4 Mart 2010 Perşembe

Bu yazı hazırlanırken bir iki canlı zarar görmüştür.

Her şey bana sokak lambalarının ışığında gördüğüm gölgem gibi geliyor. Duygular, egolar, ilişkiler, karın açlığı, saç uzaması, tırnak yemek, koklamak, ısırmak, duymak, beş duyumla ve altıncı hissimle yaptığım bütün eylemler, hatta doğum, hatta ölüm, hatta yaşam... İnsan ve onun algıları dahilindeki her şey, onları oluşturan ışıklardan uzaklaştıkça büyüyen, büyüdükçe hafifleşen, sonunda ise karanlıkla bütünleşen gölgem gibi. 

Hep bir sınırı var. Yok olmasın diye durası geliyor insanın. Ama bir yandan da daha uzayabileceği, daha büyüyeceği gerçeğiyle savaşmak zorunda kalıyorsun. 

Merak.

Ne kadar büyüyebilir. Bir yere kadar ama duramıyorum işte merak yüzünden. Hayallerim de bile.
Pencereden dışarı bakıp, otobanda giden arabalara baktığımda, hayatımı bir arabanın sağ ön koltuğunda oturup, yolları izleyerek geçirebilirim diye düşünüyorum mesela. Tam o sırada hocanın "Tutunamayanlar" kelimesini algılıyor kulağım. Turgut'u hatırlıyorum. Olric'i, trende hayatına devam eden birini.

Sonra küpe takmama rağmen, para vermedim diye bana kızan amca geliyor aklıma. Bana, yüzüme vurduğunda uçuyormuşum gibi hissettiren rüzgar, ona soğuktan başka hiçbir şey ifade etmiyor. En fazla bir evi olsa ne güzel olur diye düşünmesine sebep oluyordur. Bu yüzden de, onun oturduğu kaldırımdan geçen insanların ceplerinden gelen anahtar seslerini, sahiplerinden habersiz dinliyordur.

Hastanelerdeki kasvetli havanın sebebi olan beyaz floresan lambanın altında zıplayarak ders anlata bir hoca, ayakkabımın ucunu her değdirdiğimde dökülen açık yeşil bir duvar boyası, sakız çiğneyen, silgileriyle oynayan, burunlarındaki sümükleri bir hamleyle boğazlarına doğru iten, telefonla mesajlaşan, yüzleri kızarık öğrenciler, altı yırtık ayakkabım, bulutla kaplı gri bir hava ve bunun gibi bir sürü şey, insanın yaşadığı gün hakkında, "mutlu olmak için hiçbir sebep vermeyen bir gün" diye düşünmesine sebep olabiliyor. Öyle ki, yelkovanla akrebin bile, ağladıktan sonra yorulup durgunlaşan bir çocuk gibi hareket ettiklerini sanıyor.

Ardından bir sineğin, dışarıya çıkmak için, bıkmadan, iki üç saniye dinlenişler dahilinde, tekrar tekrar, her seferinde oradaki varlığını unuttuğu cama vuruşundaki aptallığı izledim. O aptallığından öldüresim geldi. Atalarımdan kalan o "zayıf olanı öldürme güdüsü"ne kapıldım. Uygun koşulları bekledim, hareketlerini ölçtüm ve bitti. 

Karanlık.

Hepsi güdü. Öyle ki sadece sinek gibi farklı canlılara değil, kendi cinsim olan homosapiense bile bu güdülerle davranabiliyorum. Ya da buna tanık oluyorum.

Ki modern ile ilkelin çatışması kadar rahatsız edici bir görüntü varsa, o da girdiğim porno sitesinin kenarlarında beliren reklamlardaki çıplak, yetmiş seksen yaşlarındaki, yaşlı kadınları görmektir. Sarkmış popoları, kırışmış elleri, yerçekiminden aşağıya doğru düşen göz kapaklarının sebep olduğu acıklı bakış ifadesi...

İğrenç.

Bunları açığa çıkaran beynimin kirlenmiş köşelerini, Alpha'nın Sometime Later şarkısının başındaki, süpürge sesine benzeyen cızırtıları silip süpürüyor.

Süpürge ve yaşlı kadın kelimlerinin birleşiminden oluşan kelime ise "anneannem" oluyor.

Çamaşır suyu kokan elleri, evinin önündeki dut ağacından bize toplattığı dutları, kocaman bir kaseye koyup bize verişi, dutları yerken bizi izleyişi, ardından ölümü, ölmeden önce hastanede yatarken, eriyen kaslarının işlevlerini yarım yamalak yapmasından, konuşmaya çalışırken çıkarttığı bağırmayla karışık inleme tarzı konuşmasının travmatik etkisi...

Dut ağızımda parçalara ayrılırken, beni izleyen gözlerine baktığımda duyduğum huzur hissiyle, hastane yatağındaki görüntüsünü gördüğümde duyduğum korku hissini bana veren aynı insan diye düşününce, "insan yedisinde neyse, yetmişinde de o'dur" diyen insanların gözlerini kaşımak istiyorum. Gözlerini kaşıdığımdan, hapşırıp, vücudları 1 saniyeliğine refleksten başka tepki vermesin ki ben o bir saniye içinde dilediğimi yapabileyim o insanlara.

Mesela türk kahvesi.

0 yorumbik: