20 Mayıs 2011 Cuma

Başlıkla Beraber 589

Kütahya'dan başlayıp batıya doğru hızla ilerleyen toplu baş dönme merasimine bende katıldım dün.  "Başım döndü sanki, yok yok deprem oluyor!" çığlıkları taş atılan sudaki dalgalanmalar  gibi gökyüzüne art arda yükselmeye başlamışken, ben dizi açlığımızı belki bastırır diye indirdiğim "Games of Thrones"u sıkılan sevgilime izletmeye çalışıyordum.

Dizi yarıda kaldı.

Filmler, diziler, haberler, seçimler, yasaklar, Katrina kasırgasından sonra evlerinde yalnız bırakılmak zorunda kalan evcil hayvanları gösteren belgesel, sakız tadı, ödenmemiş krediler, koltuk altı terlemesi... Hepsi dizi gibi yarıda kesildi. İticiden çok yıkıcı ve ağırlığını saniye saniye hissettiren o kuvvetin altında kalan bünyedeki acizlik hissi, her titreşimde daha büyük parçalarla yıkılışını izlediğin ego, hepsi suratımdaki kaslara teker teker vurup, dışarıdan bakan birinin korku diye adlandıracağı ifadeye büründü.

Korku değildi. 

Korkunun içindeki o heyecandan, cüretten, adrenalinden yoksun bir ruh hali daha çok. Bir doğum sonrası annenin suratındaki ifadenin sadece mutluluk olmaması gibi...















Ama başlayan ve biten, ardından başka bir şeyi tetikleyen her şey gibi bu yusuf yusuf ruh hali de bitmeye başlarken, biraz depresif biraz ümitli sorgulama halini doğurdu bende.

Aylardır yazı yazmadığımı zaten sorguluyordum, mühendislik okuma kararımı da sorguladığım gibi... 
Sırf kafamda bunlar var diye, bunca zaman kafamı kurcalayan, bu problemleri bir şekilde içine alan soruyu sordum kafamı yastığa koyup, üzerime çöktüğünü gözümde canlandırdığım duvara bakarak.

Öleceksin, tıpkı yanında yatan sevgilin, tıpkı bir saat öncesinde haber alamayıp telaşlanmana sebep olan Eskişehir'deki ikizin, annen, Kütahya'da bir derdi olup anlatmaya çalışan her hangi bir yaşıtım gibi, hikayesi anlatılmamış ve yarıda kalan biri olarak öleceksin. 

Hadi bunu okuyan herkes "been there, done that" haline girip, zaten söyledi bunu herkes diyecek. Bende öyle dedim zaten. 

Zaten bindiği otobüs sert virajlar alırken otobüsün devrildiğini soğuk kanlılıkla hayal eden, sokakta aynı cinsten olan sevgilisini dudağından öpmesine bir kaç saniye kala homofobikler tarafından öldüresiye dayak yemeği gözünde canlandıran, en sevdiği dizisi Six Feet Under olan, bir morg görevlisinin gördüğü kadar olmasa da her hangi bir yaşıtından çok ölü bedenini görmüş ve ona dokunmuş, ölümün hissizliği hissetmiş olan birisinin, öldükten sonra anlatılmış bir hikayesi olmadığını düşünmemiş olma ihtimali, hele de yazıyorsa bu insan, muhtemelen kör bir insanın renkleri tanıma ihtimalinden daha düşüktür diyebilirsiniz. 

Ama, yazdıklarının ne için ve kim için olduğunu sorgulamak ayrı bir mesele. Kime bir fayda sağlayacağını, kime bir anlam ifade edeceğini, kimi değiştireceğini düşünmek, öyle zor ki bunu düşünmek, şimdi yaptığım gibi bunu yazmaya giriştiğinde, yazının bu kısmına gelene kadar gevelememe sebep oluyor. Neyse ki ego savaşındaki ertelenmeleri iyi tanıyorum. Her komutan gibi, düşmanını iyi tanıyanın savaştan galip çıkacağını da tahmin edebiliyorum. Ama düşmanında seni, senin onu tanıdığın kadar iyi tanıyorsa...

Lakin her ne kadar şu ana kadar yazdığım ve muhtemelen bundan sonra yazacağım şeylerin insanlarda hiç bir bilinç açılması gerçekleştirmeyeceğini, hayatlarındaki yaşayışlarında her hangi bir fark yaratmıcak, patlamış mısır tadında şeyler yazıyor olduğumu anlasam dahi, hala yazmak için bir sebebim olabileceğini düşünmeye çalışıyorum. 

Hala.

Aslına bakarsam, 2. Dünya Savaşı'nın yanında 5.9'luk depremin bende o dönemdeki yazarlarda oluşan bilinç değişimine benzer bir şey yaratacağını düşünerek aptallık ettim.

Hala aynı yerimde sayıyorum. İnternette anlamsız ... 581, 582, 583... kelime kaydetmiş olarak.