27 Mayıs 2010 Perşembe

Gece gece düalizm saçmalamak.

Az önce, gözümün önünde bükülen bira kutusu gibi geliyor şimdi her şey. Var olan bir şey, bana değdiği gibi şekil değiştirip, yeni, ama aynı zamanda yeni olmayan bir şeye dönüşüyormuş gibi geliyor. Boş bir tabloya resim çizmekten çok, ders notlarını aldığın deftere bir şeyler çizmek gibi. 

Rahatsız edici değil artık bu.

Önceden olsa, "Yoktan var edememe" gerçeğini, tanrıların insanlara bıraktığı en büyük lanet olarak düşünürdüm. Yeni, bilinmeyen, düşünülmemiş bir şeyi yaratamıyacağım gerçeği her şeyden ağır gelirdi. Ama gerçeği kabul edebiliyorum artık... Sanırım büyüyorum. Büyümenin artık kirlenmeyle aynı anlama gelmediğini düşünmem bunun en büyük kanıtı.
Arkadaşlarımın bir kaç tanesi, 30 yaşımıza geldiğimizde ne yapacağız, nasıl katlanıcaz? sorusunu sorduğunda, onlara verdiğim cevaba artık tamamen inanıyorum: 30 yaşındaki Can düşünsün onu.

Günlük tutmaya başladığımdan beri hiç bir zaman hayallerimi yazıya dökmedim kağıda. İronik bir şekilde "Naber gelecekteki Can" diye başlıyordu günlüğüm. Ancak, "şunları bunları yaptın mı? Şu okulu bitirdin mi?" gibi sorular sormadım gelecekteki Can'a hiç bir zaman. Oldum olası kağıda ya da dile dökmekten çekindiğim bütün o hayallerim, aslında gerçekleşmeyeceklerini bildiğim -çünkü o kadar idealist ya da azimli olmadığımın farkındaydım-, bu yüzdende arkasında sağlam bir şekilde duramayacağım hayallermiş. Şimdi farkettim.

İçimi acıtmıyor. 

30 yaşıma geldiğimde.. diye başlayan bir cümle kuramıyorum, 30 yaşımda ne halde olacağımı kafamda canlandıramadığımdan. Her hangi bir ön sezi bile yok. Olsa neyi değiştirecekti? Otuzlarımadayken "20 yaşındayken, ünlü bir moda fotoğrafçısı olacağımı hayal ediyordum bu yaşlara geldiğimde" diye düşünsem, şimdi   "6 yaşındayken astronot olmak istiyordum." diye düşündüğümde nasıl gülüyorsam, öyle gülerdim en fazla. 

Evet hayallerim var. Fransa'da bir kafede, sütlü kahve içerken camın arkasındaki sokağa yağan yağmuru izlemeyi, İrlanda'da deniz kıyısındaki bir dağda, okyanusun önünde durup işemeyi, İngiltere'deki kırmızı telefon kulübelerinden annemi arayıp, onun dertlerini dinlemeyi, Romanya'da çingenelerin, çamurlu bir arazide kurduğu çadırların birinde misafir olarak uyurken paramı çaldırmayı, ardından orada dans etmeyi, içki kusmayı, İspanya'daki bir kerhanedeki orospunun bir elimle belini sıkarken, diğeriyle saçını çekmeyi, Amerika'da akıl hastanelerinden birinde 1-2 gün kalmayı ardından  bir karavan kiralayıp, Arizona çöllerinde yanlızlığı tatmayı, kutuplarda buzun ortasında durup, ışığa ve buza hapsolmayı isterdim...

Ama bil bakalım ne yapacağım? Bütün bunları filmlerde izleyip, kitaplarda okuyup, odamda duvara bakarken gözümde canlandırırken yaşayacağım sadece. Ama bu durum, ne yaşadığım hayatı daha değersiz kılacak, ne de gerçekte yaşadığım şeylerin aklıma geldiğinde onların üstüne çıkmasını engelleyecek. 

Çünkü her şey aynı çok uzaktan baktığın zaman, bir o kadar da farklı yakından baktığında. 

"Şeytan ayrıntıda gizli" diye bir cümle duymuştum zamanında. Bütün yazı da o cümleyi hatırlamak uğruna.

0 yorumbik: