20 Ocak 2010 Çarşamba

Pazar günü sıcağı.

20 Ocak Çarşamba günü, saat 16:45'te, odama bir pazar günü sıcağı hakim. Bunun sebebi, yanan elektrikli sobanın sıcağı ve apartman arasına bakan penceremden gelen ışıkta olabilir, dinlediğim müziklerde. Bilmiyorum.

Bildiğim bir şey varsa, o da bir amaç buldum. Öyle ki buraya yazamayacak kadar değer veriyorum.

O açıdan, son yazım mı değil mi bilemediğim bu yazıya, huzurlu bir son veriyorum.

Arividerci.

17 Ocak 2010 Pazar

Oto sensin, sansür de sana girsin.

(safşds fsfdjsaşf jskjdfşls aşjsafşlk fdsjsl sjfshgfhg gjdıghdpoıp  ısfpıspıpsdfıfı. safdsf asafoj afds asaaa.a adsaıojdoaj oı aısjdoajfapoğv ğposafğpdofğsp  ğpdsofpğsfoğsfonın. qaıduvhsvı bçöfhğq qğfpo asfdısafposf  fssfşov.)


Girdi mi?

Ayrıca bkz:

Bir şöyle bir şey var.
Bir de şöyle bir şey.
Ama asıl olay bunda.
Bir de bunda.

15 Ocak 2010 Cuma

Sıcak ekmek kokusu.

Patlamış mısırdan arta kalan parçalar, çürük dişlerime dolgu görevi görüyor.Ancak o aynı şeffaf parçalar, arada batan, dilinle tıpkı bir insanın yeni bir şey karşısında yaptığı gibi zorlayarak çıkarmaya çabaladığın, çıkarttığında da boşluk hissiyle baş başa sıkıcı vakitler geçirmek zorunda kaldığın, ardından her saçma duruma alıştığın gibi ona da alıştığın şeyler olabiliyorlar.

Çok mu dağıldı az evelki paragraf derken, odama baktım. Pek değil dedim. Lakin odamı ilginç bir hale soktum. Duvarına yapıştırdığım 50 kadar büyük boy fotoğraf ve çizdiğim 6-7 karikatür, odamdan bana garip bir dağınıklık hissi gelmesine sebep oluyor. Garip çünkü, 3 tane eşya dışında hiç bir şey olmayan bu odada dağınıklık hissi nasıl oluyor, kavrayabilmiş değilim.

Kavrayamadığım bir diğer şey ise, 3 gündür gördüğüm rüyalar ve o rüyalardan uyandıktan sonraki hallerim. Birinde tren kazası yapıp, sıkışan, bağıran insanları izleyip, ardından yürümeye başlayıp, bi köprü altında iki tane gaspçı tarafından dayak yiyorum, diğerinde gerçek hayatta ölü olan dedemi dövdükten sonra ben dövdüm diye kalp krizinden öldüğünü öğreniyorum, bir diğerinde de.. Unuttum.

Ben rüyamı unuturken, aramızda 12 saatlik fark olan bir ülkede, kesin bir kadın, evden çıkarken bir şeyi unuttuğu hissiyle iniyor merdivenlerden ya da bir çocuk eve geldiğinde annesinin anahtarı komşuya bırakmayı unuttu diye, kapının önünde altına işiyor. Yapıyorlar bunu. Yapmıyorlarsa da yazık.

"Ne yazık ulan?" diye soran beynimin, "Üreticiye sorun" kısmına derim ki, "Her insan evladı, altına işeme utancını yaşamalı." O da, bilinçsiz tüketici olarak, "Haklı, haklı" der.

Haklı diyince aklıma bugün dayak yiyen adam geldi. Kornaya basıyor diye taksiciye kızınca, taksicinin inip adamı dövmesi herkesin gözü önünde, adamın polise doğru yürümesi, polisin kayıtsız gülerek izlemesi, duraktaki insanlardan birinin adamın 100 metre uzağında durup gıdım hareket etmeden; "Adam bizim yapamadığımız şeyi yaptı, cesaret etti. Biz yanında bile değiliz, bir iki laf bile edemiyoruz yanına gidip, nasıl insanlarız biz!" diye bağırmasında ki o tatmin, o halk içinde kendini gösterme çabasına hayran kaldım. Hayran kalırken güldüm, güldüğüm içinde arkadaşım tarafından susturuldum.

O yüzden, sokak tarafına bakan mutfağı olan insanlardan, bir hafta boyunca, saat 8'i 10 geçe, aspritörlerinin ışıklarını yakmasını istiyorum. Kapatıp açmayın ama, kediler ve çocuklar tedirgin oluyor ondan. Saçma bir heyecana giriyorlar. Çığlık atıyorlar.

13 Ocak 2010 Çarşamba

Vanilyalı tütsü ve pasta kokan odam

Sabahın sekizinden beri devam eden, el-ayak titremesi, halsizlik ve terlemeyle kendini gösteren tansiyon düşmesi... Finallerin olduğu zamana denk gelen kabarık beyaz lenf bezleri... Yalnızlık psikolojisinden dolayı algıda seçicilik yapıp, sokaktaki çiftleri gören ve onlara "götlek herifler" altyazısını koyan bir beyin...

İzlediğim bloglarlardaki kuraklığın hat safhada olduğu şu günlerde, evde, 10 türk lirasına aldığım %100 polyester, peluşumsu battaniyemin üzerinde, arada sırada takılıp duran filmlerden bile sıkılır oldum. Bir an önce iyileşip, İzmir'in dengesiz havasında, tekrar hasta olmadan, kredi kartı borcumu ödemiş olup, güzel cici-bici ler almak istiyorum. Yarım bıraktığım filmleri, kitapları, dergileri, tıpkı yarım kalan elmanın kararmış kısmını kesip yediğim gibi, bitirmek istiyorum.

Bir de türk lirası demişken, turist olup, "türk lirası"nı İngiliz aksanıyla söylemek istiyorum. Belki o zaman, Wristcutters filmindeki, gerçek adı Shannyn Sossamon olan kadın kişisine benzer, kemikli, büyük gülüşlü, Avrupalı bir sevgilim olur da, onun yanındayken, manava "kaç pound" falan filan derim, kese kağıdında 3-4 elma aldığım zaman.

Derim bunu. "Yi-haa" diye bağırarak halatla yakaladığım, çok film izlemekten dolayı gerçeklikten kopan beynimi, gerçekliğe doğru çekerken yaparım hemde bunu.

9 Ocak 2010 Cumartesi

Marlboro karar ver, 5.50 musun, 7 mi?

İstediğinden az nikotini verince, vücudum, damarlarımın içinden çekiçle derime vuruyor. Her vuruşunda titreyen ellerim, eklemlerim, özellikle de boynum, tabu maymununun, bana erkeklerin meme uçlarının olması kadar saçma gelen, embesil sallanışlarını gerçekleştiriyor. Bunun sebebi yılbaşında arttırılan sigara fiyatlarından ve 61 kilograma düşen ağırlığım yüzünden bırakmaya çabaladığım sigara alışkanlığım...Yılbaşının ilk günü başladım, ancak çok dengesiz bir bırakma süreci oluyor. Yılbaşı demişken, aklıma Ankara geliyor.

Gittiğim her şehirde, şehir sınırlarının içine girdiğim anda havai fişeklerle karşılaşırdım. Bu da bende o şehrin, örneğin İstanbul'un, benim gelişimi kutladığını düşündürtürdü. Ama ne Ankara'da ne de Eskişehir'de havai fişek filan göremedim. Bu da bana, "ya havai fişek alacak paraları yok, ya da artık bu ülkede istenmiyorum" diye düşündürttü. Havai fişek pahalı bir şey olmadığından, bence artık burda isteniyorum, ben de istenmediğim yerde durmam dedim, öyle yanağımın üstüne koşullanmış, gitmek bilmeyen mor lekem  gibi. O mor leke ki  çok soğuk ve çok sıcak havalarda kendini gösteriyor. Örneğin dün, telefonundan müzik dinleyen insanlardan, sonra o telefonların, bir tanesi ensenin arkasından alınıp kulağa takılsın diye uzun tutulan kulaklıklarından, kahverengi kumaş pantolon giyen yaşıtlarımdan, "lütfen telefonunuzu kapalı tutunuz" uyarısının üzerinde yarım çarpı işareti bulunan eski cep telefonu resminden ve bana benzeyen, çıkık alınlı insanlardan tiksinti duyduğum otobüste çıktı gene o leke. O lekeden de tiksiniyorum. Elimde değil. Allah babanın bana verdiği saçma ve gereksiz duygulardan biri sonuçta tiksinti de.

Tam o sırada, yuvarlak beresinin uçlarını tek kat kıvırıp, kulaklarının yarısını kapatacak kadar takan bir insanı görüp, yanaklarını sıkmak istemem, ardından "Heidi Klum'un kocası Seal'ı o şekilde bere takarken görsem, adamın yanakları İzel'inki gibin, demem sıkarım" diye düşündüm. Ancak o düşüncem dış ses olarak gelmedi Dexter'daki gibi. Öyle olsun isterdim ama ne Dexter'ın ki gibi karizmatik bir sesim var, ne de dış sesin söyleceği şeyler çok egzantrik...

Dış sesim ancak, sahilde otururken izlediğim gri uçağın, önümde duran, tahta bankın yanındaki, muhtemelen buraya, bu doldurma sahil boyuna, boş görüntüden rahatsız insanları tatmin etmek için büyüdüğü yerden sökülerek getirilen ağacın arkasına saklandığını söyleyebilir. Ki o ağaç, nereye gideceğini bilmeyen bir adam gibi duran dallarından anladığım kadarıyla, biraz buraya alışmış ama doğdudu yeride özlüyordu. Yavaş ve acısız bir ölüm yaşıyor, tıpkı insanlar gibi, büyümeyi bıraktıktan sonra, ölümü için yaşıyordu.

Bende gittim yanına oturdum. Sırtımı dayadım. O zaman da, ağacın, yüzüne bakmak zorunda olmayıp, sırtını yasladığın birinden daha sıcak, daha güçlü ve daha samimi olduğunu düşündüm. Eksikliğini hissetmediğimi iddia ettiğim, kendimi kandırdığım, sırf acındırma gibi görünecek diye, kendime bile itiraf edemediğim, "hayatımda bir baba figürüne sahip olma" eksikliğini az da olsa karşıladı. Bende sırtımı yaslamadan edemedim. İzmir'in Bostanlı semtinde, beyaz kuşların kanat çırpmadan süzüldüğü, ellerimin üşümeye başlayıp işlevlerini yitirmesine sebep olan bir rüzgarın estiği, vapurların sürekli yanaşıp kalktığı, bir kısmı beton olan sahil kenarının dönemecinde ki ağaç benim babam artık dedim. Haftada bir ziyaretine gideceğim, beni duyup duymadığını bilmesem de konuşacağım, elini tutacağım, ölüm döşeğinde, mavi tonlardaki bir şehir hastanesinde, yeşil çarşaflara gömülmüş bir şekilde yatan, yatalak, bitkisel hayata mahkum, cihaza bağlı, fişinin İzmir Büyük Şehir Belediyesi tarafından çekilmesini bekleyen bir baba yaptım kendime.

Sanmıyorum ama belki başka kadınlardan, başka çocukları da olmuştur. Onlarla da tanışırım, zararı yok...

6 Ocak 2010 Çarşamba

çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak -III-

Nov 20 - 12:17 pm
*İnsan, "hayatın sırrını çözdüğünü" sandığı andan sonra bile, sanki eline sokak ortasında broşür verilmiş gibi eskisi gibi hayatına devam edebiliyor. Garip.

Nov 20 - 12:20 pm
*Dışarıdan bakıldığında yüzüme vuran güneş, yüzümü kızartıyormuş gibi gelmiyor. Ama tıpkı bir çok şeyde olduğu gibi, derimin altında ilginç olaylar gerçekleşiyor. Hücrelerimin kumsal kenarı yanığı olup, "yoğurt var mı kimsede?" diye bağırmaya başlamaları gibi.

Nov 20 - 4:44 pm
*Aslında ben yolda gördüğüm insanlara, "Çok sinirli yürüyorsun?" ya da "Bir bıkkınlık hali var sende" gibi şeyler söylemeyi isterdim. Ancak "Size ne?" cümleciğinin yaptığı etki, yüksekten düşen birinin betona çarpması gibi ağır, sert ve aşılacak gibi değil.

Nov 20 - 6:46 pm
*İnsan kendine "Ben ne zaman bu hale geldim?" diye sorduğu zaman, o bahsettiği "hale" geliyor aslında. O zamana kadar farkında değilken, herşeyi eskisi gibi yaşarken, o farkına varma anından sonra, istesen de hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. (film repliği gibi olmuş son tümceye karşı sevgi beslemek)

Nov 20 - 6:51 pm
*Yürüyen merdivenli üstgeçit yaptıran belediye, sanırım yoldan geçmeye çalışırken ölen insan sayısının oranını azaltmaya çalışıyor. İyice bir tembellik hali, iyice yaşamaya devam eden ve artan insan popülasyonu.

Nov 20 - 7:07 pm
*Keşke, "Egenin denizi yemcisi Rıza Amca" duvar yazısı kadar samimi olabilsem.

Nov 20 - 8:18 pm
*Kucağındaki kızıyla gayet mutlu görünen, önümdeki camın diğer tarafında kalan kadın bana baktığında,  gülümsemek istedim. Gülümsediğimi sanıyordum ki dünyanın en ifadesiz suratıyla bakıyormuşum meğer kadına. Eğer yansımama bakmasaydım güldüğümü sanacaktım. Olmadı. Aksine, yüzüme mimik veremeyecek kadar söz geçirememiş olduğum için üzüldüm.

Nov 25 - 2:46 am
*Bence evrimin zayıf halkası olmadığımdan, domuz gribini ilaçsız yenebilirim. İlk insanlar gibi.

Nov 28 - 4:36 am
*Tom ve Jerry'nin bir bölümünde, Tom'a içirdikleri yağa benzer şey gibi, bana da sanki balgam içirmişler zorla. Ayaklarımın en uç kısımından, boğazımın havayla birleştiği yere kadar balgamla dolmuş gibi hissediyorum. Midem, bağırsaklarım, böbreklerim, apandistim falanım filanım, en ufak hava kabarcığı bile bulunmayan sarı bir balgam tarafından ele geçirilmiş.

Jan 4 - 1:43 am
*Karnımdaki aptal sıkıntıya, hazımsızlığımın mı yoksa kafamda dolanan, kimseyle paylaşmadığım ve kendi kendime de cevap veremediğim soruların mı sebep olduğunu çözemedim.

Jan 4 - 2:01 am
*Çevremdeki insanların, "yıllar sonra, tekrar karşılaştıklarında, aynı şekilde devam edecek"lerine inandıkları ilişkilere sahip olduğunu duydum, ardından kendimi düşündüm ve sessizliği yuttum...

Jan 4 -2:26 am
*Ankara, insanda geçmişe yolculuk yapmışsın gibi hissettiriyor. Sanki İzmir'den bindiğim tren, "Geleceğe Dönüş"teki çarpışan arabalara benzer anteni olan arabaymış, bende ona binmişim. Beynimi "sonsuz" kavramına alıştıran ovalar bitip, tek tük apartmanlar başladığında, 90'lara hızlı bir dönüş yapmışım gibi hissettim.
Gri havası, gri duvarlı binaları, gri ağaçları... Hafızamda canlandırmaya çalıştığım zaman, renkleri soluklaşan bütün o geçmişimle aynı renkte, dokunduğu ve ya kokladığında, taş gibi yalnızca ağırlığını hissedebildiğin, bir banka oturup izlediğinde ise insana öğlenleri TRT-2 de gösterilen, Zuhal Olcay'lı, Tarık Akan'lı falanlı filanlı, seksenlerin burjuvalarının karakter analizini yapan, arka planda televizyonların üstünde dantellerin ve salonlarda kocaman ahşap vitrinlerin boy gösterdiği, türk sinema tarihinin en depresif filmlerini izlemek gibi hissettiriyor.

Jan 4 - 2:57 am
*Sabahın 9'unda kalkıp, soğuk, anlamsız, takım kıyafetli suratlarla dolu bir metroyla otobüs garına gitmek, ucuz ve bu yüzden dandik bir otobüs firmasının kadifemsi koltuklarına oturup, 9 saatlik bir yolculuk yaparak, ailesel, parasal sorunlara, ikili ilişkilerin karmaşıklığına, en yeteneksiz oyuncuların oynadığı okula, hem izleyen hede oyuncu olmaya gitmek, insana klozetten gitmeyen bir bokla uğraşıyormuşsun gibi hissettiriyor.

Bileklerimi tutan bir insanın görüntüsü ise, bütün o bok kokularını bastıran kokulu mum gibi.

Jan 4 - 3:04 am
*Gözlerim kapalı elliden geri doğru sayarken, beynimin içinde duyduğum insan konuşmalarına, karanlıkta canlanan saçma görüntülere tanık olmak, dünyanın en postmodern ve postmodern olduğundan dolayı  bana saçma salak gelen bir filmi izlemek gibi... Ne bir zevk veriyor ne de şaşkınlık. Verdiği tek şey; bıkkınlık hissinden doğan uyku durumu, ki o da sabahları, ilkokul çocuklarının andımızı okuması kadar mecburi geliyor.

Jan 6 - 1:24 pm
*Hızlı el hareketleriyle arkadaşıyla konuşan yanımdaki dilsiz kadın, nemlenmiş baharat gibi kokuyor. Kafamı onun tarafına çevirmek, yalnızca baharatların bulunduğu dolaba kafamı sokmak gibi.

Jan 6 - 3:15 pm
*Göğsümü elleyen bir soğuk rüzgar var, şimdide güneş ışığı alnımı öpüyor. Doğa, insanla sevişirken sakin olabiliyor bazen sanırım.

Jan 6 - 3:34 pm
*Bana hayatımın hiç bir döneminde deniz bu kadar ağır, yavaş ve huzur verici gelmemişti. Bu dönemimin adı "Can'ın denizi tanıdığı dönem" olsun, onu da Kings of Convenience'ın Little Kids'i hatırlatsın sonrasında...