21 Ekim 2010 Perşembe

Ev hali II

Geçenlerde hem Çağlar merak etti diye hem de ben tekrar izlemek istiyorum diye Six Feet Under'a başladık. İlkokula başlar gibi böyle. Nate'le filan tanıştırıldık, topu atan Ali'yle tanıştırıldığımıza benzer bir şekilde. O Ali'nin yüzünü çok net hatırlıyorum hala bu arada. Kılsız, yatık siyahından yağlı saçlarıyla, suratında sürekli az evel boşalmış gibi bir gülümseme. Ödevini yaparken bile. 

Kendimle hiç bağdaştıramadım o yüzden o Ali'yi. Ayşe'yi de. 

Ama Brenda'yla bağdaştırdım kendimi iki gün önce. Yatağında bilgisayarının karşısına geçmiş, aklından geçenlerin ekrandaki boş sayfada belirdiğini onunla birlikte okurken, onun yaşadığı öfkenin, o öfkeme sebep olan aptallığımın aynısını içimde hissettim. Donup kaldım.
-What exactly do you have to say, that hasn't been said before?

Yazdı. Cevap veremedim.

Tam, "O kadar da değil, zamanla yaratıcı olabilirim..." diyecek iken, ekranda başka bir cümle daha belirdi:

-All you do is observe yourself.

Bu cümleyi duyduktan sonra, şu satırları yazmak bile zorlaşıyor aslında. Sürekli olarak kendinden, hissettiklerinden, yaşadıklarından filan bahsetmek, tahlil yapmak vesaire vesaire oluyor.

Aynen böyle. 

Ancak neyse ki o tahlil yapma yeteneğim yazmama sebep olacak bir tahlilde bulunuyor:

"Yazdıkların yaratıcı, yeni, yada başkaları hakkında olmak zorunda değil."

Tabi bu cümleyi söylerken içinden bir parçayı gömüyorsun. Mezar taşında da bu yazıyor o kendinden bıraktığın parçanın yattığı yerde. Her ziyarete gittiğinde bunu okuyorsun. 

O parça sanırım ego. Yada "istek". Daha emin değilim. Tahlil etmedim.

İsteksiz yazabilirim. Egosuz da. Pek umurumda değil artık. Yazarım. Geniş zaman kipinde hemde. 

Geçenlerde aklıma, kafelerde filan tek başına oturup, not defterlerine yazı yazan tipler geldi. Not alan filan böyle. Giyinişlerinden orta halli oldukları belli, üniversite de okurken yazmaya merak salmış, yazdıklarını beğenmiş, o yüzden herkesinde beğeneceğini sanan, o sanrılara ortak olanlarla iyi anlaşabilen düz tipler. Öylesine düz bir hayat yaşayıp genede yazabilen tipler. Hayatlarına farklılıkları yazdıkları hayali karakterlerle katan insanlar... Öyle olmak istemiyorum sanırım. Zaten kendimden başkasını da yazamıyorum ama gene de olmak istemem.

Evet çişini arabanın tekerine yapmak zorunda bırakılan çocukların neler hissettiklerini biliyorum, evet balkondan aşağı sarkan insanların aşağıya baktıklarında hissettikleri o iç boşaltıcı hissi de biliyorum, ama bunları bilmeden yazmanın nedense anlamsız geldiğini hissediyorum.

Sanırım yazabilmek için yaşıyorum. 

Tanrı bilir bunu da birileri önceden söylemiştir.

Ama önemi yok, altımda kareli pijamamla, bacağımın dibine kafasını dayayıp uyuyan sevgilimin gri çenesine bakıp huzur bulabildikten sonra gerçekten ama gerçekten hiç bir şeyin önemi yok.

Öpeyim şimdi kirazlı sakıza benzeyen dudağından...


4 Ekim 2010 Pazartesi

Ev hali.

Televizyonu kapadı şimdi. Ben pencereye doğru yönelirken. Kucağında laptop var, boynu biraz eğik. Ayakları o kadar ölü görünüyor ki, baş parmaklarından birine morgda takılan kağıtlardan takılabilir. İşin komik yanı, bunu yaparken hissetmiyecekmiş gibi geliyor olması.

Yanına geldim. Benim hareketlerimle kıyasladığında duruyormuş gibi gözüken şeyler yapıyor saatlerden beri. Karnı inip kalkıyor, parmakları oynuyor, arada da gözünü kırpıyor... Bu kadar. Duran bir insana yada belki de memelilere özgü olabilecek, ortak davranışları sergiliyor. 

Gördüğüm onca duran insanı düşündüm. Otobüste, asansörde, durakta, iş yerinde, kaldırımda, kahvede, balkonda, çatı katında... Durmayan insanları düşünmek şu anda daha yorucu geliyor diye. Durmayanlara yetişmek veya dokunmak, belki vızıldamak... Hepsi daha zor durmadıkları zaman.
Sigara yakacak. Kartona sürtünen kağıt sesinden anladım sigarayı çıkardığını. Ardından gelen çakmak sesi de beni bir öğretmen edasıyla onayladı zaten. Mutluyum. Pencerenin yanına gidip dışarıdaki akranlarıma bakabilirim. Ama dışarısı ürkütücü nedense. 

Arabalardan sanırım. "Arabalar olmasaydı?" düşündüm. O zaman atlar olurdu. Atlar da ürkütücü. Kuyrukları özellikle. Kırbaç gibi. Daha fazla bakasım yok dışarı.

Odada dört dönüyorum şimdi. Tam dört kere, sanki cümleyi haklı çıkarmak istermişim gibi. Gerçi nereden bilebilirim ki? Bir odada, tanımadığım bir yabancıyla aynı odada, belkide beni öldürebilecek bir yabancıyla aynı odada duran ufak bir sineğim. Dört dönüyorum çünkü açık yer arıyorum. Her yer kapalı ve bu can sıkıcı gibi duran çocuğu izlemekte bir yerden sonra zevk vermemeye başlıyor. 

---

Balkon kapısını açtım sıkıntısına son vermek için. Dışarı çıkabilir artık biraz uğraşırsa. Dışarı çıkıp, bokların üzerinde konabilir, kendisi gibi bir sinekle uçarak çiftleşebilir, uzay gemisinde sevişen insanlar gibi. Yada rüzgar akımlarına bırakır kendini boş poşetlerin bıraktığı kadar olmasa da. Güneşi takip eder belki de yetişemeyeceğini bilmeden. Saf bir inançla. O takip sırasında gece olur. İnce tellerle kaplı pencerelerden içeri, ışıkların  olduğu odalara girmeye çalışır. Denemekten yorulup bir başka ışık görür. Son göreceği ışığın o olduğunu bilmeden ona doğru yönelir sonra. Opel Astra'nın farında can verir.

Beni de unutur. Benim de onu unutacağım gibi.