30 Kasım 2009 Pazartesi

çürümüş elma kokusu

benden bağımsız bir şekilde gelişen yalnız kalma durumumum beni o kadar savunmasız bir hale getirdiki, köşeye sıkıştırılan bir kedinin işe yarayıp yaramayacağını düşünmeden üzerine atlaması gibi insanlara bok gibi davranmaya başladım. yalnızlığın yanında karanlığı getirip, hayatı anlamsızlaştıran yoğunluğu yüzünden kendimi kitapların arasına atabilirim... "insanın en iyi dostu kitaplardır pelin" diyerek, kitaplarla önce raflarda flörtleşicem, sonra "adım atman gerek can" diyerek pis paralar bayıcam, ardından onu koklucam, dokunucam, açıp, bozmadan, en az zararı vererek içini okucam...


bütün bu ilişkilerden arta kalıcak olan spermler geceleyin donlarımda kuruyanlar olacakken, beynimde kalan parçaları ise iyi birer anıdan ibaret olucak..

bu yazıyı yazmama sebep olan dustin o'halloran'a ve ilgi manyağı insanlara teşekkürlerimi sunuyorum. ciao.

19 Kasım 2009 Perşembe

barillanın makarna sosunun nutella ile akrabalığı

Küçükken yakalayıp, defterin arasına sıkıştırıp ardından ezdiğim karasineklere ad vermem gibi, şimdide odamdaki  boş sigara paketlerine isim vermeye başladım. Sırf içleri boş olsun da isim koyayım diye ya çok fazla sigara içiyorum yada odanın etrafına sonrasında içilecek zulavari sigaralar fırlatıyorum. Boş olan odama biraz kişilik katmış oluyorum aynı zamanda.

An itibariyle kendimi tavuklara benzetmiş bulunmaktayım. Tıpkı onlar gibi, karanlık bir yere konulduklarında "aa ne çabuk gece oldu" diye düşündükten sonra uyumaları gibi yazı yazmaya çabalıyorum bu saatte. Gece 12 olmadan söyleyecek şeyler bulamıyorum. Ama bugün durum biraz farklı. Bugün pazara gidip 1 kasa limon, 5 tane plastik tabak aldım. Sonra limon kasasını ters çevirip tezgahım yaptım. Plastik tabaklara koyduğum limonların yanında maydanoz, dereotu filan da satmak istedim ama paramı yetmedi. O yüzden bende uzun pardesü giydim. Pardesünün önünü açtığımda cıbıldak bir vücut bekledi insanlar ama onun yerine konuşma kartlarıyla karşılaştılar. O rahatlamayla merak kokan suratlarına yaklaşıp, kısık bir sesle "tanesi 10 kuruş" dedim, kikih güldüler. Sonra alıp okudular hemen. Okuduktan sonra suratları değişti, bir taşla 3 kuş vurdum. Üçüncü kuş, o değişen, algılamaya çalışan surat ifadelerine bir tane limon fırlatmaktı. Sonra tezgahımı kapıp kaçtım.

İşte o gün bugündür geceye kadar konuşacak şey bulamam desem böyle bir flash back sonrası insanı gibi? O zaman blogumun okuyucu sayısı 340 olur mu,başkasının bir sonraki blog'u gibi? Olmaz. Olmasın. Bende kendimi  bir ergenin bunalım edasıyla "Dostum insanlar beni anlamıyor, bence ben dönemimin yazarı değilim, değerim ben öldükten sonra anlaşılacak. Anlıyorsun değil mi beni Riley?" diye kandırıveririm? Veremem işte. Öyle pazarda sattığım konuşma kartları kadar ucuz değil.

Ucuz olan bir şey varsa o da insanın hayatının sırrıdır. İnsan hayatının sırrı öyle birşey ki insan onu keşfettiğini sandığı andan sonra bile, sanki eline alakasız bir broşür tutuşturulmuş gibi hayatına devam edebiliyor. Bilimadamlarınca en iyi hafıza bizde var diyorlar ancak konu altından kalkamayacağımız gerçekler olduğunda onları geri plana atmakta da üstümüze kuşlar sıçar. "Altından kalkamayacağımız bir şey" söz konusu mu orası da pilav tenceresinin kapağı kadar bulanık. Lakin insan kendi elleriyle yarattığı şeyden ürküp ölebilir mi ki?

İnsanın sadece bir beyinden ibaret olduğunu farketmesinin kendisine ne gibi bir zararı olabilir ki, yaşadığı hayatı buna göre şekillendirmezse eğer? Ortaya bir kaç soru attım, öyle ortaya uçuşan güvercinler istiyorum. Ama ağızlarına aldıklarında bunu tükürmelerini, sonrasında da suratıma "allah belanı versin, gudubet herif" der gibi bakıp uçmalarını istiyorum.

Uç bakalım...

18 Kasım 2009 Çarşamba

çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak-II-

Nov 18 - 9:09 AM
*Muhtemelen o alıcıvari kulaklarıyla yarasalar gibi duyduğuna inandığım çocuğun çenesinde koşullanan, ev köşelerinde biriken tozlar gibi ince ve tek tük olan kıllara bakarken, acaba bu çocuk Batman olabilir mi diye düşündüm. Mümkünse olsun. Hatta gidip ailesine rest çekip, dedesini yanına alıp (uşağı yapacak onu sonuçta) İzmir'deki Havagazı Fabrikasının altına malikanesini kursun. Bunu söyleyeyim dedim ona ama o indi otobüsten. Düşünce okuyamayan süper kahramanı piranalar yesin. Lakin Sookie Stackhause bile okuyabiliyor düşünceleri.

Nov 18 - 9:13
*Sabah güneşinin etkisiyle, asfalt o kadar parlıyor ki, her şoföre bir tane güneş gözlüğü verilmesi gerektiğini düşünmeden edemedim. Bütün gözlükler dede gözlüğü gibi olsun ama. Sümük gibi böyle.

Nov 18 - 9:37
*Bomboş, terk edilmiş, hayatsız, insandan yoksun, eski bir öğrenci yurdundan daha ürkütücü olan şey: o boş binanın perdesiz, arkası karanlık bir penceresinden, esmer, bıyıklı, garip görüntülü bir amcanın dışarıyı izlerken bana bakmasıydı bence.

Nov 18 - 9:43
*Yazma isteğimi kaybetmekten o kadar korktum ki şimdi, polislerden nefret eden bir anarşistin, hırsızlık gibi bir olay başına geldiğinde polise sığınması gibi, yalnızlığı tercih edebilirmişim gibi geldi.

Nov 18 - 9:44
*Ilık hava bu sefer sol kulağımın içindeki zarı aşıp, karnıma doldu.

Nov 18 - 11:23
*Yalan söylemenin kolaylığı hakkında, kafamdaki bir arkadaşla sohbet ettim. Neler söylediğimi unuttum.

Nov 18 - 12:34
*Makro nutrient: C H O N P S (sınav öncesi yazılan, sınavda işe yaramayan kopya)

15 Kasım 2009 Pazar

çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak-I-

Nov 14 - 5:21 PM
*İnsanlar eğer konu eşcinsellik olduğunda, hayatlarında bir kere bile kendilerini onların yerine koymamış olsalardı, bu durumu gördüklerinde "aaa iki tane erkek" diye düşünüp gülerlerdi... Lakin objectophilia diye adlandırılan obje seviciliği duyduklarında gülmelerinin sebebi bunu hiç bi zaman kafalarından geçirmemiş oluşlarından başka bir şey değil.

Nov 15 - 1:47 AM
*İçi bomboş, insansız bir belediye otobüsünün şöförü olmak, arkamdaki uzun boşluğu yolculuğa çıkarmak isterdim.


Nov 15 - 4:18 PM
*Ilık hava gözlerimin aralarından sızıp içime doluyor.


Nov 15 - 4:26 PM
*Sudaki baloncukların patlayıp üç ve daha fazla halkadan oluşan, kısa süreli, insan hayatı gibi, ölüm gibi yayılan dalgaları oluşturmaları...


Nov 15 - 4:29 PM
*Sigara ağzımda ilk kez çilekli sakız tadı gibi garip bir tad bıraktı.


Nov 15 - 4:33 PM
*Suda olan, suya dair olan her şeyde bir bütünleşme söz konusu. Patlayan baloncukların (hala onları izliyorum) çıkardıkları küçük dalgalar yok olup, suya karışıyor ya da attığım sigaranın külleri dağılıp içinde kayboluyor.. Deniz kussa içindekileri kim bilir neler çıkacak?


Nov 15 - 5:09 PM
*Aslında ben dünyaya bir renk olarak gelmek isterdim. Gri-turuncu-mor karışımı, insanın baktıkça ruhunun pamuklaştığı bir renk... Yada bir kemanın en ince telinin en ince kısmından çıkan, ağlamaklı bir çocuk sesine benzeyen notası olarak gelmek isterdim. Ama onun yerine, belediye otobüsündeki, yağlı burunlu, uzun boyunlu, adem elması fırlamış, kahverengi bir çocuğum. Tanrı olsaydı eğer, bana bunu yaptı diye döverdim onu.


Nov 15 - 5:31 PM
*Bir kadının yüzüne bakıp hayatını okumak, kızını sevişini, kocasıyla anlaşmaya çabalayışlarını, olaylar karşısındaki masum tutumunu, yemek yaparken düzenli oluşunu, televizyon izlerken uyuyakalışını düşünmek, insanın gözlerini doldurmaya yetiyor. O kadar tatlı ve yumuşak ki, insanda bir bebeğin kafasının altındaki yastığın huzuruna benzer bir duygu veriyor. Edith Piaf'a benzeyen yüzünden, tıpkı Piaf'ınki gibi yaşanmışlık ve o yaşanmışlığın getirdiği kanser edici acılar okunabiliyor... Böyle bir insanın mutluluğu yaşaması, onu şuankinden daha etkisiz eleman yapacakti belki ama gene de mutlu olsun istiyorum. Hatta ölmesin istiyorum. Sırf o kadın için bir gün bir öykü yazıp, öykümde onu, orta dünyadaki bir elf gibi ölümsüz yapacağım... Bunu hak ediyor..

kız gelmeye devam ederse Dön'den, erkek olduğu anda ise Dur'dan isim türetmek

 1 haftadır aytaç(i-touch) sahibi bireyin yapacağı şeyler oyun oynamak olabilirdi. Ama ben öyle yapmadım. Ben insanlık için küçük, benim için büyük bir adım atıp, beynimin kalıcı hafızasına kodlamayı beceremediğim şeyleri, ipod'un "notes" application'ında biriktirdim. ortaya böyle cheescake vari gariplikler çıktı. (peynirle çikolata garip bir şey dedeme sorsan)

11 Kasım'da saatler 2:16 yı gösterirken "done" tuşuna basılan notun içeriği şu:
Vücudumun çıkabilecek her yerinden sıvı boşalttım, beynim zifiri karanlık...
Bu cümlenin göründüğü üzere alt metni şu oluyor: Mastrübasyon yapan, ardından öksürükle balgam çıkartıp lavaboyla tükürüksel, pis bir ilişki yaşayan, ardından ablasının telepatik güçleri sayesinde ihtiyacını duyduğu anda sevgi dolu bir mesaj atmasının verdiği, mutlulukla karışık yalnızlıktan ağlayan kişinin, beyni öyle bir boşalıyor ki, florasan ışığının o beyaz aydınlığı bile görünmez olup, karanlık, huzur veren bir siyaha bürünüyor.

Vesaire.

O günü izleyen günlerde, 30 yaşında, bir başarı örneği olacak şekilde evlenmeyi başaran kuzenimin düğününe gitmek için aceleyle çıkan bünyem, otobüs durağındayken, araba farlarından çıkan ışıkların karnında biriktiğini düşünürken, bir taraftan da taşlanmış kot pantolonlu, saçları jöleli 4 tane üniversiteli erkeğin kolkola girip yürümesini, 2 yaşındaki bir çocuğun televizyon izlerken yaşadığı şaşkınlığa benzer bir şekilde izliyordu.

Çeşit çeşit insan var Durmuş. Tıpkı senin ve senin gibi Dur'dan türeyen türevlerin gibi. Çeşit çeşit insanlar var. Bana bunlardan en çok acı verenleri kilolu ve aynı zamanda kemerli bir buruna sahip insanlar oluyor. Onların yalnızlık, elindekiyle yetinmek ve üzüntü kokan kaderiyle bütünleşmenin verdiği ağırlık, Dancer in the Dark'ta Björk'ün kendini yere atışını izlemek zorunda kalmak kadar ağır olabiliyor. Öyle ki gözümde canlanan gelecekleri en kötülerini görüyor; çıplak yağlı vücutların bir birlerine çarpışları, yoruldukları an ekşi hamur kokan terlerine katlanmaları, insanların onları şirin bulmalarına alışmaları, zayıf kadınları, erkekleri birbirlerinden kıskanmaları... İnsanın bunları düşünüp de genel yani global yani dayatılan yani reklamı yapılan güzellik kavramını düşünmemesini, bunların aklına geçmemesini beklemek, Deniz Baykal ile Derya Baykal'ın soyadı benzerliklerinden evlenmesini beklemek gibi bir şey. Simetrik, küçük ve orantılı olanın güzel olduğunu düşünen beyinlerin nereden çıktığını da anlayabilmiş değilim. Lakin bu özelliklerin hiç biri yaşamsal açıdan hiç bir önem taşımazken, evrimin buraya gelmesi, İsmail YK'nın şarkısını ezberleme ihtimalim kadar garip geliyor. Küçük burunlar, düzgün kaşlar, renkli gözler bizi hangi hayvandan korudu ki ilkel dönemlerimizde de bu hale geldik sonrasında merak ediyorum. National Geographic'te ya da Discovery Channel'da izlediğim bir belgeselde kaslı vücutlu erkeklerin, ince belli kadınların doğurganlık ve sağlıklı görünüm vermesi hakkında bir şeyler söylüyordu. Bunu anlamamak için koala olmak gerek ama genede düzgün suratın sağlıklı olması gibi bir durum söz konusu olamaz. Bu arada "söz konusu" acaip bir tamlama onu da söylemeden geçemem. Söyledim ve geçebiliyorum.

Sakallı, kıllı, yapraklı atalarımızdan bugüne olan değişim hakkında derin bir bilgim olmadığından, iftira.com'a copy paste yapmayı planladığım paragrafıma geçiyorum.

otobüse binmiştim. ön taraflarda durmam otobüse binen insan sayısı arttıkça bir tıpa görevi göreceğinden hiç bekleme yapmadan, bindiğim gibi en arka tarafa doğru ilerledim. en arka kapının önünde, kulağımda müzikle, sis çökmüş şehri izlerken arkamda bıyıklı bir adam belirdi. bir elini solumda kalan kapıya monte edilmiş demire, diğerini ise sağımda kalan tutulmak için yapılan demire koydu. ilk başta rahatsız olmamıştım. ardından yere 30 derecelik bir açıyla bana doğru eğilince "otobüs kalabalık, ondandır" dedim içimden. ancak arkasındaki boşluğu gördüğümde "bu şekilde rahat her halde" demek saflık olacağından öfleyip püflemeye başladım. Anlamadı. Kapı açılırda elini çeker diye beklerken ensemde nefesini duyunca, içimden gelen yumruk atma isteği, sokakta bir köpeğe tekme atan gençlerin kafalarını pestilleştirmek istememden daha fazlaydı. Elimle kolunu ittirip, orta kapıya gittim. Çok korkutucuydu. Annemi arayıp ağladım.

Yazan, *_* hikaye_anlatmayı_beceremeyen_izmirli_19 *_*

9 Kasım 2009 Pazartesi

vize'ye gitti gelecek

üniversiteli olmak, beni otobüsteki yaşlı popülasyonun artmasını izlemenin germesi gibi geriyorken, bir de "vize" lafını kullanmak karnıma patolojik ağrılar sokuyor.. patolojik kelimesini kullanmanın verdiği entellektüellik görüntüsü altında atlas gibi ezilirken, yanımdan 104 numaralı otobüsle geçen herkül kılıklı, bir karış kol kalınlığına sahip fitnısçı damarlı abiye ıslık çalıp, al entellik de patolojik kelimesi de senin olsun diyorum ancak o bana kabarık alt dudaklarını büküp püflüyor..

sonra annem arıyor, o ararken biriyle kemikleri petrol olmuş ya da birilerinin genlerinde cirit atan daha sperm-yumurta-embriyo bile olmamış sevgilim hakkında konuşuyorum. 1 saat sürüyor bu konuşma ve şimdi bitiyor. 2 cümle arasındaki o 1 saat ise, klavyenin space tuşuyla ifade edilecek kadar kısa gelecek bu paragrafı okuyana. sonra, hem iş hemde yol arkadaşına "ne çabuk geçmiş zaman hüseyin" diyecek anlamsız bir surat ifadesiyle bana bakan kasiyer çocuk. otobüs durağında kestiğim halde bir kere bile yüzüme bakmayan 80 yaşındaki teyze ise evine gidip, beni düşünüp, yirmili yaşlarındayken utangaç bakışlarla bakıştığı bahriyeli'leri düşünecek. sonra koltukta sızmış pipisi göbeğinin içinde kaybolmuş kocasına bakıcak.

bütün sansürsüz ve güzelce çevrilmiş yabancı filmlerdeki, pis ağızlı, pis ahlaklı, pis kıyafetli, çökmüş insanların kullandığı fucked up kelimesinin sözlükteki karşılığında verilen cümle içinde kullanım örneklerindede, "bkz: can'ın odası is fucked up, can'ın boğazı is fucked up, can'ın benliği is fucked up" cümlelerinin konulmasını isterken, demek istediğim, vizelerden sonra hayatıma bir kedinin kirlendikten sonra yalanması gibi sakince çeki düzen vermek istediğimdir...

ane brun gibi bir kadının ağzından çıkan melodik ezgileri dinlerken, insanın kendisini amerika çöllerinin ortasında kurulmuş karavanlardan birinin önünde, yayılmış bir şekilde oturarak bulmaması imkansız. bu durumun sağladığı dezavantaj ise gerçekliklerden ışık hızıyla kopan adamın maddesel bütünlüğünü yitirip, yarın sınavda sorulacak soruların kaygısından uzaklaşması oluyor..bunu yapan benim ve de...

öğlen vakti, ankastre mutfakların arasında yemek yapan, martha stewart edasıyla hazırladığım kayıglardan uzaklaşma yemeğini üflüyerek yerken, üzerime dökülen yağ lekesi beni gerçekliğe öyle bir döndürüyor ki, canlı yayında küfür ettiğimi unutuyorum. seyircilerden gelen şaşkınlık ve gülme seslerini, tefal'in sunduğu "can mutfakta" reklamlardan sonra devam edecek sözleri kesiyor. reklam arasında izleyiciler kumandalarıyla bir kadının vibratörü, bir erkeğinde elini kullanması gibi bütünleştiklerinde, ben, programın sunucusu, annemden aldığım duygu dolu mesajlar yüzünden ağlayarak, "alkışlamayın lütfen" diye yerlerinde mıhlanmış şişko kadınlara bağırıyorum...

lakin sınava çalışmam gerek.

saatler 21:38 gösterirken ayakları açılan plastik sandalyesinden kalkan bademcik hastası kişi, önce "zeytin yağı-pekmez-limon-karabiber" karışımını içecek, ardından üstüne ılık su + limon karışımını kafasına dikecek, son olarak da, dedesinin öldüğünde saldığı kokuya benzer bir şekilde kokan odasındaki yatağının içine girip, anlamsızca, yorulduğunu düşünerek, fizik notlarına bakacak..

sikeyim vizeleri de, fiziği de.. (ha ha... - a aa.... tefalin sunduğu "can mutfakta"......

3 Kasım 2009 Salı

beynin duruşu ve bu duruş esnasındaki bakışı

son yedinci sigaramı kibritle yaktığımda ağzıma gelen kükürt tadının verdiği tiksinti, çaya şeker diye tuz atmış bir insanın duyacağı tiksintiye eş değer... sigara dumanı gözüme kaçarken kafamdan geçen şey ise ağzım... pek alakasız yani..

belediyenin yaptığı yol yapım çalışmalarının hiç bitmediği, fakir bir ilçeye benzeyen ağzımın içinde, yirmilik dişimin, üstüne kaplı olan eti, delme makinasıyla deler gibi, çevresine et parçacıkları saçarak çıkışı... ağzımın içinde bir kara delik oluşturan azı dişimin içine kaçan ekmeği, dilimle, sanki kapağı açık bir kanalizasyon çukuruna düşen çocuğu kurtaran itfaiye edasıyla çıkarmaya çabalamam... kabarık, her dokunuşta, hatta dokunmasam bile, sebepsiz yere patlayan kanalizasyon boruları gibi kan akıtan diş etlerim... kuruduğunda çevresine bok kokusunu yayan bir çamur gibi koku yayan kurumuş kanlar...

ağzımın içinde sorumsuz bir belediye var. asıl durum bu. ilçe sakinleri bu durumdan her ne kadar rahatsız olsalar da, ellerinde güç olmadığını düşündüklerinden bir şey yapmıyorlar.. tek yaptıkları, sinir yatıştırıcı sigaralarını içmek, bir kaç küfür etmek ve anti-depresan vari ilaçlar almak...

"dünyanın bütün işçileri birleşin" diyen marx a seslenmeden edemeyen beynim, "marx amca baksana, lambaları yaksana, ağzım elden gidiyor, tüm işçilerle bişey yapsana" adlı çocuk şiirini yazan altı yaşındaki, annesi alman, babası arnavut vatandaşı olan küçük Gjelbër Pesëdhjet (okunuşu: celbır pesdhyet) arkadaşımın gözlerinden öpüyor, daha fazla saçmalamanın bulunacağı paragrafıma doğru kafam eğik bir şekilde yarım adımlarla yürüyürorum...


ev arkadaşımın verdiği yeşil ve yeşil olduğundan dolayı sanki radyoaktif, dna değiştirici, mutant yapıcı bir madde özelliği taşıyormuş gibime gelen ağız gargarasının* ağzımda bıraktığı dikenli uyuşukluk hissi, taşa oturan bir poponun yaşadıklarını düşündürtüyor... aktüel dergisi geçenlerde böyle bir röportaj okumuştum. google dan arayıp buldum.. röportajdan bir kesit:


röportajcı: evet popo bey-hanım, ne oldu da neler hissettiniz?
popo bey-hanım: vallahi, ben hiç bir şey anlamadım... kordonda yürürken yorulduk biraz, sahil kenarında ki taş çıkıntılara oturalım dedik.. oturuş o oturuş.. diğer lobumla konuşmaya dalmışız.. sonra hava karardı, e artık kalkalım biz dedik. o da nesi.. derim sanki binlerce taşla bütünleşmiş de ben kalkınca ayrılmak istemiyorcasına tutuşmuşlar.. bu nasıl bir aşk yarabbi diyerekten, aşıkları ayırarak zorlayıp kalkayım dediğimde de bir batııışş, bir sızı, bir uyuşmaa... 


aktüel deyince ciddi bir şey bekledim bende ilk başta. böyle "yazdıklarına referans yapabilecek, söylediklerini kuvvetlendirebilecek kaynaklardan yararlanma" tüyosunun öğretildiği kompozisyon dersindeymişim gibi hissettim hatta..


kompozisyon dersi demişken..


daha benim bıyıklarımın arasındaki boşluklar amerikadaki büyük kanyon kadar genişken, saçlarım sabah uyandığımda, hazır oldaki bir asker gibi dim dik duracak kadar uzunken (insanın kafasında sabah ve dik kelimeleri geçtimi "sabah ereksiyonu" adlı şey geliyor biliyorum ama değil) hocaların beni sınıfın en önünde görmekten mutluluk duyduğu zamanlarda.. yani lisedeyken... yani ilk kompozisyon sınavındayken... ben hayatımın  en komik yazısını yazıyordum.. mevlananın "göründüğün gibi ol bebişim" adlı düstüru hakkında yazmamız istenildiğinde yaptığım şey, ikiyüzlülüğü bir hastalıkmış gibi anlatmak, bulaşıcı olduğundan bahsetmek, sonuna da "ya göründüğün gibi ol, yada olduğun gibi görün!" (evet, bildiğin sonunda ünlem var) cümlesini yapıştırmam olmuştu...


kendimce "uuu çok etkileyici oldu" diye düşündüğüm bu kompozisyondan edebiyat hocam da çok etkilenmiş olmalı ki, herkesin gözü önünde, rutkay aziz edasıyla okumuş, bu okuyuş sınıf arkadaşlarımda "naptın olum" gibisinden, dalga ile övme arasındaki ince çizgide sallanan bir sarhoş edasıyla bana bakmalarına sebebiyet olmuştu...


biraz çocukluk anısı, biraz an yorumlaması, biraz diş ağrısı, biraz da yabancı şiirden oluşan bu, "son zamanlarda bana eski tatmini vermeyen yazılarımdan biri" ne son verirken ya göründüğünüz gibi olmanızı, ya da olduğunuz gibi işemenizi istiyorum.. bu kadar...








(*) ağız gargarası diye bir şey var mı bilmiyorum.. başka bir yerinle gargara yapamayacağına göre yoktur. ama yazdım genede.

2 Kasım 2009 Pazartesi

hohladığında çıkan sahte sigara dumanı

odamdaki tek ışık kaynağı olan bilgisayarın ekranını güvenli bir mekan diye belleyen kara sineği, holün ışığını açıp, elimle ittire ittire kovdum. tam o sırada ayak parmaklarımda hissettiğim şey ise, liseli bir kızın, samimi olmadığı insanlardan bile andaçına bir şeyler yazmasını istemesi gibi, kendi hakkında söz etmek zorunda bırakan, soğuk oldu. tıpkı sabah evden çıktığımda olduğu gibi...

şu son 3 gündür, balkanlardan mı yoksa kuzey kutbundan mı geldiğini bilmediğim soğuk hava dalgası, bir kafede otururken, çağırmadığın halde, yapacak başka bir şeyi olmadığı ve yalnızlık çektiği için gelen, o gelesiye kadar yapılan muhabbeti alaturka bir klozete, kendisini ise sıkışmış ve kum bulmuş bir kediye dönüştüren bir "laftan anlamaz" insan gibi, izmir'e uğradı ve gitmek bilmiyor...

muhabbetlerinin içine edilen izmir'liler ise otobüs duraklarında, sigara içmek zorunda oldukları dükkan önlerinde, kaldırımlarda, perşembe pazarlarında, vapurla iskele arası yürünmesi gereken yollarda, bu rahatsızlıklarını dile getiriyor.. ellerinden gelse imza bile toplayabilecek olan bu insanlar, otobüslere bindiklerinde, onları incelemek için öndeki ters koltuklardan birine oturmuş bana, galadriel gibi, donuk, üşümüş ve titreyen gözlerle bakıyorlar... o üşümüş, titrek bakışlara baktığımda, karnımdan dudaklarıma doğru (sanki kusacakmışım gibi) yükselen haz duygusu, dudaklarımda ufak, yarım yamalak, istem dışı bir sırıtmaya sebep oluyor... bunu gören "üşümüş insan kişisi" onunla, "hava ne kadar soğuk değil mi hemşerim" adlı yöresel, anonim orta-oyununu oynadığımızı düşünüyor... rolünün hakkını vermek için attığı soru soran bakışına cevap niteliği içermeyen bir bakış atmam ise, dumur olmasına, seyircilerden kiminin gülmesine, kimisinin ise çürük domates fırlatmasına sebep oluyor.... ben ise yaptığım bu eylemin sonucundan o kadar mutlu oluyorum ki, kafamı çevirip, dışarı bakayım derken, otobüs camıyla ilişkiye giresim geliyor...

soğuk böyle bir şey işte..

yılın 6 ayı boyunca, beynin lapalaşmasına sebebiyet verecek bir güneşe maruz kalmaktan, buna göre evrimleşen bünyemin böyle tepkiler vermesine sebep oluyor..

kafasını toparlayamayan, asıl beyin lapalaşmasını şimdi yaşayan, söylediklerine kendisi bile gülmeyen, "benim demek istediklerim bunlar değildi, avukat anım, siz ne diyorsunuz, allah aşkına" tarzında kalın, tok bir sesle konuşan insana dönüşümümü incelediniz.. yarın gene aynı saatte buluşmak üzere, esenle kalın, sağlıklı kalın...