29 Ekim 2009 Perşembe

viva la muerte!

ben hangi ara trip-hop dinlemeye başladığımı, bir çocuğun parmağındaki çikolata tadının nerden geldiğini merak etmesi gibi merak ederken, mr. muscle'la el sıkışmış olduğumdan, parmaklarım ağrıyor, parmaklarımın üzerlerine sarılı olan derim ise gerilip, suyunu havaya veriyor..

torrent'in bana, "üç buçuk saat sonra, istediğin diskografi inmiş olur" deyişi, içimde dayaktan hastanelik edilmiş bir mutluluk yaşatıyor. yanımda tasmayla dolaştırmasam hemen kaçacak olan vicdanım "yazık değil mi mutluluğu neden dövüyorsun?" diye sorduğunda, "dayağı hakediyor, 5-10 albümü yaparken, alın terlerinin ıslattığı ıslak stüdyo zeminlerine bak" diyesim geliyor.. ama terden ıslanmış bir zemin yok. görmedim. görseydim eğer şu anda burada, bilgisayar başında, kendine özgü hiç birşeyi olmayan, sookie stackhouse kadar salak bilgisayar masasının önündeki plastik sandalyede oturmuyor olurdum. fındık beynim, yazı yazarken, kendini bulunduğu ortamdan koparıp, dinlediği müzik grubunun, dinlediği şarkısını kaydettiği stüdyodaki camın arkasında, onları izlediğini sanıyor. halbuki, wap cam den fotoğrafımı çeksem, internet kafedeki wap cam'den çektiği kareyi profil fotoğrafı yapan ergenlerden farklı görünmem şu odada.

odama duyduğum nefretim, gördüğüm zaman içimden bütün küfürleri sayıp, ağzının ortasına kafa atıp, dudaklarının patlamasını dilediğim, sokakta, çocuğunu, suratında bir bıkkınlık ve nefret ifadesiyle döven annelere duyduğum nefrete eş değer... insanın içindeki nefrete de şaşmak gerek bu arada. o zaman, insanın içindeki nefret konulu paragrafıma birşeyler yazalım.

-insanın içindeki nefret konulu paragraf-

hümanistim ben diyen insanlara inancım ortaokulda sıra dayağında beni ayırıp sınıfın diğerinin parmak uçlarını ağlatan, tırnaklarını kıran hocamı gördükten sonra bitmişti sanırım. insanın öyle zamanlarda ayrı tutulmaktan vicdan duyması aslında sonrasında olacaklardan duyduğu korkudan (sonrasında olacaklar: hoca seni ayırdı diye, sınıf arkadaşların da yediği dayağın nefretiyle bakışlar atar mesela). hocaya karşı nefretim de bu yüzdendi. ecevit görüntülü, kızları taciz eden hocanın aptallığı, içinde duyduğu çocuk nefretinden kaynaklanıyordu, bana olacakları göremedi.. öyle bir sinir, insanın geleceğine bir sis indirip, ayağına takılacağı taşı görmesini engelliyor. tıpkı benim o anneyi döverken, çocuğunun beni izlediğini unutacağım gibi. "kafamın içinde" anneyi döverken bile çocuğu devre dışı bıraktığım o olayda, çocuğun, annesinin ağzından akan kanları görmesi, annesinin onu dövmesinden daha çok üzeceğini, 7-8 yaşındaki beyni daha babasının, annesinin ve televizyondakilerin dedikleriyle dolu olan çocuğun üzerinde daha travmatik bir etki yaratacağını göremiyor insan.

ama insanın aklına, sağ tarafındaki melek, bir tane yapışkanlı kağıda yazılmış notu bıraktığında işler değişiyor... "nefret de sevgi gibi görmeni engeller" yazan bu notu okuyan beyin, sevgi duygusu esnasında, insanın kızması gereken şeyleri görmezden geldiğini düşünüyor...

sonuçta ortaya bir sorunsal denilemiyecek kadar doğal bir durum çıkıyor.. seviyor, sevmiyor, nefret ediyor etmiyor, görüyor, göremiyor... fark etmiyor... her şeyi gören bir insan olsaydım eğer, for example; medium memiş, yapacağım eylemlerin sonsuz sayıda torunu olacak sonuçlarının ağırlığından bir şeye karar veremezdim... ki kararsızlıkta bir sonuç doğuruyor, oda başka bir sonuç... yani small-medium-large memiş gibi olan insanın, yiğit özgür karikatürlerindeki delilerden biri olmamasını beklemek, mehmet ali birant'ın doğru düzgün bir haber sunacağını beklemek kadar komik...

pişmanlık duygumun ağzına bilardo topu tıkıp, tecavüz edip, ardından öldürdüm, öldürdükten sonra da küçük neşter darbeleriyle kestim.. etrafımda çocuk mocuk yoktu. pişmanlık duygumunda kadavradan farkı yoktu. ama tutuklamaya gelirlerse suçu trip-hop ın üstüne atacağım.. yazının başında planladığım şey buydu işte.. nihahaha...

en fazla 6 ay yatarım, sonra da deniz seki edasıyla çıkıp "yaşasın özgürlük" derim yapmacık bir ağlamakla sanki umurumdaymış gibi... ardından trip-hop yargılanır, idam cezası alıp idam sandalyesine oturtulur (o benim beyaz plastik sandalyem olabilir) trip-hop'a iğne yaparlar, equilibrium filminde insalara hissetmesin diye yapılan iğne gibi.. bende böyle depresif şeyler yazmam bir daha...

toprağın dibindeki dip not: deniz seki'nin yaşasın özgürlük dediğini magazin programları izlerken gördüm evet. o gün magazin programı izledim. gocunmuyorum. azıcık utanıyorum ama masaüstümde fotoğrafı duruyor o anın.. baka baka şevk alıyorum.

başka bir edit: koyduğum fotoğraf bana trip-hopsal geldi. yoksa alakasız fotoğraf koymuyacaktım ben.
editimin editi: üstteki editten başkasına neyse?

28 Ekim 2009 Çarşamba

noelba ba öldi mi, issiz ajun kaldi mu?

vücudumdaki bütün sinirlerin, ayak parmaklarım ve topuğum arasında sinirli bir şekilde volta atması, hafif bir ağrı veriyor... rahatsız ediciliği, gece gece üstüme doğru gelen, yerden taş alıp fırlattığında yere değesiye kadar takip eden yarasaların ürkütücülüğü kadar. bizim sokakta iki tane sokak lambası vardı uzun olmasına rağmen. biri başında biri sonunda. biz sonundaki lambanın önündeki apartmanlardaydık. akşamları dışarı çıkmadığımız zamanlar, balkona çıkar, sokak lambasının etrafında, sokakta biri bağırmaya başladığında yada kavga ettiğinde çevresine toplanan insanlar gibi ışığın etrafında toplanıp, "acaba noluyor, ne olmuş? kavga mı? haa.. amaan.." gibisinden yorum yapan sinekcikleri kapan yarasaları izlerdik... o zamanlar daha ben çocuktum. yarasalar beni ısırırsa batman, bir tane böcek ısırırsa o-böcek-man olacağımı sanardım. yani her hangi bir hayvan beni ısırırsa "adı geçen hayvana" dönüşeceğimi düşünürdüm. (sivrisinekler bu familyaya ait değil)

ancak yavru bir kediyi seveyim diye kıstırıp elimi tırmalattığımda olduğum yusuf yusuf halini şu ana kadar yaşamadım. kapkara (ki kirden değil-doğal rengim o) ellerimi sanki beyazlaştırmaya çabalarcasına onlarca kez sabunla yıkamam, anneme iki dakikada bir "bir şey olur mu anne? doktora gitsek mi?" sorusunu sormam, kardeşim "geçen özgenin bir arkadaşı o yüzden ölmüş" deyince de ağlamam... minacık, kanın bile akmayı reddettiği sıyrık yüzünden...

kendini ve bu blogu günlükvari bir şeye çevirecek pargarafıma, soğuk kış gününde banyoya giren çocuğun isteksizliğiyle geçersek eğer;

bugünün tarihinin tutulmasını bile istemiyorum derim... lakin, "bugün" saat 5 civarından sonra, kendini bugün olmaktan çıkarıp geçmişten kareler gününe çevirdi.. hayatımdaki en büyük değişimleri, içsel hesaplaşmaları, dışsal sorunları, bitmek bilmeyen karın ağrılarını ve korkuları yaşadığım dönemden gelen, kesik ama bir o kadarda o dönemde hissettiklerimi bana tekrar hissettirme konusunda etkili olan görüntüler, bugüne beklenmedik bir anlam kazandırdı. hayatta karşılaşacağımı asla ummayacağım, bir dönemler kafamın içinde idol edip, yücelttiğim bir insanı, okuldan arkadaşları beklerken görmek... geçmişten kalan bir alışkanlıkla neler olup bittiğini, ne halde olduğumu, nelere ihtiyaç duyduğumu birebir söylemek... o gittikten sonra gelen 1-2 dakikalık kafa karışıklığı esnasında, gene o dönemin insanlarından biriyle karşılaşıp, kafa karışıklıklarının sona ermesi...

hepsinin yaklaşık 15 dakika filan sürmesi ise en garibi.. yani 24 saatlik bir süre içersinde, içimde 2+1 bir ev tutan, karnımı ağrıtan, gözümü seyirten bir 15 dakika olması gerçekten garip...

iç dökme seansı paragrafımın ardından gelecek olan geyik paragrafa bakalım o ne diyor;

yere sabit, ama dünyanın içinde kendi yörüngesi etrafında, insanlar elledikçe dönen yuvarlak bir milli piyango bilet tezgahının başında duran kadının oğlunun adı Murat olsun dedi ve adı artık sizin ve benim için murat.

merhaba murat,

ben günün %4 ünü bloguna yazı yazarak geçiren can abi ( mektubuma cevap yazarsan öyle sesleneceksin bana)... bugün seni sevinç pastanesinin önünde gördüm... poz mu veriyordun murat? yok yok, sen o kadar kirlenmemişsindir, ki zaten çevrende yaptığını hoş bulacak yaşıtların yoktu , hepsi kocaman, gossip girl'den çıkma (o ne diye soracak olursan merak kediyi öldürür derim- o ne demek yani dersen de sen sus derim haberin olsun ondan şimdiden sus) her neyse işte, gossip gilr'den çıkma (söylemezsem  ne olduğunu, böyle su balonu gibi patlarım- dizi murat bu gossip girl, ama izleme)... bak sayende dağıldı mektubum..

ne diyordum?.. çevrendeki insanlar diyordum.. onlar öyle senin yaşıtın kızlar gibi değil... yaşıtın kızlarla aran nasıl bu arada? şöyle şöyleler, saçımı çekiyorlar, önlüğümden tutuyorlar, kikirik gülüyorlar diyorsan eğer, onlar o çevrendeki büyük, kocaman ablalarını örnek alıyor murat. sen almıyorsun örnek büyüklerini, ben gördüm bak sende onu. çünkü baban yok, annenle dolanıyorsun. annenini de dinlediğin yok. devam et..

anneni dinlemediğini nerden mi biliyorum? klima borusundan aktığını bilmediğin, o yüksek yerden düşen suyla kafanı ıslatırken, annen sana yapma dedi, sende devam ettin, bende seni izledim, oradan biliyorum... aferin murat. sonra avucuna akmasına baktın.. güzel geldi demi, eğlenceli.. sen annenle gittikten sonra, taklit ettim ben seni, eğlenceli olduğunu oradan biliyorum...

ama murat dilini çıkartıp, kafanı yukarı kaldırıp, o suyu içmeni taklit edemedim. yaşımın gereği öyle bir şey yaparken, senin gibi gözden kaçamıyorum ben maalesef.. insanlar bakar, deli der, ne yapsa yeri der... öyle düşündün demi? aklını okuyabilirim murat ben senin, bende pokemondaki hiç bir poketopundan çıkacak yaratığın olmadığı güçler var... sana da öğretirim zamanı geldiğinde. merak etme. öyle işte...

insanlar "deli" diyor murat, yada "kafası güzel".. yada "çocuğa bak yazık", yada "özenti, ne yaptığını sanıyor şimdi o gerizekalı?" diyorlar.. herşeye söylecek birşeyleri var ama hissedebilecekleri birşey yok murat insanların.. sende öyle olcaksın. ama cevap yazarsan olmazsın.. beni böyle hani ucun bittiğinde uç istediğin, ya da sorunun cevabına uğraşmak zor geldiğinde, utanmadan "cevabı ne memetcan" dediğin arkadaşına yaptığın gibi kullanabilirsin, izin veriyorum. sen sor ben anlatırım...

anneni öp benim için.. babanı da boşver, kıçıkırık herifin teki o...

27 Ekim 2009 Salı

önce kadınlar ve çocuklar

benim dişim bundan önce bir kere, kardeşimin benim saçımla "kınalı tahir dizisindeki alişan'ın saçı gibi, saçlarının önleri" diyerek dalga geçtiği, 99.5 frekansının izmir'de kylie minogue'un come into my world şarkısının sürekli aralıklarla döndüğü capital radio'ya denk geldiği (şimdi virgin radio), muhabbet kuşumuzun, eve getirilen kedi, sırf kafesinin yanından geçti diye kalp krizinden öldüğü zamanlarda çürümüştü... o zaman çektiğim acıyla başa çıkma yollarım, yanlışlıkla yuttuğunda boğazının altındaki bütün çakraların kapanmasına sebep olan, ısıtılmış sirkeyi gargara yapmak, suratının japon animelerindeki karakterler gibi şekilden şekile girmesine  sebep olan kolonyalı mendili dişime bastırmak filandı... hatta anneannemin dişime okumuşluğu bile var ki bu yöntem aralarında en işe yarayanıydı, ve anneannemin kucağında enseme doğru gelen pıfffff, tü tü tü sesleriyle diken diken olan tüylerim de işin güzel yanıydı...

şimdi gene çürüdü dişim. türkçenin saçmalığından mıdır bilmem ama öyle dediğim gibi, bir anda çürümedi.. bu sürecin arkasında bir geçmiş yatıyor ve o geçmiş öyle inkar edilecek gibi değil... doğru düzgün fırçalamadığım dişlerimden, alttakilerinden en soldan ikinci, azı dişi olduğunu tahmin ettiğim dişim, 6 ay boyunca maruz kaldığı sigara, kola, nescafe, bira kapağını artistik şekilde açmalarının sonucunda, ortası ve bir kenarı gitmiş, yıkılmak üzere olan bir osmanlı ya da bizans  kalesinin tek kalmış suru gibi öylece duruyor.. surun arkasında konaklanmış askerlerse geceleyin savaşa başlıyorlar... ağzımın içinde Üçüncü Dünya Savaşı gerçekleşiyorken bende onlara denizde patlayan bombalardan sıçrayan su efekti olsun diye tuzlu suyla gargara yapıyorum...

o ekşından heycanlanıyorlar olsa gerek, bir anlık dumur olma süreci yaşayıp, savaşmayı bırakıyorlar... tabi ki her savaşta olduğu gibi, en büyük acıyı önce çocuklar sonra kadınlar sonrada şehrin kendisi çekiyor..

neyseki bunlar dün gerçekleşti. taraflar karşılıklı mutabakat sonucunda biraz duruldular ama, beyni "amuna goduğumun gavırları" diye çalışan biri gelip, gece yarısı bir yerlere saldırmazsa bu böyle devam edebilir.. en azından öyle umuyorum ama savaşta da böyle gerizekalılar var işte, neyin ne olacağı belli olmuyor deyip, son bir kaç yazımda ad vermekten şimdi ad veremediğim alttaki paragrafa geçeyim...

havada uçan dişi kelebeğe bile asılıcak hale gelmişim onu farketti bugün bezelye beyin. (bu kelebeklerin dişi- güvelerin erkek olduğu gibi saçma bir kanısı da var ayrıca kendisinin)

karın izahına iki tane yumruk yapılmış el uzatılıp, "hangisinde" diye sorulan çocuğunki gibi iki seçeneği olduğunu düşünen bezelye beyine göre, seçeneklerinden biri "kendine yetmeyi" öğrenebilmek için kitabevlerinin "kişisel gelişim" adlı raflarının önünde bitip, "yüzde yüz enerji kullanma sanatı-mutluluğun bin sırrı-nasıl eblek suratlı bir herif oldum" gibisinden kitapları karıştırmakken, diğer seçeneği ise minik, kişiliksiz odasındaki yatağa oturup, bilgisayar vasıtasıyla film izleyebileceği bir varlık bulmak...

beynimin üçüncü seçenek olarak, bir hayali arkadaş yaratmayı becerememesi onun mendel'in incelediği güzelim bezelyelerle alakası olmayan sünmüş bezelyeliğinden kaynaklanıyor... halbuki mendel'in bezelyeleri gibi arı-dominant-resesif filan gibi bilimsel terimleri başına alabilse zaten, şimdi burada, şu saniye esnasında bu cümleleri yazmıyor olurdum...

bugünde suçu kusurlu evrimime atıp, doğal seleksiyon tarafından elenme korkusundan, mendel'e sesleniyorum. o rahip elbisenle gel bize, önce dişimi sonra beynimi araştır.. ardından sana banyoya girip çıktıktan sonra bir kapta vereceğim spermlerimde düzeltmeler yap ki çocuğumun beyni dominant-resesif-arı filan, dişleri de sağlamından olsun... öptüm rahip yeleğinin altından, başıma da koydum.. kal sağlıcakla.

26 Ekim 2009 Pazartesi

üstü lapalaşmış, altı dip tutmuş baldo pirinç pilavı

vücudum bir haftadır temizlenmemiş kedi kumu gibi kokuyor. bir yandan yemek yaparken bir yandan müzik dineleyip söylemek, bir yandan bulaşık bırakmamaya çabalarken, bir yandan da internette sohbet ettiğim insanlara cevap yetiştirmenin yan etkisi bu oluyor... koku.

bu kokuyu burnuma çekip, minik ve aydınlığından gözümü yoran odamın köşelerine, kendimi detanın mağramsı, içine hamam böceği girdiğinde yemeğini yiyip dışarda, yuvasında öldüren aparatları gibi hissetmeme sebep olan karıncaların bile yürümesini engelleyecek bir koku bırakmam, çocukluğumdan kalan, "gece yatmadan önce banyo yapma" alışkanlığımdan kaynaklı.... pazar gecesi, mavi okul önlüğüm ve onun yanına takacağım, düğmeye takılan yerlerinin sürekli kopup, tekrar tekrar dikilmiş yakalarım, sobalı odanın önündeki ütü masasının üstünde geçit töreni düzenlerken, minik, yumuşak, sarı bornozumla, sobalı oda- buhar dolu banyo arasındaki soğuk, halısız zemin gördüğünde zıplanan holü yürüyüşüm, odaya girdiğimde annemin kafamı sobanın önünde ısıtılmış saç havlusuyla kurulaması... bunlar artık yok.. annemden istesem yapar gerçi ama artık ne soba, nede sıcak odayla banyo arası uzaklıkta çekilen üşüme durumu var... ev kaloriferli olunca olan bu... teknolojinin zararı demem. "berkcan, bence önjedenn hersey daha güseldi, şmdi çk koly artk herşey bebişim" gibi bir şey benim ağzımdan çıkmaz. çıkarsa da, mezardaki dedem, mezarından önce göbeğini göstererek çıkar, ardından biz 11-12 yaşındayken, kız kardeşime, eski türk filmi izlerken gülşen bubikoğlu'nun bayılmasından sonra "aa hamile heralde" dedi diye elinin tersiyle vurduğu gibi vurur bana aniden.. vursun da.. müstahak...

"by the way" adlı "paragrafım"a(o benimdir o benim) gelirsek...

baklagiller ailesinden barbunyanın, yüzyıllar önce, en son çözdüğüm bulmacadan arta kalan "mısır tanrısı" ra tarafından, insanlarda çok fazla gaz yapıp, sarayın osuruk kokusuyla dolmasına sebep olduğundan, "artık çok geç pişeceksin seni gidi baklagil" diyerek lanetlendiği, lanetten sonra insanların yüz yıllarca barbunyaya dokunmadığını, ancak 1680'in ocak aynıda olduğu düşünülen bir gün olivia papin'in barbunya yapmaya çabalarken, sıkıntıdan intihar etmesinin ardından, oğlu denis papin'in "bu laneti bozacağım, annemin ruhunu set free yapacağım!" diyerek, düdüklü tencereyi icat etmesinin 329 yıl sonrasında, bugün, söylemekten gurur duyuyorum, (denis papin kıçımın kenarından ısırık alsın önce ama) barbunyanın laneti devam ediyor...

kendimi de barbunyanın mesihi ilan ederekten, bütün ev kadınlarını, bütün öğrenci evinde erkek erkeğe yaşayan abazaları, bekara ev verilir ilanlarına bakan 25 üstü erkekleri, inancıma davet ediyorum!! barbunyanın laneti üzerimizde dolanıyor,  yapıp yemeye devam ederseniz eğer, gökler kararacak, ozon yırtılacak, güneş anne dibimizde bitecek!!

ve ben.... yüzyıllar sonrasındaki bulmacalarda ra'yı yerinden edip, "barbunya mesihi" sorusunun cevabına ismimi altın harfelerle "can" diye yazdırtacak olan, çevre mühendisliği birinci sınıf öğrencisi, BEN! ancak size kurtuluş yolunu gösterebilirim.. ama önce okuldan mezun olayım.. "I only got 4 year to save the world" yani...

25 Ekim 2009 Pazar

bir burun hikayesi

annemle birlikte taşınma ihtimalimizin bulunduğu evin, geniş ve kare salonunda, pek rahat bir koltukta, dışarıdaki çam ağacının üzerindeki cırcır böceğinden gelen sesle beraber serin bir yağmur sonrası esintisi ayaklarımın üzerinden geçiyor... annem diğer bilgisayarda bir şeylerle uğraşırken, evin sahipleri olan anne-kız ikilisi, ikiz yataklarında sarılarak uyuyorlar... radyoda ise tam taş plak denilemiyecek kadar yeni, yeni denilemiyecek kadar da az enstrümanlı, yanık sesli şarkılar çalıyor...

12 yıldır, izmir denilemiyecek kadar izmir dışında olan, saçma sapan bir ilçede yaşamanın verdiği ezikliği, sanırım ortaokulda koridorda boş boş yürürken, birden histeri krizi geçiren hocanın herkese tokat atmaya başlamasıyla devam eden olaylar dizisinin sonunda hissetmiştim...

şimdi evler dört duvar, kendi ellerimizle kurup, süsleyip, katlanabilir hale getirdiğimiz şehir hapishaneleri dersem, kendime çaya bandırıldığında çok fazla yumuşadığından dolayı kopup, çay bardağının dibine doğru ağır ağır ilerleyen bisküviye kızdığım gibi kızarım... lakin bu önerme şu anda bana digiturk ün radyo kanallarına koyduğu akvaryumdaki balıkların sıçtıklarını neden görmedim sorusunun cevabı kadar gereksiz...yani cevabı pek tabi şu olabilir o sorunun "sıvıyla besliyoruz, işiyorlar".. bu cevap da kendisiyle birlikte, komik gelen, işerken yan tarafındaki pisuvardaki balığın pipisine bakan sarı balık görüntüsünü getiriyor aklıma, yada klozet kapağını mendille silen balık..

tuvalet demişken, alsancakta ismini şu anda hatırlayamadığım bir restorantta, müşteri dışı kullanıcılarına 5 tl tuvalet hizmeti verme gibi caydırma politikasının hangi akla, nasıl bir hizmet ettiğini anlayabilmiş değilim... çok sıkışmış insanın zaafını kullanan bu zihniyet, beyni sadece sünük pipisinin yada kukusunun ucunda, tıpkı çizgi filmlerdeki ucu sıkışmış hortuma dolan su gibi patlamaya hazır olan çişine odaklanmasından kaynaklı, 5 liraya bir bira alıp, müşteri sıfatına girmeyi düşünemeyeceklerini çok iyi biliyorlar.. anlından öperken o adamı, x-men deki storm vari bir soğuk bakışla donduruveririm o herifi diyerek, "neyden bahsedeyim daha başka" paragrafıma düşeyim..

h
u
u
u
p
!

düştüm gibi yapayım derken, insanların gözünden düşmek bu olsa gerek..

her neyse..

otobüste giderken, durakta bekleyen karı-koca-en büyük kızları üçlemesini inceledim 15 saniye boyunca.. hepsinin göz alıcı burunlarına bakarken karakter analizine başlamıştı beynim.. anneninki ince uzundu.. ve sanki o burnun ağırlığını taşıyamadığından kaşları aşağı düşmüş gibiydi.. bu kaşı düşüklüğün ona kazandırdığı tek şey, "saf, temiz, teknolojiden anlamayan, modern çağın vay anasını lafının eski versiyonu olan "allahın işine bak - daha neleri keşfedecekler acaba" sözlerini söyleyen, cep telefonunu kullanışı anlatılamayıp yalnızca yaşanılabilecek bir deneyim olacak" kadın izlenimi oluyor... babasının burnu ise daha irice ve daha büyükçe.. ucu ise sanki patlayan balondan arda kalanla, ağızda sömürülerek yapılan küçük baloncuk gibi şişik ve kırmızıydı.. kaşlarının (yukarıya değil) yer çekimine 90 derecelik bir açıyla uzayışları ise ona "bakımsız, pazar günleri isimleri top-maç-skor ve buna benzer bilumum futbolla ilgili terimlerle süslenmiş spor programlarını izleyen (hangi yurdum insanı izlemiyor gerçi),  kızını karısından daha çok seven, ama iki tarafada katı davranan, kahvede hararetli tartışmalarda pekte yaratıcı olmayan küfürler eden adam" izlenimini veriyordu... kızlarına gelince.. ailesiyle tek ortak yanı annesinden aldığı kiloluluk olan bu kızın burnu normal bir burun gibiydi diğerlerine nazaran.. bu da onun teyzesine benzediğini, teyzesinin de kızın dedesine benzemesiyle oluşacak bir şey olduğunu düşündürttü... demek ki annesi teyzesinden çirkindi.. bu kaşı eğikliği de oradan geliyordu çünkü o annesine çekmişti..

ben ise anneme benziyorum bir çok açıdan.. kızın annesinden pek bir farkım yok yani.. ve kaşlarım iyice eğikleşiyor bu yüzden..

allahın işine bak, bunu da mı yaptılar, daha ne yapacaklar acaba?
---------------------------------------------------------------------------------


-dibe batık bir sorunsal: güzelim türk sanat müzikleri çalarken kıraç'a neden geçer radyodaki adam? kıraç'la yakından bir ilişkisi mi vardır? yoksa youtube tan kıracın o duygusal anne oğul klibini mi izliyordur? (kıçımın duygusalı... -muhtemelen ishalken oluyordur o kıçtaki duygusallık- ilk editim)

70 numaralı otobüsteki ter kokusunu sevme ihtimali

bir haftada yirmiden fazla albüm indirip-dinleyen beynimin köşelerinde, birbirinden farklı şarkılar eşliğinde oynayan, çöp adam ve çöp kadınlar var... yüzlerindeki ortak ifade ise huzur.

mirah'ın garden parçasında hoplayıp zıplayan, bassment'ın in my sleeping'inde yavaşca, ağır ötesi bir tempoyla sevişen, message to bears'ın herhangi bir parçasında karşılıklı, bağdaş kurup oturmuş şekilde birbirlerine bakışan, a hawk and a hacksaw'ın oriental hora'sında karşılıklı, hangi balkan yöresinin olduğunu bilmediğim ,bir dansı yapan, dustin o'halloran'ın stolen diary'sinde pazar sabahı, tahta kokan bir evin içinde, soba sıcağında biri kitap okuyan, diğeri rahat koltuğun karşısındaki (biraz ikea kataloğundakiler gibi sanki) tv de pazar filmi izleyen çöp adam ve çöp kadınların, siyah, kibrit çöpü kolları, ben onları düşündükçe insanlaşıyor... biri ben, biri o oluyor.. yüzünü görmediğim, arkadan saçlarının sırtına düştüğünü gördüğüm, o...



yazıyı burada bırakabilirim.. bir çok insanın yaptığı gibi kıssadan hisse yazılar yazıp, blogu beynim, bu beyaz sayfayıda beynimin köşesi yapabilirim.. ama beynimin köşesine yazdığım kısacık şeyler, dans eden çöp adamların ayaklarına dolanıyor.. sonra onların tökezleyip düşmelerine, ardından yuvarlak siyah kafalarının kopup, dans pistinin sonuna kadar yuvarlanmasına neden oluyor... ben o kafaların yuvarlanışlarını, anneannemlerin sokağında oynadığımız bilyelerin, yokuş aşağı, sokağın en dibine doğru gidişlerini izler gibi izlediğimde, tıpkı o zamanlarda hissettiğim "utanç" ve "sorumsuzluktan dolayı gelecek azardan korku" duygularıyla el ele tutuşuyorum.... lakin bilyeleri anneannemin bakkalından dedemden gizli alıyorduk.. bir de onları haybeye kaybetmek... bu duruma alıştıkça, sonlara doğru artık aşağı yuvarlanan bilyelerin peşinden koşmayı bırakmak, hatta bir yerde dedeye duyulan öfkenin, giden bilyelerle azalması, tatmin duygusu ve kötü adam gülüşü "nihahaha" yı içinden atmak...

tıpkı dün otobüste giderken, fark ettirmeden sürekli olarak "dur" düğmesine her durakta basmam gibi...

1 yıldır şehrimize gurur kaynağı olan, ancak 900 lira öğrenci bastırtan izmir belediye otobüslerinde, bunca zamandır şöförlerden, ineceğim duraktan önce basıp, ardından utanarak "kusura bakmayın" dediğim için ya da  "daha fazla nereye kadar ilerleyelim" dediğim için ya da lisedeyken "vuhahaha, zuhahaha, cuhahaha" gibi saçma sapan güldüğümüz için işittiğim azarların bir öc alması gibiydi dün yaptığım.. kapının önündeki sıkışık insanların sürekli inecek kim diye birbirlerine bakmasına, şöförün incek adamı bekleyip uzun uzun durmasına, en sonunda, körüklü otobüslerin bağlantı noktasında durduğum için üzerime bile alınmadığım "orta kapı! düğmelere dayanmayalım lütfen" diye bağırmasına sebep olan serçe parmağımı, otobüsten indikten sonra bir kovboyun silahının ucuna üflemesi edasıyla öptüm...

belediyenin sokak yapım çalışmalarında dediği gibi

"verdiğimiz geçici rahatsızlık yüzünden özür dileriz."

22 Ekim 2009 Perşembe

ben bugün vicdan yaptım

ihtiyacımız olan şeylerin başında "oğlum bak" lafı geliyor. "oğlum bak"ı önce acındırmayla yıkayıp, pek alakasız sevgiyle doğrayıp, kaynayan "maddi durum" un içine atıp, üstünü vaatlerle kapattıktan sonra biraz beklediğimizde hazır olan yemeğimizin tek şeyi eksiği "annen tanımadığım insanların evine ütüye gidiyor" tuzu oluyor.. onu da attıktan sonra servise hazır...

tuzu fazla kaçmış, insanın açlıktan umursamamaya çalıştığı ama yedikçe üzerine bardak bardak su içtiği iftar yemekleri gibi, bu yemeğin de sonunu getiremiyor insan... her lokmada insanın içi yanıyor.. dilin tahriş olurken, konuşmalarına sessizlik gasp edip ardından tecavüz ediyor...


boyatalı 2-3 hafta olan saçlarının diplerinde beyazlar imparatorluğu hüküm sürerken annem, bankacı, işinde soğuk ve disiplinli, evinde ise kocasına karşı yapmacık bir sıcaklığı olan, siyah saç boyalı, beyazları daha çıkmayan, elleri kemikli, siyah takım elbisesinin altına, annemin ütülediği eteğini giyen kadın, anneme para veriyor... sonra geniş oturma odasına geçip, televizyon izliyor.

sonra....

sonra, rüyalarımı hatırlamadığım gibi, nereye harcadığımı hatırlamadığım paralarım, bir bakkal amcanın elinden, evinde stv izleyen bir kadına para üstü oluyor... 1 günlük tutulan zoraki orucun ardından nefisi kırılan ben ise, para istiyorum, bana para verirken mutlu olan annemden... herkesin mutlu olduğu o anın bir geçmişi olmasa ya da hafızalarımız,  sonunda öldürüleceği yer olan "kolumun üstü"ne, tekrar tekrar gelen bir sivrisineğin ki kadar olsa, o zaman bütün bu olayların sonrası olan "vicdan" olmazdı.

cezasını çekip, serbest bırakıldıktan sonra, gittiği her yerde hor görülen bir sabıkalı tecavüz suçlusu gibiyim... hor gören bir benim kendimi, yada beni bilen herkes....

bakkala sigara almaya giderken gördüğüm tombul, büyük memeli, kalın bacaklı, minik ayaklı, güleç suratlı teyzenin yaşadığı sorunlardan farksız değil sorunlarım... belki televizyona çıkıp, allıııaaahhh diye zıplayıp, esra ceyhan'a "sabri bey ne yapıyorsunuz?" cümlesini kurdurtacak, uçan adam (sabri), babası işte çalışırken parmağını kaybetti diye uçuyordur... çektiği vicdan azabının etkisiyle kendini çizgi romana veren sabri, her gün gördüğü babasının kopuk parmağını, onu zayıf düşürüyor diye kriptonit taşı sanmıştır... e kriptonit taşından etkileniyorsa, uçabiliyordur da... o da gerçeklerden kaçarken tutunacak bir şeydir işte bıyıklı sabri için...

benim ise ne loto kazandığımı gördüğüm rüyalarım, ne de yaşadığım hayatı farklı yorumlamama sebep olacak hayali kahramanlarım, ne çizgi romanlarım, ne de mitolojik hikayelerim var... sahip olduğum tek şey gerçeklerden kaçmak isteyen ve bunu algılayan beynim... öyleki kendini algıladığını bile algılıyor...

bir maymun zekasına sahip beynimde ise bütün bunların üzerine çıkıp, koskocaman bir ovada duran bir ağaç gibi göze batan "vicdan" kalıyor. yorgunluktan uyuyamayıp, her nasılsın soruma "iyiyim" diye cevap veren annemin, gözümün önüne gelen masum görüntüsünün ardından, tuvalete giden kirli, amaçsız, suyun üstüne çıkmayı becerebilen sidikli, çamaşır suyu gibi kokan bir döle benzeyen suratım canlanıyor gözümün önünde...

böyle bir görüntüden kaçmak için yapılacak olan değişiklikler bencilliğe ne kadar uzak, ne kadar yakın?... bu sorunun cevabı, hulk'ın yeşile döndüğü zaman şeyinde kıl var mı sorusunun cevabı kadar gereksiz ve anlamsız...

ortada bir vicdan var, ve bu vicdanı biri evlat edinip, yaşadığı hayatı değiştirmek zorunda... o zaman bende "gel bakalım buraya seni tatlı yaratık seniiiiğğğ..." diyeyim..

21 Ekim 2009 Çarşamba

geçici başlık

çenemin soldan ikinci kısmındaki, çürümüş dişime baskı uygulamak için ağzımı sıktığım anda aklıma gelen düşünceler, dinlediğim şarkıyla paralel bir psikolojide. üzerime geçirdiğim babamın 15-20 yıllık hırkasından yükselen sigara kokusunu, burun kıllarımı gıdıklayacak bir şekilde içime çekmemin, saçımı kaşırken yağlanan parmak uçlarımla yazı yazmanın verdiği rahatsızlık hissi gibi...

ağır bir "pazar günü filmi" izlemek istiyorum... bunu derken, aslında bu yazıyı okuyan bir kaç insandan öneri bekliyorum.


söylediğimiz her cümlenin altında, kuma gömüp, üstüne kovayla meme yapıp, pis pis sırıttığımız düşünceler, zorla açığa çıktıklarında, apış aralarına kadar girmiş kumların verdiği rahatsızlık hissini de beraberinde getiriyor. ben bunları düşünürken, doksan dereceyle birbirlerine birleşmiş iki apartmanın köşesinde oturan sokak insanları, şaraplarından bir yudum daha alıp(aslında yudum denemeyecek kadar dikerek içiyorlar), nefreti, sahteliği,  açlığı, bağımlılığı, sapıklığı, geceyi yani günahları gören gözlerine olan hakimiyetlerini biraz daha kaybediyorlar... gözleri bulanık günah keçileri...

bütün suçlarımı, ahlaksızlığımı, nefretimi, duygusuzluğumu, kabuklarımı, üzerine atmak istediğim bu kır sakallı, az saçlı, kahverengi tonlarındaki, yamalı adam, sağ omzuma binse, kulağıma bir şeyler fısıldasa... iyilik meleğim olup, teraziyi sağa kaydırsa... mezarıma gelip beni sorgulayacak olan meleklere alaycı bir şekilde de gülsem, "ağzı şarap kokan bir meleğim var bakın" derken...

her gün mezarlığın yanından geçen ben, her gün bir ismi aklımda tutmaya çalışıyorum. ama ne isimleri ne de alakasız hicri tarihiyle yazılmış ölüm tarihleri aklımda kalıyor... aklıma gelenler isimlerinden çok bağımsız değiller tabi... hüseyin kızı fatma teyze mesela... (kesin vardır ve ben görmüşümdür)

fatma teyzenin, ruhuna el fatiha okunması gerektiği mezar taşına yazılasıya kadar yaptıkları, gözümün önünden geçiyor... yazları serin, kışları sıcak salonunda oturuşu, yatak odasının soğuk oluşu, sobanın kovasını boşaltmaya gücü yetmediğinden, soğuk günlerde evine klima taktıran oğluna şükredişini, sararmış dantellerini, tüpü bittiğinden rengi sol üst köşeden hafif yeşilleşen televizyonundaki seda sayan'ın söylediği şeylere hafif gülümesemesi, kulaklarının yapmaları gereken işleri yapmayıp, istifa dilekçlerini beynine vermelerine rağmen, gürültüden hoşlanmamasını, üst kattaki çocuğun gürültü yapışını, titreyen koltuğundan anlayışını, içinden üst komşudaki kıza sövmesini, mutfakta, masada, tek başına, sessizliği ancak çatalın tabağa değdiğinde çıkarttığı sesin bozduğu, (arada şapırdatarak da yiyordur) bitmek bilmeyen akşam yemeklerini, odasının duvarındaki, heybetli görünen kocasının resmine bakarken iç çekişini, her gece yatağa girerken ölümü düşünmesini, bunun için üç kuluvallah bir elham okumasını düşünmek, ölümünü anlamlı kılıyor.. 79 yıl yaşamış sonuçta.

"yetmiş dokuz yıl"... söylemesi çok kısa. kafamdan geçmesi ise, söylemesinden daha kısa.... yaşanan onca an, salise, saniye, dakika, saat, gün, hafta, yıl, 79 yıl... bitmeyecekmiş gibi gelen ama biten, bittiğinde de geride kalıp, ufacık, plüton kadar küçük (o kadar küçük ki gezegenlikten atılabilir) bir nokta olarak kalan bir hayat yaşamış... bir varmış bir yokmuş..

adı, görüntüsü, sesi, saç rengi, burnu, kokusu benim ve bunu okuyanların kafalarında oluşturduğu imgelerden ibaret olan bir varlığı öldürüyorum şimdi.

fatma teyze bir gün, televizyon izlerken fenalaştı. en sevdiği ve onun yakınlarında oturan oğlunu aradı. doktora gitti. teni ve saçı giydiği önlükten daha beyaz olan bir doktor, "yaşlılıktan" teşhisini koydu. hastahanede, ilaç ve serum kokularının arasında, ekşi, soğuk, ayaklarından başlayıp yukarı doğru çıkan bir ölüm yaşadı. son kez nefesini çekti ve gözleri açık, beyaz tavana baktı.

insan sonunun beyaz bir tavanla biteceğini düşününce, bütün gün, sonraki günün ödevini yapan öğrenciye "yarın okullar tatil" dedikleri zamanki öğrencinin yaşadığı buhranı yaşıyor...

sonumun ne at boku kokan bir durakta beklerken üzerime binen bir otobüsten, ne de hastane odasında tavana bakarken olmasını istiyorum... ölümümü seçeceğim ve ölürken bile mutlu gitmeyi düşünecek kadar aptal hissedeceğim.. çünkü sağ tarafımdaki melek sarhoşken, benim ayık kalmam demek, sola eğik yürüyorum demek.

"ölüm güzel birşey ve insan günde 1-2 dakika farkına varmalı"... bu yazının saçma sapan halinin sebebini de vermiş oldum, şimdi biri bana "pazar günü filmi" söylesin.

20 Ekim 2009 Salı

Untitled

Bir bu;
"Genelde "Gerçekleri siktir et." derim, ama çoğunlukla gerçekler insanı siker."

Bir de bu;
"Hayal gücü yeni şeyler yaratamaz, değil mi? Sadece dünyadaki ıvır zıvırı yeniden işleyip, onları görüntülere dönüştürür... Öyleyse hayatlarımızdaki o dayanılmaz sıradanlık ve yalanıclıktan kaçtığımızı sandığımızda, aslında aynı ıvır zıvır ve gerçeklerin yeniden düzenlenmiş görüntülerinden oluşan, yine o eski sıradanlık ve sahteliğin içinde oluyoruz sadece.
Bilinmeyen hiç bir şey bilinemez yani."

cümlelerini duymamış olsaydım eğer, "hayatında ilk kez bir kızı yanağından öpmüş çocuk mutluluğu"na tekrardan kavuşabileceğim düşüncesi, beynimin minicik, gözle görünmeyen, sinapslarından aksonlara doğru akışını durdurmazdı...

Bir sinir hücrem daha öldü. 1 dakikalık saygı duruşu ve saygı duruşunun otuzuncu saniyesinde başlayacak herhangi bir ülkenin sözsüz-mırıldanarak söylenen marşını istiyorum.

19 Ekim 2009 Pazartesi

"kafası karışıktır, 0554 420 91 88, aramanız rica olunur."

2 gündür özürlü-zihinsel engelli-otistik "her ne politik dil kullanılması gerekiyorsa ondan işte" insanlarla birlikte yolculuk yapıyorum. iki gündür bindiğim her otobüste onlardan bir tane var ve ben yanlarına oturuyorum, okulun ilk günü dışarda beklerken tanıştığın, yada önceden tanıştığın çocukla aynı sıraya oturman gerektiği edasıyla hemde.. yanlarına oturuyorum, konuşuyorum, dokunuyorum, izliyorum, dinliyorum... mutluyum, mutlular.. ve otobüsteki herkesede bir mutluluk hali geliyor. iletişim kurabildiğim için özürlü bir yakınım olduğunu düşündüklerini, acıdıklarını, bana bile acıdıklarını, aynı şekilde iletişim kurmaya çabalamalarını, rahatsız olanlarını, vicdan yapanlarını, üzülenleri hepsini görüyorum. sonra otobüste bir mutluluk havası bırakıp aşağıya iniyorum. daha ben kalkarken başlayan konuşmalardan "kaldımı böyle çocuklar" gibisinden şeyleri yakalayabiliyorum.. gerizekalı düz mantık kurbanları...


insanları seven, iyi yetiştirilmiş, temiz aile çocuğu gibi görünüp görünmemem umurumda değil, bana sıcak bakışlar atmaları ise karnımı ağrıtıyor.. tek istediğim o sırtındaki kahverengi ceketin arkasında beyaz bir beze dikilerek yazılmış "özürlüdür, 0539 321 98 51 aramanız rica olunur" çağrısına cevap verebilecek kontörü olan biri bulabilmekti. bu sırtında özürlü olduğunun damgasını yemiş amcaya gelince, ağzı sürekli açık, musallat taşındaki bir ölüden farksız hatta bir çok ölüden daha zayıf, saçı, sakalı, tırnakları görev bilinciyle ölü, kuru, beyaz yada sarı sarı uzayan şeylerden ibaretti.. yetersiz kredisi olupta kent kart basan insanları uyarmak için söylenen "bakiyeniz yetersiz" cümlesini duyduğu anda "senin baban köpek" gibi birşey dedi her seferinde.. kimse farketmedi neden aynı şeyi söylediğini. amcanın çıkardığı, anlamsız, kürtçeye yakın, inleme vari sesi, otobüsün ön sırasındakileri eğlendirmeye yetiyordu çünkü... sırtındaki yazıyı göresiye kadar zihinsel özürlü olduğunu bile düşünmemiştim, bana bişeyler soruyordu bende yüzüne gülüp, elimi kendini bana yakın hissetsin diye bacağına koyuyordum. endişeli, birşeylerden rahatsız olduğu aşikar olan gözleri ise, üzerlerine tükürülmüş gibi kalın ve göz bebeğini bile bulanık gösterecek bir tabakayla kaplıydı... ağlayasım filan gelmedi.. sadece biraz daha yanında oturup, bi tarafın anlamadığı bir sohbet kurmak istiyordum...  ama cebimde ne para, nede vakit vardı.

bugün gelirken de doğuştan sağır, ama işitme cihazıyla biraz duyabilen 9 yaşında bir kızla konuştum yol boyunca. dinlenip dinlenmediğimiz, bağırıp bağırmadığı, sorduğu soruların ve verdiğim cevabın mantıklı olup olmadıklarını umursamadan yaklaşık bir saat konuştuk. "sigaranın üzerinde neden çarpı var?" sorusu, stop düğmesinin ne işe yaradığını, saçlarımı nasıl bu kadar kısa kestiğimizi filan konuştuk.. işin garip yanı, uzun zamandır kurduğum en insanı ve en içimi baymayan sohbet oldu. söylediklerime verdiği tepkiler, benim ona verdiğim tepkiler.. güzelden başka bi duygu verdi...

bütün bunların ahlaki açıdan, örf adetlere göre iyimi kötümü, sevilesi mi yoksa nefret edilesi birşey mi diye düşünmüyorum.. düşündüğüm tek şey, engellilerle bu kadar rahat iletişim kurabilirken, normal insanlarla neden iletişim kuramamam...

okulda yanlarına oturup durduğum bütün grupların, insanda bir paranoya yaratacak kadar benzer şekilde susmaları, herkesin suratına baktığımda, bakışla birlikte gelen gülen surat ifadesi... sonra kalkıp gitmem..

yada her konuştuğum insanda tokat atılası, gırtlak sıkılası, çayına tükürülesi bir yan bulmadan edememe ne demeli?

ya insanlardan nefret ediyorum yada insan olmayan herşeyi sevebiliyorum. ve insan olarak doğduğum için insanlığı ve kendimi suçluyorum.. kesinlikle zihinsel engelli olan benim bu durumda..

15 Ekim 2009 Perşembe

O bir kuş, hayır o bir uçak, hayır o osuruktan kaçan bir sinek!

kafamdan geçen kelime: bu ne lan?

evet, yaklaşık 1-2 dakikadır, aralarına sessizlikler koyduğum, aynı yetervari ses tonuyla, içimden söylediğim kelime bu: bu ne lan?

sabah uyandığımda mavi bayraklı olmakla yakından uzaktan alakası olmayan kumsalı gözlerimin içine boşaltmış olduklarını düşündüm.. alarmın yavaş yavaş yükselen ve ortama gerilim-heyecan karışımı bi hava katan sesiyle güne başladım. o sesle güne başlayan insanın günün o anından sonrasını bir heyecanla, bir hızla yaşayabilmesi, hemde uyuşturucu krizine girenler gibi (sanki çok gördü-uyuşturucu kullanan arkadaşı bile yok) bir titreyip bir terleyen, gözlerini kapattığında rüya görmeye başlayan, gözünü açtığında ise yarım yamalak gerçeklikte yaşayan bir vücudla, derse girip, ardından 1 saat otobüs çekip malzeme alması, geri dönmesi, internette bunları yazması garip geliyor. sanırım sonum nasa'nın fırlatıpta yarı yola bile varamayıp patlayıveren uzay mekiği gibi olucak.


bu ne lan dediğim olay bu değil, bu ne lan çünkü:

bir kaneviçe ören teyze edasıyla ince ve ayrıntılı tüyolarla çevremde bıraktığım insanların hiç birinin, şuanda muhtemelen yatağımın karşısındaki kanepenin üstünde kolunu uzatarak uyuyor olduğunu düşündüğüm kedim kadar umursamaz olamaması.. o kadar

bugün gördüğüm kızıl kıvırcık saçlı, açık renk kot giymiş, beyaz tenli, hafif hipi vari görünen kız öyle midir acaba? yada yanımda sigarasını içerken diğer eliyle burnunu karıştıran, ve bunu yaparken dalmış olan çocuk? acaba o kız telefonla konuştuğu, kendiyle aynı boyda, kirli görüntülü ama aslında temiz, pipisiyle yalnızken hiç ilgilenmeyen, pipisini iyi yetiştirmiş çocuğa "gel hadi annemin elini öpelim, sonrada bize gidip içine kabuk kaçıracağımızı bile bile yumurta yapalım, sonrada onu yiyelim" gibi bişey demişmidir? dememiştir. demiştirki "şu durağın ilersinde, hebele hübelenin karşısında bekliyorum."  vallahi oda yeter.. yeter ki duygularından bahsetmesin insanlar, yeter ki neler düşündüklerini iç bayıcı bi şekilde gereksizse ve hiç bir değiştirici ektisi olmayacaksa mesela tülin'in erkek arkadaşının (adını tekin koyasım geldi) evet, tekin'in, tülin'le ettiği kavgada haklı olan tarafın tekin olduğu gibi şeyleri söylemesinler.. bana yeter... yeminle billah yeter. ölmüş bütün yakınlarımdan bi tanesini seçip, bir gece vakti, sınıf arkadaşlarımla, karanlık odamda, mum ışıklarıyla, elimizle hazırladığımız malzemelerle, cin çıkartma seansımızda fincan kıpırdasın ki bana yeter...

çok büyük yemin ettim. "yeter heralde" dersem eğer (ki şimdi demiş oluyorum ama "eğer"in siliş gücü cif' inkinden fazla) annemin çocukken bizi izlediğini söylediği 2 tane karganın gözlerimi dilimi yemelerini beklerim.. lakin karga kindarmış, 100 yıl yaşıyormuş ve yuvasını bir fakir ama gurursuz metres edasıyla yıktığında o zaman peşini bırakmıyormuş.. korku filmi gibi. ama hiç bir korku filmi geçen hafta show tv-gece 4 filmi olan "katil çekirgeler"   adlı kurgusuz, özel efektleri düğün videolarıyla eş değer, diyalogları dedemin takma dişlerinin arasından çıkmış gibi olan o filmin verdiği, her anı şok eden korkuyu veremez bana.. aynen öyle.

"şimdi ne yapacağım" adlı son paragrafımda ne yazacağıma gelirsek;

muhtemelen uyumuş, boğazının üstünde gıdısı bulunan (ki bu da onu besili yapar) ev arkadaşım uyanıksa eğer,  telefonunu sabah alarm yapmak için kullanacağım. hoş onun alarmının sesi ninni gibi.

modern zamanın ninnisi tekno müzik diyerekten, "dıptıs dıptıs" sesleri "eee eee eee eee" yerine, manyak manyak yerinde durmayan ışıklarda melodili dönen bebek lambası yerine geçtiğini söylüyor, üniformavari tek renk olan pijamalarımı giyip rüya görmeye doğru, emekler adımlarla yatağa ilerliyorum..

iyi geceler annemin beyaz saç dipleri, iyi geceler kardeşimin diğer dişlerin üstünden zombi edasıyla çıkmış köpek dişi, iyi geceler burnumun üzerindeki anlamsız sivilcevari şişiklik.. hepinize iyi geceler.. uykunuzda ölünüz lütfen.

14 Ekim 2009 Çarşamba

boş duvardaki uyuz güve kelebeği

dün akşam dışarda yağan yağmurda ıslanan ayakkabılarım sabaha kadar kurumuşken, boğazımdaki, 2 haftadır anlamsız bir şekilde gidip gelen ağrı, ağzımın içine ölü bir adam bırakarak gitmişti... gittim o kokuyu götürsün diye bonibon (şekerli draje) aldım... sonrasında nereye attığımı hatırlamadığım kapağının arkasındaki m harfine bakarken, okula gidiş yolumu uzatan bir otobüse bindim. duraktaki genç nüfusun bu otobüsü tercih etmemesinden anlamam gerekiyordu ama sabahleyin ben uyandıktan 1 saat sonra uyanan beyin hücrelerim yüzünden derse geç kalacak gibi oldum.


mubarek lise gibi üniversite. 4 gün olması, üniformasız gitmek (ki buda beraberinde hergün başka bir şey giyme isteği gibi anlamsız ve yorucu olan psikolojiyi beynimin en üst köşesine sokuyor) ve tuvalet kapılarının arkasında askılık olması dışında pek bir farkı yok. gerçi insan ilişkilerindeki değişikliği unuttum. daha okula başlayalı 3 hafta bile olmamışken birbirleriyle tanışıp, sevgili olup, küsüp, barışıp, tekrar küsebilen insanları gördüğümde, dokununca top olup içlerine kapanan top böcekleri gibi yalnız kalmaya itiyorum kendimi...



şimdiyse aklımdan türk dili ve edebiyatı hocasının tahtaya yazdığı eskimoca cümle, arnavutçanın diğer balkan dillerinden farklı olma durumu, daha 50 yaşına ayak bile basmamış olan inkilap tarihi hocasının kendine mezarlıktan yer ayırtıp, arada mezarının başında duruşunu pek heyecanlı anlatılması gereken birşeymiş gibi anlatışı, ersin bey aradığında telefonu açıp ben seni ararım "sonra" gibi bir vurgulamayla konuşan çevre mühendisliğine giriş hocasının yüz ifadesi geçti.. bunlara tanık oluyorken  aklımdan bu insanların geçmişleri geçiyordu. mesela türk dili ve edebiyatı hocasının saçlarına baktığımda, çocukluğunda okula gitmeden önce, annesinin saçlarını su dolu bir pembe tasın içindeki fırçayla, acıtacak şekilde taradığını yada inkilap hocasının zayıf olduğu zamanlarda altına giydiği kahverengi ispanyol paça pantolonun belinde yarattığı sıkışma hissini yada çevre müh. giriş hocasının bu pazar, sabahleyin, tekstil mühendisi kocasıyla mutfakta kahvaltı ederken bir yandanda trt fm'i dinleyişlerini düşündüm..

hocalar tatlı ve gereksiz yaratıklar... kendi alanlarnında çok şey bilen bu insanlar bir yerde insana "bi konu üzerinde" yoğunlaşma isteği veriyor diyecekken tam, ara vermeden, 2 saat boyunca bu üzerlerine yoğunlaştıkları konuları aynı tonlama ve hareketlerle anlatışlarından akan görev ve ezber görüntüsünden "yoğunlaşma nerde, dağa kaçtı, dağ nerde, allah baba aldı, allah baba nerde, cehennemin üstünde" diye düşünmeden edemiyorsun...

"hal böyle olunca" diye devam edesim gelince, yazıya son vermem gerektiğini anlamış oluyorum. lakin bu kelimenin bana hissettirdiği şey solcu olmayan insanların solcularla dalga geçmek için ellerini yumruk yapıp "son tahlilde" gibi hiç bir solcu amcadan duymadığım kelimeye duyduğum tiksintiyle eş değer..

o yüzden şimdi bir kıza masal anlatacağım, o da amerikan filmlerindeki küçük, masum ama gündüzleri fırlama olan ve yatağında babası tam odadan çıkacakken "baba bana masal anlatmayacak mısın bu gece?" diye sorduktan sonra babası ona masal anlatırken uykuya dalan sarışın kız edasıyla dinleyecek beni.. ben de dünyanın en masum şeyinin üzerini örtücem onun için göbeğimdeki pamuklardan yaptığım sıcak battaniye ile.. sonrası hepili evır aftır..

12 Ekim 2009 Pazartesi

hızlı!


15 dakika içinde yazmam gerek. gerek değilde öyle olucak.

14 dakika oldu bile.

sabahlayan insanlara rapor verilse diye düşünüyorum şuanda. sokağa çıkmaları tehlikeli görülsün filan.

lakin öğrenci belgesi diye yanına aldığı belgenin boş bir kağıt parçası olduğunu sonradan anlayan bu insanlar, bir amcanın sırasını aldı diye o amcanın içinden geçen küfürlere kafasını takabilir pek gayet.



yada otobüste suratında iz çıkaracağını bile bile camla kendi kafasının arasına koyduğu ceketine uyuklama esnasında salya akıtabilir, rezil olduğu kaygısından değilde, inmesi gereken durağa vardığını sandığından düğmeye basabilir, şöför durup kapıyı açtığında suratında acı bir ifadeyle, şöförün azarlamasını bastıramayacak kadar cılız bi sesle "yanlışlıkla oldu" diyebilir ve en sonunda öğlen uykusuna yatıp, çocukluk anılarını canlandıracak şekilde gün kavramını altüst edecek bir 7 saat yaşayabilir..

ondan beyaz önlüğünün içinde kareli ince gömlek olan doktora gittiğimde, gözümden akan uyku sıvısını görüp bana dişinin görüneceği bi şekilde "al evladım" demesini istiyorum..

4 dakikam kaldı.

elektrikler kesilip, şehre yarım yamalak bir karanlık çöktüğünde, bütün hırsızların koşarak evlerinden çıkmalarını, siyah elbiseli zombiler misali, evlere tırmanmalarını, içerlerine girdikleri evlerin sahiplerine hızlı tokatlarla devre dışı bırakıp, en değersiz eşyalarını, atmaya üşendikleri, yada sırf orada durması gerektiği için duran eşyaları çalmalarını istiyorum.. özellikle kullanılmayan salon eşyalarını (çünkü her küçük çocukta soğuk ve dokunulmaması gerekecek kadar temiz izlenimi veriyor), çalışmayan hantal duvar saatlerini, antika olamayacak kadar 90lardan kalma vitrinleri, içlerine ancak başka bi eve taşınıldığı zaman bakılacak cinsten şeylerin konulduğu ve üzerlerinin beyaz, şeytan işemiş çarşaflarla kapanmış kutuları, yatakların altına kaçan çakmakları vesaire çalsınlar... hepsini alıp, dünyanın en soğuk, en itici evini yaratmak istiyorum çünkü. sanki şimdiki yeterince değilmiş gibi.




5 Ekim 2009 Pazartesi

bir bağlaç olarak -ki


vücudumun ürettiği terin bir yerden sonra birikip odayı doldurmasından endişelenirken, bir yandan da gözümü kapatıp uykuya daldıktan sonra 1 saniyeymiş gibi gelecek o 5-6 saatin hesaplamasını yapıyorum. sağlıklı vücudun sağlıklı kafada olduğu gerçeğine takılıp kaldım. baş ağrısından çok beynimden elektrik akımı geçiyormuş, terimde onun yayılmasına hizmet ediyormuş..


kafeteryanın ucundaki çocuk bana bakmadı. incelemek için iyi fırsat. telefonla konuştuğundan algıları dışarı kapalı. beyni ona konuştuğu insanın ve konuştuğu şeylerin imgelerini gösterirken o burnundaki sümük kadar kuru gürültü çıkartan ders arası insanlarının arasında beni fark etme ihtimali annemin pipisi olma ihtimali kadardı. bende iyice inceledim. üzerindeki beyaz tişört, altındaki kot, seyrek sakalları, evde, banyo aynasının önünde şekil verilmiş saçları, ailesinin yanına gittiğinde alınan telefonu, konuşma tarzındaki iniş çıkışlarla tipik memur çocuğu olan bu varlık sigara içmeyip sağlıklı besleniyor. okuldaki ilk 4 ayında 4 kişilik odalardan oluşan 4 katlı bi yurtta kaldı.  ardından 2 tane arkadaşı oldu, 2+1 lik bir eve çıktı. salonu diğer odalardan biraz büyük olduğundan o odayı istedi ama ilk kez eve çıktığından birileriyle bunu yapmadı. sesini çıkartmayıp ona kalan odaya yerleşti. 1 tane sevgilisi oldu. muhtemelende şimdi onla konuşuyor. dersten kaçta çıkacağını, sinem'in selamı olduğunu, ders notlarını almak için fotokopiciye uğrayacağından filan bahsediyor muhtemelen. eve gittiğinde yanağından öpücek. çünkü ne kız arkadaşı "bildiğimiz kız"lardan ne de kendisi "çapkın erkek"lerden. bildiğimiz erkeklerden biri ev arkadaşı. salonda kalmak için laf eden oydu. başından beri zaten ona kanı ısınmadı. sohbetleri görünürde bir kedi  ve köpek yavrularının ki kadar iyi. 1 yılın sonunda anlaşamayıp biri evden çıkıcak zaten. oda bizim oğlan olucak. başladımı bitmez sorunlar. mecburen sevgilisiyle kavgalı olacaklar. uzun bir süre, belki yaz tatilinde, ayrı kalacaklar. okul başladığında sevgileri depreşecek, başka bir ev arkadaşı çıkacak, telefonda 1-2 saat sonra eve gelirim gibisinden laflar edilecek...

bense o sırada saati soracağım suratını sonradan hatırlamayacağım yanımda duran insana. derse geç kalmamak gerektiğini kafamdan geçirmeden, robot misali yürümeye başlayacağım... dersin ortalarına doğru üzerime doğru koşan uyku perileri ellerinde bozuk paralarla "dişini masaya bırak" diyecekler.. pazarlık yapacağız. esnediğim zaman dahada yakınlaşacaklar.. sonra araya hoca girecek. sanırım yorulduk, bi araya ihtiyacımız var mı diye sorucak sınıfa, göz ucuyla yanımdan geçerken... bir tek benden sonrasında "efendim?" dedirtecek kadar boğuk olan bir ses çıkacak. hocanın beklediğide buydu zaten. ara verecek..

ne bir efektin, ne bir müziğin, ne bir dış sesin konuştuğu olaylar dizisi 3-4 saat sürüyor. aklıma gelirken saniyelerle yarışacak kadar kısa görüntüler bırakıyor...

ellerim görevi üstlenip, bir şeyler yapıyor. sonuçta ortaya işemenin sonunda gelip klozetin kenarına düşen o minik damlaya benzer şey çıkıyor... al buyur sil şimdi onu.

4 Ekim 2009 Pazar

odasız olsam kafamın içindeki karıncalara beyaz boya sürerdim

3-4 saat içinde kuruyup kraker kıvamına gelen pilavı yedikten sonra sigara yaktım. odanınn ışığı kapalı, ışıklığa bakan pencerem açık. ev arkadaşlarımdan biri salonda televizyonun karşısına geçmiş, kucağında laptop, düğün meydanının kenarında dikilip kız kesen serseri edasıyla internetten beğendiği kızlara bakıp, copy-paste mesajlar atıp, onların vereceği tepkileri bekliyor. diğer ev arkadaşım ise odasına çekilmiş, yalnız yada biraz önce kapının önünde konuştuğu kız arkadaşıyla...

internetten ev arkadaşı bulmanın eğlencesi burada. biri cumaya gidip ibadet ederken, diğeride kendine özgü ibadeti olan 31'le meşgul oluyor. banada bunları izleme fırsatı doğuyor.



bu akşam geldim eve, haftasonu için annemle geçirdiğim kasvetli ama bana iyi gelen gidiş gelişten sonra. kapıyı açtığımda birinin beni karşılamaması garip geliyor tabi içeride birilerinin olduğunu bildiğim zaman, alışkanlığın verdiği bir his tabi bu. mutfağa geçtiğimde tanımadığım iki kız var. onlar anadolu kadını edasıyla yemekleri yaparken erkeklerde işten dönüp, çay içip, tahta bir sandalyenin üzerinde yorgunluğunu atmak için kahveye giden amcalar edasıyla masada oturup laflıyorlar. odama çekilirken çağırılacağımı biliyorum ama genede kendi kokumu içime çekmem gerektiğinden odama çekiliyorum.. çok geçmeden kapım açılıyor ve mutfağa davet ediliyorum... 1 haftalık ev arkadaşlığı ilişkisinde çıkıntı çocuğu oynamamak gerek deyip kalkıp yanlarına gidiyorum... bu sefer kızları daha iyi inceleyebilme fırsatı geçiyor elime. birinin bana yamanmaya çabalandığı aşikar.. çabanın boşunalığı, komikliği, üzücü kokusu içime işliyor ama içimden hissetmekle yetiniyorum..

ikiside makyajlı, ikiside aynı bölümde, ikiside 13 yıldır arkadaş, ikiside ilk okuldan beri aynı okulda, ikiside aynı yeri kazanıyor, ikiside yaşadıkları yeri tutturamadı diye kayıt olmuyor, ikiside mutfakta, ikiside yemek yapıyor... aralarındaki çıkar ilişkisi aşikar, biri çirkin diğeri bi gurup erkeğe hitap edebilecek görüntüde.. biri akıllı diğeri ondan kopya çekiyor.. biri kumral diğeri esmer... marx'ın zıtların birliğiyle bi alakası yok tabi bu durumun ama eksikliklerini tamamlama çabaları sonucu arkadaşlıklarının 13 yıl sürdüğünü anlamak o kadar zor değil. benim varlığımın ortamda bir laboratuvar havası estirmesine alışkınım.. incelenmek, sessizlik, anlamsız olana gülmek, aynı anda yapılan bir eylem olduğundan birbirine bakışlar atmak, olayı anlamayıp neye güldünüz diye soran çocuğa "sizinle alakası yok" gibisinden bir cevap fırlatmak, çocuğun bu cevabın yere düşüşünü izleyişi vesaire... tükendiler onlarda.. kansız bir ineği emmeye çabalayan vampir misali bende alabileceğim, garip gelecek, ilgimi çekecek birşey bulamayınca emme durumunu bırakıp saati sorarım...

yaşıtım ya da benden küçük olan bu iki anlamsız, uçucu, etkisiz elemanların ailelerinden kalma izini alamayacakları bana baktıkları ilk andan aşikar olunca saati sormam muhabbete daldıklarını iddia eden kafalarında eve dönmeleri  gerektiği gerçeğini yaktı. mission completed.

uzatılan eller, memnun oldumlar, görüşürüzler, hoşçakalın güle güleler...

hepsi aynı, hepsi tahta bir masadan daha az ilginç, hepsi karın ağrısı olamayacak kadar havadan sudan.. hatta sadece havadan..

ukalalık belki.. narsizm, yada benmerkezcilik hatta...

kimseye zararı dokunmadığı sürece söylediğim sözlerin havadanlığıda onlar kadar işte... yazıyorum çünkü böyle hissediyorum, dışa vurduğum bunca his o kadar zımparalanmışki içimden çıkarken gıdıklıyor.. bana verdiği tek tatmin bu.

şimdi gözümü kapatıp blue ridge dağına gideceğim. serin bi ilk bahar günü edasıyla uzun çam ağaçlarının arasından tepeye tırmanıp ormanı izliyeceğim... parmak uçlarımla dokunduğum herşeyden damarlarıma bir zamanlar orada yaşamış yerlilerin ruhları girecek.. sonra uyuyacağım.. aynı eve, aynı suratlara, aynı kokulara, aynı seslere, aynı konulardan konuşmalara...