20 Kasım 2012 Salı

Mümüşteri

Sevgilim vize haftasında "kişisel" ihtiyaçlarımı arka plana atmam gerektiğini söyledi, buna yazı yazmak da dahil oluyor. Hazır çalıştığım derse mola vermişken, bir de o okuldayken, az da olsa yazayım dedim. Şu anda yaptığım eylemi bu şekilde açıklayabilirim yani.

Yaklaşık bir ayı geçkin bir süredir çalıştığım kitabevindeki "insanları" nasıl açıklayabileceğimi ise bilmiyorum. Edebiyat konusunda aşırı donanımlı, otuzlarındaki çalışanları ya da kırklarındaki ticaret kafasına girmiş iki patronu değil, gelip giden "müşterileri" açıklayamıyorum. Lakin bin liralık bir maaşa olur vermiş iki edebiyat kurdu çalışanın bu kadar "donanımlı" olmalarının nedenlerinde anlatılacak bir yan bulamadım, sonuçta hayatı boyunca kitap okumaktan başka bir şey yapmamış adamın "kapıcı" yada "bankacı" olmasını beklemiyorsun. Onlara verilen iş, yaşadıkları geçmişlerin izinden öteye gidemiyor lakin. Aynı şekilde iki patronun "ticaret"ten başka neyi düşünebileceklerini sorgulamak ise bir kuşun neden kafana sıçtığını sorgulamakla aynı şey. 


Ama bu "kitap okurları" yerine "müşteri" olarak adlandırdığım (ki bunun nedenlerini açıklamak için yazıyorum bu yazıyı) o güruhu anlatmak istediğimde tek bir cümleye görev yükleyemiyorum. Böyle bir görevin altından ancak en az bir paragraf uzunluğunda, virgüllerle bezenmiş, içinde "ve", "ek olarak", gibi bağlama sözcükleri barındıran bir cümle kalkabilir (öyle yapacağımdan değil tabi).

Daha işe başladığım ilk haftadan beri kitabevinin "girişinde", "çok satanlar" bölümündeki yerini, tıpkı haftalık MTV Top 10 listelerinde yerini başka şarkılara vermeyen şarkıların gereksizliğiyle koruyan "Meleklerle Yaşamak" kitabıyla göz göze geliyorum işe gittiğim her gün. Bana o pembeli, melek resimli, simli yazılı kapağıyla baktığında, "Naber entel kılıklı? Burada ne işim var diye mi merak ediyorsun?" diye sormasından çok zaman geçmeden, kendisini almak isteyen ama o götüyle aradığı kitabı bulamayan bir müşterinin ismini ağzına aldığı anda, Meleklerle Yaşamak bir anda, o takma kaşlı, boyalı saçlı, topuk sesleri bana soru sorabilmek için susan müşterinin arkasından bir silüet gibi yükselip, hareket çeker bir edayla bakıyor bana. Yanına isteksiz isteksiz giderken, elime aldığım anda, kendisini almak isteyen o insanlara, kitabın içinde bulunan "CD"nin geleceği tarafıyla bir tane yapıştırasım geliyor ama iş yerinin kuralları yüzünden, müşterinin eline o kitabı sanki yere düşmüş bir sakızı çöpe atarken tuttuğumdaki tutarak eline uzatmaktan başka bir tavır alamıyorum. 

Bir kitabın insanın sinirini bu kadar bozabileceğini yeni yeni öğrenirken, bir de vampir serisi kitaplarıyla tanışmak zorunda bırakılmam ise, evde kalmış, yediği yemeğin kırıntılarını hala üzerinden temizleyememiş, biraz daha şişmanlasa fizik kanunları yüzünden içine çöküp bir süper nova yaratacak kadın sayesinde oldu. Bir insanı "dış görünüşüyle" küçümsemenin ayıplığı, kadının kendi başına yarattığı vücut gibi  çevresindeki dünyayı da yarattığını zannettiği ve karşısına gelen her "çalışanı" aşağılayan tavrıyla, kendine bir antitez bulduğundan böyle yazıyorum. Amacım sadece etkiye tepki kanunu açısından diyalektik halimi koruyabilmek.

Ama tam bu iki çeşit olarak tanıttığım kitapların bir edebi değer taşımaması ve aynı şekilde onları okuyanların da değersiz olduğu düşüncesine kapılacak iken, üzerine sosyal meselelerle ilgili olan kitapları satın alan, köküne kadar İzmirli, demokrat, Atatürkçü, milliyetçi değilim derken ağzından ırkçı söylemleri yüzsüzce, sanki ağızlarına kaçan bir saçı kendilerine ait diye tiksinmeden çıkartabilen insanlar gibi söyleyebilen bu insanların, biraz insancıl olsalar, ki burada insancıldan kastım biriyle konuşurken aptal görünmeme çabası bile olabilirdi, istedikleri kitaplara rağmen, görüşlerini hiç umursamayıp, sakin kalamıyorum. Neredeyse genelleme yapmana yetecek kadar bir insan grubu, sanki bütün dükkanın var olma sebepleri kendileriymiş gibi, ki biraz aslında öyle düşündüğüm zaman, garip bir öz güvenle kendilerini bana üçüncü bir patron haline getirdiklerinde, sinirlendiğim an, omuzlarımdan yükselen sıcak hava kulaklarımı kızartıyor. Tıpkı her müşteriye "iyi" davranmaya çalıştığım gibi, ufacık, onların bile görmeyecekleri, hatta benim bile eyleme geçirip geçirdiğimi tam olarak hiç bir zaman anlayamayacağım bir göz devirme hareketi yapıyorum. Ötesi yok.

Diğer çalışanlar olmasa eğer, sırf gittikleri gibi küfretmediğimden akşama bir iki sivilce çıkartabilirdim ama neyseki iki-üç laf edip geride bırakabiliyorum çoğunu.

Hepsini değil. Lakin gelecek yüzlerce insanlar var. İşe gitmeyi zorlaştıran, beni bu yazıyı yazmaya iten şey de bu. Lakin gelecek müşterilerin gerginliği sırf suratımda kocaman bir sivilceyle dolaşmama sebep olmasın diye, işe gitmeden önce, tıpkı fındık fıstık yerken arada ufak bi çürüğü de yediğinde tükürürsen, öyle tükürüyorum.

"İşten memnunum aslında" dediğim paragrafı da bitirdiğime göre, "şimdilik" müşterilere hakaret etmeye ara vereyim. Tabi ondan önce, üç beş okuyucudan bir kaçı böyle müşterilerden ise ve gelip bana "müşteri daima haklıdır" diyecek gibi olursa, o tümceyi bitirmelerine izin vermeden, ağızlarında, onların bende bıraktığı tattan çok daha az iğrenç bir tat bırakacak götümü yalayabilirler. Aksine hoşuma da gider. Evet.

0 yorumbik: