19 Mart 2010 Cuma

Koltuk altında kuruyan roll-on şeysi.

"Bahar depresyonundaki insanları çevremden uzaklaştırmaya çalışırken, kendimi bahar depresyonuna girme evresinde buldum." cümlesi, insanda "yağmurdan kaçarken doluya tutuldum" sözünü anımsatıyor, anımsattığı gibi de rahatsızlık veriyor. Rahatsızlık veren bir diğer şey ise, paran yetmediği için, sürekli içtiğin sigarayı değiştirip, daha ucuzunu içtiğinde, boğazında oluşan garip ağrı.

O ağrıyı "hasta oluyorum" diye yorumlayan beyin, odadaki elektrikli sobayı açmayı istediğinde de, fetiş olsun diye deri giyen bir kadına itaat eden, kilolu, kafasının üstünde saç çıkmayan, beyaz adam gibi, "tamam" diyorum. Aslında beynim deri giyemeyecek kadar zayıfladı bugünlerde ama genede çıkarmıyor o deri elbisesini bol durmasına rağmen. Zaten bütün fanteziyi bozup, bunları yazacak kadar beni sorgulamaya iten de o görüntü oluyor. İki deri arasındaki boşluk.
Bir de dikkatimi her on beş dakikada bir dağıtan, hala çürümediğine şaşırdığım, yarısı yenmiş mısır konservesi.

Üzerinde, "Açtıktan sonra, hava geçirmeyen bir kapta, 48 saat süreyle buzdolabında saklayınız" yazmasına rağmen, 4 gündür bilgisayar masasının üzerinde, günlerce bekleyen diğer şeyler (boş sigara paketleri, evden çıkarken almayı unuttuğum anahtarlar, nerden geldiğini bilmediğim bir adet toka, yarısı yakılmış tütsü) gibi, öylece bekliyor. 

Beklesin.

Sorumluluk kavramının yan etkisi sonuçta bu. Bir beklenti yaratıyorsun insanlarda. Gereklilik kipini devreye sokup, selülit aleti gibi titreyen bir otobüste, "Eve gidip ne yemek yapacağım?" sorusunu soruyorsun sonra. Lakin ev arkadaşların sana bu görevi vermiş. Sende yap-malı-sın.

Ama yapmıyorum.

Tıpkı girmem gereken sınava, uyumak için girmediğim gibi. Halbuki uyanıp gitsem, en azından, bana "iyiki sevgilim yok" dedirten o şişmiş suratımla karşılaşmıcaktım yüzümü yıkarken. Gün boyunca, hatta uyurken bile açtığım ağzımı kapatmak için şişen dudaklarım ve yaşlı bir amcanın poposunu andıran göz torbalarımla, karikatür dergilerinden fırlamışa benzeyen o suratımı gördükten sonra, ister istemez günün devamında da bir çizgi karakter gibi davranmaya başladım. Ancak bugün çizgi romandaki rolüm, başroldeki karakterin önemli işler yaparken, arka fonu doldursun diye çizilen apartmanların içinde pinekleyen, görünmeyen insanlarınkiyle aynı oluyor. 

Onlarla aynı kaderi paylaşmak kötü geliyor tabi. Sonuçta yalnızsın.

Ve yalnızlık arada yorabiliyor. Çünkü sokağa çıkıp yürüdüğünde ilerleyen dünyayı, tek başına, iki çarpık bacağın gücüyle döndürmek, Atlas'ın işinden daha zor, bir neandertal adamı için. Ki Zeus oğlu Atlas bile, yaptığı işten yakınıyorsa, Ahmet oğlu Can hayli yakınır bence.

"Yakın evladım, yakın... 

Ama önce yıkan, lakin çok ilginç kokular geliyor tişörtünün altından."

Dedi, ayağına giydiği siyah topuklu ayakkabıyla üzerime basan beynim.

0 yorumbik: