28 Şubat 2012 Salı

Yazın Madonna konserine gitcek adamdan çıkan osuruk.

İzmir'de yaşamanın insanı manik depresifliğe sürükleyen bir yanı var. Dinlediğin müziklerden tut, konuştuğun konulara kadar her şey havaya göre değişiyor. Bundan nasibini alan bir tek sen olmuyorsun. Sokakta hava güzelken gülerek dolaşan liseliler, havalar kötüleştiğinde kıyı köşelerde suratsız bir şekilde sigara içmeye başlıyor örneğin. Yada iş arkadaşların "bugün kolay geçiyor" derken bir gün diğer gün "bitse bugün de eve gitsek" diyor. Sende bu güruha katılıyorsun. 

İçerden her şeyi olağan görmenin sebebi de bundan. Doğanın baskıcı gücüne karşı en fazla yakınabiliyor yada minnettar oluyorsun. İsyan edebileceğin bir kanal olmadığından bütün o sıkıntın içine doğru akıp, adamı manik depresif yapıyor.


Kurulan hayallerin benzerliğini bilemem ama tahmin edebiliyorum kaç kişinin benle aynı isteği paylaştığını. Ormanda yaşama isteğini, kamp kurma isteğini, bir sahil kasabasında evinin olmasını istediğini. 

Bütün bu isteklerin 30'lardan sonra çıkması gerek miyor muydu? diye soruyorum kendime. Kendini büyükşehrin akışına kontrollü bir şekilde bırakmaya çabalamanın verdiği yorgunluğu tadanların söylemesi gerek miyor muydu bunu? diye merak ediyorum.

Daha 22 yaşında BBC belgesellerine bakıp iç çekmek, Into The Wild'ı izleyip beğenmek, Flickr'da, Tumblr'da uçsuz bucaksız ormanın içinde tek başına duran o insanların fotoğraflarına bakıp kıskanmak nedir yani?

Şu yaşımda Erik Satie seviyorum resmen. Yaptığı müziğin tarihini hissedebiliyorum notalarından. Hissettiği durağanlığı hissedebilmek, ama yaşayamamak ceza gibi geliyor.

Gene doğa. Gene isyan edemiyorsun. Sanki zorla balık yağı yutmak gibi.

Sanırım piknikler bu yüzden yapılıyor. Bu yüzden yaz tatillerinde "memlekete" gidiyor insanlar. Evlerine kedi alıyor, saksı saksı çiçek yetiştiriyor, sahilde oturuyor, mangal yapıyor, balık tutmaya çıkıyor, manzara fotoğraflarını duvara asıyor, country müzikleri dinliyor, belgesel izliyor.

Doğanın artıklarıyla yaşamayı öğrenmek gibi bir şey bütün hepsi.

Televizyondaki slogan aklıma geliyor: Tatil için çalışıyoruz.

Kimsenin buna isyan etmemesi garip geliyor işte o zaman. Bu kabullenişe tanık olmak, onun içine karışmak, unutmak, ertelemek...

Tatile ihtiyacım var demiyorum. Bir tane kır evim olsun hiç demiyorum.

Ben gerçekten büyükşehir belediyesi lafı duymak istemiyorum. Modernliğin bana kattığı tek şey kitaplar olabilirdi ama onları da okuyacak zamanı bıraktırmayan gene kendisi oluyor. 

Bütün bir nesil böyle. 90'larda çocuk olmak dedikleri o kavram işte buna evrildi. Teknolojinin başlangıcına denk gelen bir çocuğa, öncesinde doğayı tattırırmak zorunda kalmasalardı eğer, eğer ki atariler gittiğimiz o pikniklerden çok önce icat edilip popüler olabilseydi, hiç bir yaşıtımın doğaya geri dönmek istiyeceğini, bunu yaparken de depresifleşebileceğini zannetmiyorum.

Bilemediğimiz, arada kaldığımız bir hal var. Emin olamamama hali her birimize işlenmiş bir kod gibi. Ablam ne istediğini gayet iyi bilirken örneğin, benim ve ikizimin kafamızın karışık olması bundan dolayı. 

Atari oyunlarıyla memlekette dolaşıp kirlendiğimiz doğa aynı tatlılıkla anılıyor.

Gerçekten üzücü bir hal. Ne köyde yaşayabilecek kadar sabırlı, ne de metropolde yaşayabilecek dayanıklıyız.

Sanırım dünya, insanlık tarihinin görüp görebileceği en dengesiz neslini üretmiş bulunmakta. Bu da bir başarı.

1 yorumbik:

distantradio dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.