en sonunda, körüklü otobüslerin bağlantı noktasında durduğum için üzerime bile alınmadığım "orta kapı! düğmelere dayanmayalım lütfen" diye bağırmasına sebep olan serçe parmağımı, otobüsten indikten sonra bir kovboyun silahının ucuna üflemesi edasıyla öptüm...

belediyenin sokak yapım çalışmalarında dediği gibi

"verdiğimiz geçici rahatsızlık yüzünden özür dileriz."

22 Ekim 2009 Perşembe

ben bugün vicdan yaptım

ihtiyacımız olan şeylerin başında "oğlum bak" lafı geliyor. "oğlum bak"ı önce acındırmayla yıkayıp, pek alakasız sevgiyle doğrayıp, kaynayan "maddi durum" un içine atıp, üstünü vaatlerle kapattıktan sonra biraz beklediğimizde hazır olan yemeğimizin tek şeyi eksiği "annen tanımadığım insanların evine ütüye gidiyor" tuzu oluyor.. onu da attıktan sonra servise hazır...

tuzu fazla kaçmış, insanın açlıktan umursamamaya çalıştığı ama yedikçe üzerine bardak bardak su içtiği iftar yemekleri gibi, bu yemeğin de sonunu getiremiyor insan... her lokmada insanın içi yanıyor.. dilin tahriş olurken, konuşmalarına sessizlik gasp edip ardından tecavüz ediyor...


boyatalı 2-3 hafta olan saçlarının diplerinde beyazlar imparatorluğu hüküm sürerken annem, bankacı, işinde soğuk ve disiplinli, evinde ise kocasına karşı yapmacık bir sıcaklığı olan, siyah saç boyalı, beyazları daha çıkmayan, elleri kemikli, siyah takım elbisesinin altına, annemin ütülediği eteğini giyen kadın, anneme para veriyor... sonra geniş oturma odasına geçip, televizyon izliyor.

sonra....

sonra, rüyalarımı hatırlamadığım gibi, nereye harcadığımı hatırlamadığım paralarım, bir bakkal amcanın elinden, evinde stv izleyen bir kadına para üstü oluyor... 1 günlük tutulan zoraki orucun ardından nefisi kırılan ben ise, para istiyorum, bana para verirken mutlu olan annemden... herkesin mutlu olduğu o anın bir geçmişi olmasa ya da hafızalarımız,  sonunda öldürüleceği yer olan "kolumun üstü"ne, tekrar tekrar gelen bir sivrisineğin ki kadar olsa, o zaman bütün bu olayların sonrası olan "vicdan" olmazdı.

cezasını çekip, serbest bırakıldıktan sonra, gittiği her yerde hor görülen bir sabıkalı tecavüz suçlusu gibiyim... hor gören bir benim kendimi, yada beni bilen herkes....

bakkala sigara almaya giderken gördüğüm tombul, büyük memeli, kalın bacaklı, minik ayaklı, güleç suratlı teyzenin yaşadığı sorunlardan farksız değil sorunlarım... belki televizyona çıkıp, allıııaaahhh diye zıplayıp, esra ceyhan'a "sabri bey ne yapıyorsunuz?" cümlesini kurdurtacak, uçan adam (sabri), babası işte çalışırken parmağını kaybetti diye uçuyordur... çektiği vicdan azabının etkisiyle kendini çizgi romana veren sabri, her gün gördüğü babasının kopuk parmağını, onu zayıf düşürüyor diye kriptonit taşı sanmıştır... e kriptonit taşından etkileniyorsa, uçabiliyordur da... o da gerçeklerden kaçarken tutunacak bir şeydir işte bıyıklı sabri için...

benim ise ne loto kazandığımı gördüğüm rüyalarım, ne de yaşadığım hayatı farklı yorumlamama sebep olacak hayali kahramanlarım, ne çizgi romanlarım, ne de mitolojik hikayelerim var... sahip olduğum tek şey gerçeklerden kaçmak isteyen ve bunu algılayan beynim... öyleki kendini algıladığını bile algılıyor...

bir maymun zekasına sahip beynimde ise bütün bunların üzerine çıkıp, koskocaman bir ovada duran bir ağaç gibi göze batan "vicdan" kalıyor. yorgunluktan uyuyamayıp, her nasılsın soruma "iyiyim" diye cevap veren annemin, gözümün önüne gelen masum görüntüsünün ardından, tuvalete giden kirli, amaçsız, suyun üstüne çıkmayı becerebilen sidikli, çamaşır suyu gibi kokan bir döle benzeyen suratım canlanıyor gözümün önünde...

böyle bir görüntüden kaçmak için yapılacak olan değişiklikler bencilliğe ne kadar uzak, ne kadar yakın?... bu sorunun cevabı, hulk'ın yeşile döndüğü zaman şeyinde kıl var mı sorusunun cevabı kadar gereksiz ve anlamsız...

ortada bir vicdan var, ve bu vicdanı biri evlat edinip, yaşadığı hayatı değiştirmek zorunda... o zaman bende "gel bakalım buraya seni tatlı yaratık seniiiiğğğ..." diyeyim..

21 Ekim 2009 Çarşamba

geçici başlık

çenemin soldan ikinci kısmındaki, çürümüş dişime baskı uygulamak için ağzımı sıktığım anda aklıma gelen düşünceler, dinlediğim şarkıyla paralel bir psikolojide. üzerime geçirdiğim babamın 15-20 yıllık hırkasından yükselen sigara kokusunu, burun kıllarımı gıdıklayacak bir şekilde içime çekmemin, saçımı kaşırken yağlanan parmak uçlarımla yazı yazmanın verdiği rahatsızlık hissi gibi...

ağır bir "pazar günü filmi" izlemek istiyorum... bunu derken, aslında bu yazıyı okuyan bir kaç insandan öneri bekliyorum.


söylediğimiz her cümlenin altında, kuma gömüp, üstüne kovayla meme yapıp, pis pis sırıttığımız düşünceler, zorla açığa çıktıklarında, apış aralarına kadar girmiş kumların verdiği rahatsızlık hissini de beraberinde getiriyor. ben bunları düşünürken, doksan dereceyle birbirlerine birleşmiş iki apartmanın köşesinde oturan sokak insanları, şaraplarından bir yudum daha alıp(aslında yudum denemeyecek kadar dikerek içiyorlar), nefreti, sahteliği,  açlığı, bağımlılığı, sapıklığı, geceyi yani günahları gören gözlerine olan hakimiyetlerini biraz daha kaybediyorlar... gözleri bulanık günah keçileri...

bütün suçlarımı, ahlaksızlığımı, nefretimi, duygusuzluğumu, kabuklarımı, üzerine atmak istediğim bu kır sakallı, az saçlı, kahverengi tonlarındaki, yamalı adam, sağ omzuma binse, kulağıma bir şeyler fısıldasa... iyilik meleğim olup, teraziyi sağa kaydırsa... mezarıma gelip beni sorgulayacak olan meleklere alaycı bir şekilde de gülsem, "ağzı şarap kokan bir meleğim var bakın" derken...

her gün mezarlığın yanından geçen ben, her gün bir ismi aklımda tutmaya çalışıyorum. ama ne isimleri ne de alakasız hicri tarihiyle yazılmış ölüm tarihleri aklımda kalıyor... aklıma gelenler isimlerinden çok bağımsız değiller tabi... hüseyin kızı fatma teyze mesela... (kesin vardır ve ben görmüşümdür)

fatma teyzenin, ruhuna el fatiha okunması gerektiği mezar taşına yazılasıya kadar yaptıkları, gözümün önünden geçiyor... yazları serin, kışları sıcak salonunda oturuşu, yatak odasının soğuk oluşu, sobanın kovasını boşaltmaya gücü yetmediğinden, soğuk günlerde evine klima taktıran oğluna şükredişini, sararmış dantellerini, tüpü bittiğinden rengi sol üst köşeden hafif yeşilleşen televizyonundaki seda sayan'ın söylediği şeylere hafif gülümesemesi, kulaklarının yapmaları gereken işleri yapmayıp, istifa dilekçlerini beynine vermelerine rağmen, gürültüden hoşlanmamasını, üst kattaki çocuğun gürültü yapışını, titreyen koltuğundan anlayışını, içinden üst komşudaki kıza sövmesini, mutfakta, masada, tek başına, sessizliği ancak çatalın tabağa değdiğinde çıkarttığı sesin bozduğu, (arada şapırdatarak da yiyordur) bitmek bilmeyen akşam yemeklerini, odasının duvarındaki, heybetli görünen kocasının resmine bakarken iç çekişini, her gece yatağa girerken ölümü düşünmesini, bunun için üç kuluvallah bir elham okumasını düşünmek, ölümünü anlamlı kılıyor.. 79 yıl yaşamış sonuçta.

"yetmiş dokuz yıl"... söylemesi çok kısa. kafamdan geçmesi ise, söylemesinden daha kısa.... yaşanan onca an, salise, saniye, dakika, saat, gün, hafta, yıl, 79 yıl... bitmeyecekmiş gibi gelen ama biten, bittiğinde de geride kalıp, ufacık, plüton kadar küçük (o kadar küçük ki gezegenlikten atılabilir) bir nokta olarak kalan bir hayat yaşamış... bir varmış bir yokmuş..

adı, görüntüsü, sesi, saç rengi, burnu, kokusu benim ve bunu okuyanların kafalarında oluşturduğu imgelerden ibaret olan bir varlığı öldürüyorum şimdi.

fatma teyze bir gün, televizyon izlerken fenalaştı. en sevdiği ve onun yakınlarında oturan oğlunu aradı. doktora gitti. teni ve saçı giydiği önlükten daha beyaz olan bir doktor, "yaşlılıktan" teşhisini koydu. hastahanede, ilaç ve serum kokularının arasında, ekşi, soğuk, ayaklarından başlayıp yukarı doğru çıkan bir ölüm yaşadı. son kez nefesini çekti ve gözleri açık, beyaz tavana baktı.

insan sonunun beyaz bir tavanla biteceğini düşününce, bütün gün, sonraki günün ödevini yapan öğrenciye "yarın okullar tatil" dedikleri zamanki öğrencinin yaşadığı buhranı yaşıyor...

sonumun ne at boku kokan bir durakta beklerken üzerime binen bir otobüsten, ne de hastane odasında tavana bakarken olmasını istiyorum... ölümümü seçeceğim ve ölürken bile mutlu gitmeyi düşünecek kadar aptal hissedeceğim.. çünkü sağ tarafımdaki melek sarhoşken, benim ayık kalmam demek, sola eğik yürüyorum demek.

"ölüm güzel birşey ve insan günde 1-2 dakika farkına varmalı"... bu yazının saçma sapan halinin sebebini de vermiş oldum, şimdi biri bana "pazar günü filmi" söylesin.

20 Ekim 2009 Salı

Untitled

Bir bu;
"Genelde "Gerçekleri siktir et." derim, ama çoğunlukla gerçekler insanı siker."

Bir de bu;
"Hayal gücü yeni şeyler yaratamaz, değil mi? Sadece dünyadaki ıvır zıvırı yeniden işleyip, onları görüntülere dönüştürür... Öyleyse hayatlarımızdaki o dayanılmaz sıradanlık ve yalanıclıktan kaçtığımızı sandığımızda, aslında aynı ıvır zıvır ve gerçeklerin yeniden düzenlenmiş görüntülerinden oluşan, yine o eski sıradanlık ve sahteliğin içinde oluyoruz sadece.
Bilinmeyen hiç bir şey bilinemez yani."

cümlelerini duymamış olsaydım eğer, "hayatında ilk kez bir kızı yanağından öpmüş çocuk mutluluğu"na tekrardan kavuşabileceğim düşüncesi, beynimin minicik, gözle görünmeyen, sinapslarından aksonlara doğru akışını durdurmazdı...

Bir sinir hücrem daha öldü. 1 dakikalık saygı duruşu ve saygı duruşunun otuzuncu saniyesinde başlayacak herhangi bir ülkenin sözsüz-mırıldanarak söylenen marşını istiyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

"kafası karışıktır, 0554 420 91 88, aramanız rica olunur."

2 gündür özürlü-zihinsel engelli-otistik "her ne politik dil kullanılması gerekiyorsa ondan işte" insanlarla birlikte yolculuk yapıyorum. iki gündür bindiğim her otobüste onlardan bir tane var ve ben yanlarına oturuyorum, okulun ilk günü dışarda beklerken tanıştığın, yada önceden tanıştığın çocukla aynı sıraya oturman gerektiği edasıyla hemde.. yanlarına oturuyorum, konuşuyorum, dokunuyorum, izliyorum, dinliyorum... mutluyum, mutlular.. ve otobüsteki herkesede bir mutluluk hali geliyor. iletişim kurabildiğim için özürlü bir yakınım olduğunu düşündüklerini, acıdıklarını, bana bile acıdıklarını, aynı şekilde iletişim kurmaya çabalamalarını, rahatsız olanlarını, vicdan yapanlarını, üzülenleri hepsini görüyorum. sonra otobüste bir mutluluk havası bırakıp aşağıya iniyorum. daha ben kalkarken başlayan konuşmalardan "kaldımı böyle çocuklar" gibisinden şeyleri yakalayabiliyorum.. gerizekalı düz mantık kurbanları...


insanları seven, iyi yetiştirilmiş, temiz aile çocuğu gibi görünüp görünmemem umurumda değil, bana sıcak bakışlar atmaları ise karnımı ağrıtıyor.. tek istediğim o sırtındaki kahverengi ceketin arkasında beyaz bir beze dikilerek yazılmış "özürlüdür, 0539 321 98 51 aramanız rica olunur" çağrısına cevap verebilecek kontörü olan biri bulabilmekti. bu sırtında özürlü olduğunun damgasını yemiş amcaya gelince, ağzı sürekli açık, musallat taşındaki bir ölüden farksız hatta bir çok ölüden daha zayıf, saçı, sakalı, tırnakları görev bilinciyle ölü, kuru, beyaz yada sarı sarı uzayan şeylerden ibaretti.. yetersiz kredisi olupta kent kart basan insanları uyarmak için söylenen "bakiyeniz yetersiz" cümlesini duyduğu anda "senin baban köpek" gibi birşey dedi her seferinde.. kimse farketmedi neden aynı şeyi söylediğini. amcanın çıkardığı, anlamsız, kürtçeye yakın, inleme vari sesi, otobüsün ön sırasındakileri eğlendirmeye yetiyordu çünkü... sırtındaki yazıyı göresiye kadar zihinsel özürlü olduğunu bile düşünmemiştim, bana bişeyler soruyordu bende yüzüne gülüp, elimi kendini bana yakın hissetsin diye bacağına koyuyordum. endişeli, birşeylerden rahatsız olduğu aşikar olan gözleri ise, üzerlerine tükürülmüş gibi kalın ve göz bebeğini bile bulanık gösterecek bir tabakayla kaplıydı... ağlayasım filan gelmedi.. sadece biraz daha yanında oturup, bi tarafın anlamadığı bir sohbet kurmak istiyordum...  ama cebimde ne para, nede vakit vardı.

bugün gelirken de doğuştan sağır, ama işitme cihazıyla biraz duyabilen 9 yaşında bir kızla konuştum yol boyunca. dinlenip dinlenmediğimiz, bağırıp bağırmadığı, sorduğu soruların ve verdiğim cevabın mantıklı olup olmadıklarını umursamadan yaklaşık bir saat konuştuk. "sigaranın üzerinde neden çarpı var?" sorusu, stop düğmesinin ne işe yaradığını, saçlarımı nasıl bu kadar kısa kestiğimizi filan konuştuk.. işin garip yanı, uzun zamandır kurduğum en insanı ve en içimi baymayan sohbet oldu. söylediklerime verdiği tepkiler, benim ona verdiğim tepkiler.. güzelden başka bi duygu verdi...

bütün bunların ahlaki açıdan, örf adetlere göre iyimi kötümü, sevilesi mi yoksa nefret edilesi birşey mi diye düşünmüyorum.. düşündüğüm tek şey, engellilerle bu kadar rahat iletişim kurabilirken, normal insanlarla neden iletişim kuramamam...

okulda yanlarına oturup durduğum bütün grupların, insanda bir paranoya yaratacak kadar benzer şekilde susmaları, herkesin suratına baktığımda, bakışla birlikte gelen gülen surat ifadesi... sonra kalkıp gitmem..

yada her konuştuğum insanda tokat atılası, gırtlak sıkılası, çayına tükürülesi bir yan bulmadan edememe ne demeli?

ya insanlardan nefret ediyorum yada insan olmayan herşeyi sevebiliyorum. ve insan olarak doğduğum için insanlığı ve kendimi suçluyorum.. kesinlikle zihinsel engelli olan benim bu durumda..