29 Eylül 2012 Cumartesi

Yol.

Gece, sarhoşken, eğlenceli ama hafif komik anlaşmazlıklar yaratan seksin ardından 2 gibi uyumama rağmen sabah saat 8'de kalktım. Beni kaldıran kuvvetin, vücudumun tıpasını açan biranın getirdiği susuzluk olduğunu anlamam bir iki saniye sürdü. Kuru boğazımı dilimde oluşturduğum ufak tükürüklerle normale döndürmeye çabalarken bir taraftan da yataktan kalkabilmek için ayağıma yatan kediyi ittirdim. Su içtim. 

Buraya kadar normal. 

Ama yatağa tekrar uyuyabilmek için dönerken, her adımda, evin tabanına yer çekimi sayesinde uyguladığım kuvvete eşdeğer bir şekilde uykum kaçtı. 1 ay önce yaşasam uyumak için zorlardım ama yapmadım. 

Amaç ve sonucun her zaman beklediğinden farklı sonuçlanması gibi, seni değiştireceğini bildiğin şeyleri yaparken de aynı belirsizlik söz konusu. Bunu söylüyorum çünkü Perşembe günü Londra'dan döndüm. "12 günlük bir gezinin beni bu kadar değiştireceğini bilseydim" diye başlayabilecek yazılar yazmaktan çekiniyorum ama durum çok ortada. İçimde, üşüyen parmaklarına hohlama isteğimle aynı derecede Londra'nın kritiğini yapma isteği var. 
Dönerken son bir kez Londra'ya baktı o. 
İlk hoh; cahillik mutluluktur. 

Yolculuğun kendisini geri dönüşlerin belirlediği algısı şu anda hissettiğim en ağır duygu. 22 yıldır yaşadığım yere ve insanlarına bu kadar farklı bakabileceğim fikri, tırnaklarımın bir daha uzamayacağı düşüncesinin aklımın ucundan geçmemesi gibi hiç oluşmamıştı giderken. Hayatımda ilk kez yurt dışına çıkarken düşündüğüm şey, daha iyi ve daha farklı şeyler göreceğimden öteye geçmedi. Etkileneceğimi, seveceğimi, orada yaşamak isteyeceğimi biliyordum ama dönüşte neler yaşayacağım konusunda kafa yormak, sümük yemek kadar gereksizdi. 

Keşke düşünseymişim.

Tiksinmenin, üzülmenin, korkmanın, nefret etmenin, algılayamamaların her çeşidini yaşamaktayım çünkü şu anda. 

Hiç bir insanın ceza evinden çıkarken arkasına bakacağını zannetmiyorum eğer döneceklerini biliyorlarsa. Tıpkı ceza evinde doğmuş, cezaevinin dışarıdan nasıl göründüğünü hiç bilmemiş, düşünmemiş, ona gereksinim duymamış bir çocuğu bir günlüğüne sokağa, hayata çıkartıp geri götürdüklerinde gördüğü dikenli teller karşısındaki şaşkınlığından farklı değil durumum bu yüzden.

Dünyayı düz zannetmekten, yıldızları kağıtlar üzerinde ki delikler zannetmekten, denizin bittiği yeri dünyanın bittiği yer zannetmekten farksız. Tıpkı sirklerde, önce yavruyken ayaklarına "kıramayacakları" kadar güçlü zincirler bağlayıp kaçamayacaklarını anlamaları sağlanan, sonra zincirleri kırabilecekleri boyuta geldiklerinde ayaklarına bağlanan ipi bile "koparmayan" filler gibi...


22 yıl boyunca Türkiye için yarattığım algı, Avrupa için yarattığım algıdan daha bıçak sırtındaymış, yeni öğrendim.

Bildiğim, farkında olduğumu zannettiğim her sorun sandığımdan daha büyük, çözülemeyecek, kalıplaşmışmış. 

Bir anda içine doğduğum çevrede yaratmaya çalıştığım kişiliğin buradan çıkamazsam kısıtlanacağı düşüncesine kapılıyorsun. Haksız bir korku değil. Kaçış planlarına hemen başlamanın da kum tanesi kadar zararı yok. 

Bir kaç kere daha hohlamak istiyorum ancak yolculuğun dönmüş olmak durumunda olduğumdan konu dışına (Londra nasıl bir yer filan örneğin) çıkamıyorum. Aklıma sürekli aynı şey gelip duruyor çünkü. 

Yıllardır önünden geçtiğim İzmir'in tepeleri nasıl oldu da Hindistan farksızmış gibi hissettirmeye başladı? 

Hindistan abi. Nahçivan yada.

0 yorumbik: