9 Ocak 2010 Cumartesi

Marlboro karar ver, 5.50 musun, 7 mi?

İstediğinden az nikotini verince, vücudum, damarlarımın içinden çekiçle derime vuruyor. Her vuruşunda titreyen ellerim, eklemlerim, özellikle de boynum, tabu maymununun, bana erkeklerin meme uçlarının olması kadar saçma gelen, embesil sallanışlarını gerçekleştiriyor. Bunun sebebi yılbaşında arttırılan sigara fiyatlarından ve 61 kilograma düşen ağırlığım yüzünden bırakmaya çabaladığım sigara alışkanlığım...Yılbaşının ilk günü başladım, ancak çok dengesiz bir bırakma süreci oluyor. Yılbaşı demişken, aklıma Ankara geliyor.

Gittiğim her şehirde, şehir sınırlarının içine girdiğim anda havai fişeklerle karşılaşırdım. Bu da bende o şehrin, örneğin İstanbul'un, benim gelişimi kutladığını düşündürtürdü. Ama ne Ankara'da ne de Eskişehir'de havai fişek filan göremedim. Bu da bana, "ya havai fişek alacak paraları yok, ya da artık bu ülkede istenmiyorum" diye düşündürttü. Havai fişek pahalı bir şey olmadığından, bence artık burda isteniyorum, ben de istenmediğim yerde durmam dedim, öyle yanağımın üstüne koşullanmış, gitmek bilmeyen mor lekem  gibi. O mor leke ki  çok soğuk ve çok sıcak havalarda kendini gösteriyor. Örneğin dün, telefonundan müzik dinleyen insanlardan, sonra o telefonların, bir tanesi ensenin arkasından alınıp kulağa takılsın diye uzun tutulan kulaklıklarından, kahverengi kumaş pantolon giyen yaşıtlarımdan, "lütfen telefonunuzu kapalı tutunuz" uyarısının üzerinde yarım çarpı işareti bulunan eski cep telefonu resminden ve bana benzeyen, çıkık alınlı insanlardan tiksinti duyduğum otobüste çıktı gene o leke. O lekeden de tiksiniyorum. Elimde değil. Allah babanın bana verdiği saçma ve gereksiz duygulardan biri sonuçta tiksinti de.

Tam o sırada, yuvarlak beresinin uçlarını tek kat kıvırıp, kulaklarının yarısını kapatacak kadar takan bir insanı görüp, yanaklarını sıkmak istemem, ardından "Heidi Klum'un kocası Seal'ı o şekilde bere takarken görsem, adamın yanakları İzel'inki gibin, demem sıkarım" diye düşündüm. Ancak o düşüncem dış ses olarak gelmedi Dexter'daki gibi. Öyle olsun isterdim ama ne Dexter'ın ki gibi karizmatik bir sesim var, ne de dış sesin söyleceği şeyler çok egzantrik...

Dış sesim ancak, sahilde otururken izlediğim gri uçağın, önümde duran, tahta bankın yanındaki, muhtemelen buraya, bu doldurma sahil boyuna, boş görüntüden rahatsız insanları tatmin etmek için büyüdüğü yerden sökülerek getirilen ağacın arkasına saklandığını söyleyebilir. Ki o ağaç, nereye gideceğini bilmeyen bir adam gibi duran dallarından anladığım kadarıyla, biraz buraya alışmış ama doğdudu yeride özlüyordu. Yavaş ve acısız bir ölüm yaşıyor, tıpkı insanlar gibi, büyümeyi bıraktıktan sonra, ölümü için yaşıyordu.

Bende gittim yanına oturdum. Sırtımı dayadım. O zaman da, ağacın, yüzüne bakmak zorunda olmayıp, sırtını yasladığın birinden daha sıcak, daha güçlü ve daha samimi olduğunu düşündüm. Eksikliğini hissetmediğimi iddia ettiğim, kendimi kandırdığım, sırf acındırma gibi görünecek diye, kendime bile itiraf edemediğim, "hayatımda bir baba figürüne sahip olma" eksikliğini az da olsa karşıladı. Bende sırtımı yaslamadan edemedim. İzmir'in Bostanlı semtinde, beyaz kuşların kanat çırpmadan süzüldüğü, ellerimin üşümeye başlayıp işlevlerini yitirmesine sebep olan bir rüzgarın estiği, vapurların sürekli yanaşıp kalktığı, bir kısmı beton olan sahil kenarının dönemecinde ki ağaç benim babam artık dedim. Haftada bir ziyaretine gideceğim, beni duyup duymadığını bilmesem de konuşacağım, elini tutacağım, ölüm döşeğinde, mavi tonlardaki bir şehir hastanesinde, yeşil çarşaflara gömülmüş bir şekilde yatan, yatalak, bitkisel hayata mahkum, cihaza bağlı, fişinin İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından çekilmesini bekleyen bir baba yaptım kendime.

Sanmıyorum ama belki başka kadınlardan, başka çocukları da olmuştur. Onlarla da tanışırım, zararı yok...

0 yorumbik: