11 Temmuz 2013 Perşembe

........

Babam öldüğünde ağlayamamıştım. Sanırım şoktan. Sonradan düşündüğümde de ağlayamadım. Toprağa konulurken orada olduğumdan her halde. 

İnsanlar neden ağlıyor diye düşünmemiştim dedem ölene kadar. Dedem öldüğünde de ağlamadım. O da bir sürü uğraşacak şey verdiklerinden her halde. Ama bir ara boğazım düğümlendi, unutmuyorum. Kız kardeşi, abisinin sessiz bedeninin yanına uzanmış ağıt yakıyordu. O zaman.

Bilmem hiç ölü bir insan gördünüz mü, ama içten içe bilirsiniz sessizleştiklerini. Kulağınızın dibinde vızıldayan bir sineği öldürdükten sonraki sessizliğe benzemez. Öyle bir rahatlama hissi vermez. Ama onlar da sessizleşir. Bazen bir patlama sesiyle, bazen bir inlemeyle son bulur bütün o gürültüsü bir insanın. 

Uyurkenki gibi değil.

Bir anne çocuğunu seslenerek uyandırır kanepeden, yatağa geçsin diye; bir arkadaş "hadi geldik" der uyuyakaldığın otobüste; yatağında uyuyan sevgilisine "aşkım işe geç kalma" diye seslenir biri; "oğlum git bir yüzünü yıka" der yüksek sesle bir hoca derste kafasını sıraya yaslayan öğrencisine...

Çığlık atmaz hiç biri.

Annemi hatırlıyorum. Dedemi uyandırmaya gidişini, dedeme seslenişini, ardından çığlığını...

Ölen babasının o dipsiz, kayıtsız sessizliğinin kulakta yarattığı uğultuyu bastırmak için değil, uyandırmak için atılan bir çığlık. 

Ölenin ardından seslenir gibi bağırmak, uyandırmaya çalışmak...

Ardından bir de yıkarsın ölüyü, toprağa değecek bedeni temiz olsa bir şey farketmez ama son bir kez suya sokarsın, yüzüne son bir kez kendi ellerinle su çalarsın. Ayılsın diye. 

Bütün akrabalarım sırayla dedemi yıkarken ağlarken ben gene ağlayamadım. Dedemin akşamdan kalma bir baş ağrısıyla ayılmıyacağını bildiğimden sanırım. Ama donduğumu hatırlıyorum.

O gün ufacık bir "havacık" dondurmuştu beni. 

Burnuna değen, doğduğunda canını acıttığı için çığlık attıran hava, kendi istemi dışında orada, o delikte durur bir ölüde, bir amaca hizmet etmez, o yüzden ses çıkarmaz. Susar. O acıtan ilk nefes, son nefesle başkalarının ciğerlerine girer, acıtır canlarını tıpkı bebeğin taze akciğerlerini acıttığı gibi, yakar yüreklerini, her nefeste etkisini azaltarak...

Benim dışımdaki herkes bu yüzden ağlarken buna kafayı taktım diye yüzüm kızarmıştı, insanlığımdan utanmıştım.

Neden bunca şeyi yazıp saçmaladım peki? 

Daha on yaşlarımdayken, babamın ölümünün üzerinden çok geçmemişken, ablam üniversiteye gittiğinde bir şarkı açmıştı bize. Şarkı da küçük bir kız çocuğu, saçlarının nasıl kül olduğunu, nasıl yedi yaşında kaldığını, kimseden bir şey istemediğini söylüyordu. 

Hıçkırarak ağladım. Sanırım öfkeden. 

Aynısını son bir aydır yaşıyorum. 

Enes Ata gibi, Uğur Kaymaz gibi yaşasalar benle yaşıt olacak onlarca çocuğu ve yaşları neredeyse benimle bir, benimle aynı şarkılarla, aynı dizilerle, aynı oyunlarla, bisiklet markalarıyla, nevresim takımlarıyla, t-shirt baskılarıyla büyümüş beş canın hayatını alan şeyin anlamsızlığını, iğrençliğini, saçmalığını, acımasızlığını hissettikçe şimdiye kadar içime çekmekten kaçındığım o yakan ilk nefesleri bir anda içime doluyor. 

Bir tarafın onları "büyük amaç" uğruna feda edilen canlar olarak görmesi, diğer tarafın ise "ölümü göze almış ki sokağa çıkmış" diyebildiği bir dünyada varolmak ise susmaya itiyor insanı.

Ama sırf susmanın ölülerin tekelinde olduğunu bildiğimden, yaşarken ağlayıp, ses çıkarıp, gerekirse çığlık atıp yaşadığımı göstermeye çalışıyorum. 

Ali'nin, Ethem'in, Medeni'nin ve diğer bütün "masum" insanların artık çıkmayan sesi olmak, bu insanların gerçekte söylemek istediklerini iki üç sloganla sınırlandırmak için değil.

Birilerini, yaşayan ölüleri, uyandırabilmek için.