13 Aralık 2010 Pazartesi

Karımsı bişi.

Tanrım kendimi noel babanın tıkıldığı yuvarlak, içi su dolu şeylerde gibi hissettim şimdi. Yıllar sonra İzmir'e ciddi ciddi kar yağıyor. 

Ama tutmaz. Çift camlı pencereleri bile aşan çocukların şaşkın çığlıkları göğe ulaşıp tanrının kulağını tırmalasa bile tutmaz. Çamur olur kar olayım derken. 

Evrim yaşar.

Lapa lapa kar neymiş onuda az da olsa görmüş olarak kalırız bizde yalıtımlı, korunaklı, kirli pencereli evlerimizden.

Tabi yazının sonuna bile yetişemedi. Çok yorulmuş olsa gerek gökyüzü.

6 Aralık 2010 Pazartesi

Boş.

Huzurlu ve korunaklı, sıcak ve derimi kan akışı durmuş bir ölünün derisine çeviren kuru havanın içinde ölümü düşünmek, ölümü dizilerden, filmlerden ve haberlerden izlemek artık 2 yıldır dinlediğim şarkıların verdiği hissizlik hissini vermeye başladı.

6 ayı geçkindir biriyle beraber olmanın getirdiği ufak tefek dezavantajları düşünüyorum o yüzden. Uyurken müzik dinleyememeyi, uyuma öncesindeki kıvranmalarını minimuma indirmeyi filan. Beynimi yoracak başka bir şeyim yok çünkü. Aldığımız siyam kedisinin her gün yaptığından farklı olmayan bir şekilde vücudumun her hangi bir kısmına dokunarak uyuması, evin asansör manzarası, national geographic'teki belgeseller vesaire, hepsi dün yada ondan önceki herhangi bir gün oluşturulmuş beynimdeki özel odalarına giriyorlar. 
Yani artık bu monotonlukta beynim kaybedenlerin mekan bellediği bir pansiyondan başka bir görev göremiyor. Tanrı bilir en fazla 3-5 odası var.

Ama neyse ki pansiyonun konukları yemeğe filan çıkıyorlar akşamleyin sevgilim eve geldiğinde. Böylece bir yaşlının çocuk gürültüsünden kurtulduğunda hissettiği tanrıya şükredici haline benzer bir şekilde mutlu oluyorum bende. 

Dinlenmenin yorucu halini bütün sinirlerim iletirken beynime, sıkıntıdan kek yapıyorum. Muffin benzeri filan. Tanrıya şükür malzemeler arasında söylemesini sevdiğim vanilin var. Yoksa gündüzleri façalıcaktım kendimi. 

Vaniline tutunan acıklı çocuk rolü, balkondan aşağı bakarken ağzından takma dişlerini düşüren teyzenin, yolda duran adamın ölümüne sebep olması kadar komik geldi. Ölen adam değil de kedi filan olsa hele de fare olsa o kadar komik olmayacak bir hikaye kadar komik yani.

Kedi olsa üzüleceğiz, fare olduğunda eh iyi olmuş en azından diyeceğimiz, ama adam olduğunda suratımıza yarım yamalak gülüşler yerleştireceğimiz hikayeler var dünyada. Hadi dünyada böyle ama Türkiye'dekileri düşününce karnım nedense fazlasıyla ağrıyor.

Örneğin dün televizyonda denk geldiğim kavramsal sanatçı Tahir filan. Hiç üşenmedim, videosunu aradım. Lakin kendisi eyes wide shut tan çıkmış gibi duruyor, bende bunu görmenizi istiyorum. 

Şarkı söylemek ve suratına maske takmak dışında başka bir şey yapmıyor. Ancak bu bile karnımı ağrıtmaya yeten bir durum. Sonra kanalı değiştirince The Hours'la karşı karşıya gelmek ise, insanda 40-50 yaşlarındaki amcalar gibi ne hale geldik tarzından iç çekmeme sebep oluyor. 

Her ne kadar size Tahir'in üzerine tıklayıp, videosunu izlediğinizde ne düşüneceğinizi söylemiş olsam da, o videoyu burada paylaşmak, benimde en az Tahir kadar türkiyeli olduğumun kanıtı. Bunu da yaptım ya, üzerime eşek işese de umurumda olmaz.

Kalın ince sağlıcakla.

12 Kasım 2010 Cuma

Can'ın şımarma hali.

Havalar bir anda değiştiği zaman, ki İzmir'de bunun olma durumu çişimin gelmesi kadar doğal gelir bana, normalde odamdaki ışık değişirdi sadece. Daha karanlık, daha uykulu bir hale bürünürdü etrafım. Sessiz, durağan, sürekli bir bekleme hali gelirdi odamdaki havaya. Ancak şimdi bir odam değil koskoca 2 oda 1 salon evim var. Ve evim(iz) karardı, genel bir miskinlik hali çöktü her yerine, ancak daha da güzeli, karşı taraftaki sarmaşıkların kızarıp sararmaları oldu. 

İnsan yalnız kendinin değil, doğanın da değiştiğini gördüğü zaman, yaşadığı değişimler o kadar ürkütücü gelmemeye başlıyormuş, bunu anladım. Kendini zamana bırakınca bazı şeylerin olmak zorunda olduğunu anlamak vesaire. Bunlar güzel şeyler. 

Tabi manzaraya bakmak daha bi güzel.

Balkondan böyle.
(üzerince basınca büyüyen resim)

1 Kasım 2010 Pazartesi

Başlıksız

Sanki doğumundan beri benle idi. Bütün hayatını bildiğimi sanıyordum. Bütün hissettiklerini bile. Ne büyük, ne ağır bir yanılgı. Titrek sineklerin kanadını koparan rüzgar kadar sert, kanadı havada kalan sineğin yere çarpması kadar ağır. 

30 yıl yaşadı halbuki. Benden önce, koskoca otuz sene. Fotoğraf makinasının flaşından yüzlerce kez kamaştı yirmili yaşlarındaki gözleri, kulakları binlerce kez duydu o filmi kuran mekanizmanın sesini,  gülümsedi onlarca kez, poz verdi, nasıl çıkarım diye düşündü belki fotoğraflarda... Yanında ben yoktum elinde ilk tuttuğunda o fotoğrafları. Asla bilemeyeceğim ne hissettiğini, ne düşündüğünü, ne söylediğini... Bana kalan, bir tek, kırıntılar olacak. Hatırladığında yanağında beliren gülümsemesi olacak.

Ne acı gülümsemeyle yetinmek. Tanıdık bile gelmeyen onlarca yabancı yüz, onlarca mekan, yüzlerce ayrıntı oysaki ondaki. O gülümsemenin altında yatan saatler... 

Oysa benim geçmişim yok gibi. Çocukluk fotoğraflarım, onun için ne kadar uzaksa bana da o kadar uzak geliyor. O kadar silik, o kadar unutulmuş, kap karanlık... Taze beynimin ilk hafızaları... Ancak rüyalarımda hissedebildiğim...











Benim yirmili yaşlarımdaki fotoğraflarımda onun olacağı düşüncesi bile bu hissi silemiyor. Ben otuz o kırk olduğunda, aramızdaki on yıllık fark nasıl kalacaksa, onun bensiz yaşadığı o dopdolu on yıl da öyle kalacak, yaşlandıkça bile değişmeyen parmak izleri gibi...

Ölüm gibi keskin ve kesin. 

O hep, Ankara'nın, Londra'nın sokaklarında, ayakları üşümüş, elleri cebinde, belki kazağının etiketi ensesine batıp kaşınırken, belki tırnaklarının yanlarındaki etleri yemekten parmakları acırken, belki karnı açken, belki tamamiyle hiç bir sorunu olmadan, rüzgar yüzünü yalıyor iken yürümüş olarak kalacak... 

Ne mutlulukları, ne acıları, ne de sessizliklerinde benim olmadığım ve olamayacağım bir geçmiş. 

Bir varmış olan bazen hala var olmaya devam ediyormuş meğer. 

Meğer geçmiş zamanda yok olmuşum. Ya da belki yeniden doğmuşum. Ya da tıpkı inanılmayı bekleyen tanrılar gibi, onun bana inanmasını bekleyip durmuşum öylece boşlukta. Öylece karanlığın ve aydınlığın iç içe geçtiği, sesle sessizliğin aynı anda duyulduğu, belirsizliğin bile kesinlik olabildiği, dopdolu bir boşlukta bekleyip durmuşum gibi...

Altı ay öncesine kadar fotoğrafçı olmak gibi bir düşüncem vardı, yok oldu o çoktan. Ancak fotoğraf ne anlama geliyormuş, şimdi anlıyorum... 

Mrs. Dalloway'in bünye üzerindeki etkileri.

Sessiz bir uyanış. Belki bir iki cırtlak serçe sesi, biraz da rüzgardan hışırdayan poşetler. Hatırlamıyorum. Sessiz uyanmışım gibi geliyor. Bir o kadarda hüzünlü. İlk seferinde öyleydi çünkü. O yatakta, o yere düşmemiş kareli yastıkta, ilk kez tek başıma uyandığımda ne hissettiysem aynısı. Dejavuya benzer, belki biraz daha uzunu ama daha az etkilisi...

Kahvaltı yapmaya karar veresiye kadar bütün her şeyin önceki yalnız uyanışlarımla tıpatıp benzeştiği bir sabahı yaşadım. Öncesinde hiç bakkala gitmemiştim o sabahlarda örneğin. Bugün gittim. Ve sanki deprem gibi, yüz yılın soğuklarına tanık olmak gibi, yepyeni bir titreten sessizlik. 
Müzik açıp bozdum sessizliği. Laptopu kucağıma alırken geçmişten kalan bir kaygı belirdi. -Açmam sorun olur mu onun için acaba?- Yenmesini bildim. Bunca zaman "Bana inanmanı istiyorum" derken, kendime şimdiye kadar inanmadığımı fark ederek. O'nun şimdiye kadar bütün şüphelerimi ayna gibi yansıttığını anlayarak.

"Daha çok yazmanı istiyorum." dedi dün akşam. 

Oysa ki bu cümle hiç bir anlam ifade edememişti dün akşam. Araya giren on iki saatin getirdikleriyle anlam kazanıyor olması, 20 sayfa Mrs. Dalloway okuyunca anlaşılması bütün bu durağanlık halinin, etkisini göstermesi bir antibiyotik gibi...

Garip. 

Yaşlanmanın kısa versiyonu gibi. Bin yıldır yaşadıktan sonra ancak, hayatın anlamını çözebilmek gibi. 

Demek istediğim; bugün beynimle ilgili bir gerçeği keşfettiğim. O kova burcu erkeklerine özgü "geçmişe bağlı yaşarlar" söylemini damarlarımda hissettim. Çok büyük değişiklikler yaşamadığım sürece kendimi tekrar ediyorum. Ayağıma gelen sıcak güneş ışığını, "rahatlık" olarak kodlamışsam öncesinde, şimdi geldiğimde de rahatlıyorum. Bütün bu farkına varma durumu da gelen depresif ataklarımın önüne geçme konusunda yardımcı olabilecekmiş gibi geliyor. Lakin kahvaltı hazırlamak büyük bir değişiklik gibi geliyor, mutsuz ve yalnız sabahlarda.

Ama kim bilir belki bir gün kahvaltı hazırlamakta gayet depresif bir olaya dönüşebilir. 

Diye iç dökerim son anda böyle. 

Bağırsaklarımda biriken gazı otobüste bir anda salmak istemiyorsam, bu içimdeki ruhsal değişiklikleri de hemen salasım yok. Lakin, kontrolsüz osuruk kokutabilir.

21 Ekim 2010 Perşembe

Ev hali II

Geçenlerde hem Çağlar merak etti diye hem de ben tekrar izlemek istiyorum diye Six Feet Under'a başladık. İlkokula başlar gibi böyle. Nate'le filan tanıştırıldık, topu atan Ali'yle tanıştırıldığımıza benzer bir şekilde. O Ali'nin yüzünü çok net hatırlıyorum hala bu arada. Kılsız, yatık siyahından yağlı saçlarıyla, suratında sürekli az evel boşalmış gibi bir gülümseme. Ödevini yaparken bile. 

Kendimle hiç bağdaştıramadım o yüzden o Ali'yi. Ayşe'yi de. 

Ama Brenda'yla bağdaştırdım kendimi iki gün önce. Yatağında bilgisayarının karşısına geçmiş, aklından geçenlerin ekrandaki boş sayfada belirdiğini onunla birlikte okurken, onun yaşadığı öfkenin, o öfkeme sebep olan aptallığımın aynısını içimde hissettim. Donup kaldım.
-What exactly do you have to say, that hasn't been said before?

Yazdı. Cevap veremedim.

Tam, "O kadar da değil, zamanla yaratıcı olabilirim..." diyecek iken, ekranda başka bir cümle daha belirdi:

-All you do is observe yourself.

Bu cümleyi duyduktan sonra, şu satırları yazmak bile zorlaşıyor aslında. Sürekli olarak kendinden, hissettiklerinden, yaşadıklarından filan bahsetmek, tahlil yapmak vesaire vesaire oluyor.

Aynen böyle. 

Ancak neyse ki o tahlil yapma yeteneğim yazmama sebep olacak bir tahlilde bulunuyor:

"Yazdıkların yaratıcı, yeni, yada başkaları hakkında olmak zorunda değil."

Tabi bu cümleyi söylerken içinden bir parçayı gömüyorsun. Mezar taşında da bu yazıyor o kendinden bıraktığın parçanın yattığı yerde. Her ziyarete gittiğinde bunu okuyorsun. 

O parça sanırım ego. Yada "istek". Daha emin değilim. Tahlil etmedim.

İsteksiz yazabilirim. Egosuz da. Pek umurumda değil artık. Yazarım. Geniş zaman kipinde hemde. 

Geçenlerde aklıma, kafelerde filan tek başına oturup, not defterlerine yazı yazan tipler geldi. Not alan filan böyle. Giyinişlerinden orta halli oldukları belli, üniversite de okurken yazmaya merak salmış, yazdıklarını beğenmiş, o yüzden herkesinde beğeneceğini sanan, o sanrılara ortak olanlarla iyi anlaşabilen düz tipler. Öylesine düz bir hayat yaşayıp genede yazabilen tipler. Hayatlarına farklılıkları yazdıkları hayali karakterlerle katan insanlar... Öyle olmak istemiyorum sanırım. Zaten kendimden başkasını da yazamıyorum ama gene de olmak istemem.

Evet çişini arabanın tekerine yapmak zorunda bırakılan çocukların neler hissettiklerini biliyorum, evet balkondan aşağı sarkan insanların aşağıya baktıklarında hissettikleri o iç boşaltıcı hissi de biliyorum, ama bunları bilmeden yazmanın nedense anlamsız geldiğini hissediyorum.

Sanırım yazabilmek için yaşıyorum. 

Tanrı bilir bunu da birileri önceden söylemiştir.

Ama önemi yok, altımda kareli pijamamla, bacağımın dibine kafasını dayayıp uyuyan sevgilimin gri çenesine bakıp huzur bulabildikten sonra gerçekten ama gerçekten hiç bir şeyin önemi yok.

Öpeyim şimdi kirazlı sakıza benzeyen dudağından...


4 Ekim 2010 Pazartesi

Ev hali.

Televizyonu kapadı şimdi. Ben pencereye doğru yönelirken. Kucağında laptop var, boynu biraz eğik. Ayakları o kadar ölü görünüyor ki, baş parmaklarından birine morgda takılan kağıtlardan takılabilir. İşin komik yanı, bunu yaparken hissetmiyecekmiş gibi geliyor olması.

Yanına geldim. Benim hareketlerimle kıyasladığında duruyormuş gibi gözüken şeyler yapıyor saatlerden beri. Karnı inip kalkıyor, parmakları oynuyor, arada da gözünü kırpıyor... Bu kadar. Duran bir insana yada belki de memelilere özgü olabilecek, ortak davranışları sergiliyor. 

Gördüğüm onca duran insanı düşündüm. Otobüste, asansörde, durakta, iş yerinde, kaldırımda, kahvede, balkonda, çatı katında... Durmayan insanları düşünmek şu anda daha yorucu geliyor diye. Durmayanlara yetişmek veya dokunmak, belki vızıldamak... Hepsi daha zor durmadıkları zaman.
Sigara yakacak. Kartona sürtünen kağıt sesinden anladım sigarayı çıkardığını. Ardından gelen çakmak sesi de beni bir öğretmen edasıyla onayladı zaten. Mutluyum. Pencerenin yanına gidip dışarıdaki akranlarıma bakabilirim. Ama dışarısı ürkütücü nedense. 

Arabalardan sanırım. "Arabalar olmasaydı?" düşündüm. O zaman atlar olurdu. Atlar da ürkütücü. Kuyrukları özellikle. Kırbaç gibi. Daha fazla bakasım yok dışarı.

Odada dört dönüyorum şimdi. Tam dört kere, sanki cümleyi haklı çıkarmak istermişim gibi. Gerçi nereden bilebilirim ki? Bir odada, tanımadığım bir yabancıyla aynı odada, belkide beni öldürebilecek bir yabancıyla aynı odada duran ufak bir sineğim. Dört dönüyorum çünkü açık yer arıyorum. Her yer kapalı ve bu can sıkıcı gibi duran çocuğu izlemekte bir yerden sonra zevk vermemeye başlıyor. 

---

Balkon kapısını açtım sıkıntısına son vermek için. Dışarı çıkabilir artık biraz uğraşırsa. Dışarı çıkıp, bokların üzerinde konabilir, kendisi gibi bir sinekle uçarak çiftleşebilir, uzay gemisinde sevişen insanlar gibi. Yada rüzgar akımlarına bırakır kendini boş poşetlerin bıraktığı kadar olmasa da. Güneşi takip eder belki de yetişemeyeceğini bilmeden. Saf bir inançla. O takip sırasında gece olur. İnce tellerle kaplı pencerelerden içeri, ışıkların  olduğu odalara girmeye çalışır. Denemekten yorulup bir başka ışık görür. Son göreceği ışığın o olduğunu bilmeden ona doğru yönelir sonra. Opel Astra'nın farında can verir.

Beni de unutur. Benim de onu unutacağım gibi.

28 Eylül 2010 Salı

Bir yazı yazamama örneği olabilecek yazı II

Bu gece rüyamda, dün yazdığım yazıyı gördüm. Hayal gücümün bunla sınırlı olmasına şaşırdım işte o zaman. Şu bir kaç gündür izlediğim korku filmlerinin hiç birinden hiç bir şey alamamışım demek ki dedim. Hem üzüldüm hem sevindim. 

Lcd televizyona yeni sahip olmanın verdiği histen olsa gerek, special effect'li filmler izlemeye çalışıyoruz sevgilimle. Ziyan olmasın hd'ler diye. Ben aksiyon istememe rağmen o korku filmlerinde ısrarcı davranıyor. Yaşından olsa gerek diyesim geliyor ama öyle olsa korku filmlerindeki "ce-e" sahnelerinde sıçramazdı sanırım.
Ama torrentten indirmek için, Sundance'te aday olan filmlerden seçtiklerimi beğendi. "Birlikte mi izleyeceğiz?" diye sordu. Bende "Saçmalama" anlamına gelecek bir şeyler söyledim. Birlikte yaşadığın insana böyle bir soru sormak garip tabi bence. Ondan öyle dedim.

Üstteki paragrafları yazarken bir "bilinç açılması" (?) yaşadım; "Yazdığım bütün yazılardaki ben'liğin yerini bile, biz'lik aldı" diye. 

Garip ama güzel bir his. İnsanda sıkıntılı bir mutluluk yaratıyor. Sıkıntısı yazamamaktan, mutluluğu da yazamamanın yerine konulabilecek çok daha büyük bir şeyden geliyor sanırım. 

Bilincinin kırmızı kurdeleleri kesilen açılışlar yapması, insanda tıkanma yaratıyor. Kendi beynimle konuşuyor olmasaydım eğer bunu daha geç yaşayacaktım ama, beynim, leb demeden dilime, "l" sesini çıkartabilsin diye damağıma vurduracak sinirleri yollamış oluyor. Hal böyle olunca, soru sormakla geçirebileceğim onlarca dakika, konuşmayı beynimle yapıyorum diye saniyenin onda birine inebiliyor. Daha ben bu cümleyi yazarken, bana "Sorulacak sorun kalmadığında, tespit yapmaya başladın" demesi de ayrı bir konu.

Aslında ayrı bir konu değil. Aksine siyam ikizleri gibiler. Ama konuyu sevmediğimden geçiyorum.

Geçemedim pek tabi. Tekrar tıkandım. Tıpası yeni takılmış şarap gibi olduğumu düşünüp, kendimi biraz yıllandırmaya bırakmam gerektiği kanısına vardım. Lakin şu anda sirke gibiyim ve kübüme zarar verebilirim. 

27 Eylül 2010 Pazartesi

Bir yazı yazamama örneği olabilecek yazı.

Uyandığımda, gördüğüm rüyaların etkisinden kurtulmadan yataktan çıkamıyorum. Korkutucu olmalarından değil tabi. Daha çok "neden bunu gördüm şimdi?" sorusuna cevap aramaktan. Zaten bir süre sonra "Doğru düzgün rüya gördüğüm yok zaten, sorgulayıp içine etmeyeyim" düşüncesine kapılıp, anlık dertlerime odaklanıyorum.

Oturma odasına gitmek, sigarayı ocaktan yakmak, bilgisayarı açmak, bilgisayarın kendine gelmesini beklemek gibi... Yataktan kalkmamı zorlaştıran ufak kaygılar...

Kalkıyorum tabi. Bir ay sonra bile üzerilerindeki yeni kokusunu içime çekebildiğim eşyalarla birlik oluyorum. Televizyonu açıyorum. National Geographic'te bir şey yok. Birileri helikopterden, insan eli değmemiş adalara bakıyor... 
Hiç helikoptere binmedim. Uçağa da öyle. Babamın omuzlarında geçirdiğim vakit dışında da öyle çok yükseldiğimi hatırlamıyorum.

Belki sevgilimle bindiğim lunaparktaki kamikaze de olabilir. 

Sonuç olarak pek uçan bir insan değilim yani. Çoğu insanın benden beklediğinin aksine, daha ot bile kullanmadım. 

Bu kadar yerde vakit geçirdiğinde insan, bastığı yeri tanıyor normal olarak. İstiklal Marşı'ndaki gibi değil tabi.

Mesela oturduğum koltuğa formaldehit sıkılmış. O yeni kokusu buradan geliyor. Bunu biliyorum. Ve maalesef formaldehitin, kadavraların üzerine çürümesinler diye sıkıldığını da biliyorum. 

Sizde bilin diye buraya da yazıyorum.

Ya da "bilgisini satan" tiplerdenim. İşte onu bilmiyorum.

Georges Perec özentiliği yapıp, "bil-" ile başlayan kelimelerin kontenjanını bu yazılık kapattım. Alt metni yok bu durumun. Sadece sıkıldım.

Doğru düzgün, uzun uzun paragraflar kuramamam bundan. Çok da kafaya takmıyorum. Özgüvenim yerinde. Yazı yazmakla ilgili bir gerçeği de artık kavramış durumdayım:

İnsan mutluyken yazamıyor. 

Not: Başlıkları yazılarımın sonunda atarım hep.

13 Temmuz 2010 Salı

Ellerim terledi.

Durağanlığın güzelliğini, insan hayatı hızlanınca fark ediyormuş. Otobanda hızla giderken, yoldaki beyaz şeritlere bir iki dakika bakabilirken, uzakta, ilerlemiyormuş gibi duran dağlara, köylere saatlerce bakmamız bu yüzden sanki.

O hızla giderken, arabanın camına çarpıp da can veren binlerce böcekten bahsetmiyorum bile.

Farkında olmadan değişiyorsun, değiştiriyorsun. Kimi şeylerse, kumsalda ayak izi bırakmak gibi. Dalga vurduğu anda eski haline geri dönüyor.

İşte son bir yıldır kumsalda yürüyormuşum meğer, çimlerde yürümeye başlayınca fark ettim. Ezdiğim her otun, eski haline dönemediğine, kırılıp toprağa yapıştıklarına tanık oldum.

İnsanın içini acıtıyor doğal olarak.
Sonra ağlıyorsun.

Ağlamak o kadar kolay değil. Yapım aşaması saatlerce süren bir yemeği sindirdiğin gibi, on dakikada sindirebiliyorsun.

Tadı ne kadar güzel olsa da o yemeğin, normalde yalnız ağlardım. Sebepsiz yere gelen o yoğunluğu, birinin önünde yaşayabileceğim düşüncesi, kendimi, düşündüğümden daha zayıf hissetmeme yol açardı.

Ama dün öyle olmadı... Dün, hayatımda ilk kez, biri benim omzumda değil, ben bir adamın omzunda ağladım.

Evet bir erkeğin, bir adamın omzunda ağladım. Tanrının Adem'le Havva'yı yarattığı heteroseksüel dünyada, kendi cinsinden hoşlanan bir neandertal adamı imişim, bunu ilk kez bu kadar net anladım... Başkalarına söylemeyi bırak, kendine itiraf etmesi bile yıllar alan bu durumu, şimdi buraya yazarken, ellerimin azda olsa titremesi şaşırtıcı değil o yüzden.

Ama hiç bir kaygı önemli değil. Suratının en çirkin halini aldığı, duygularının en savunmasız hale büründüğü o "ağlama" eylemi sırasında, karşındakinin yüzüne bakınca, çıplak omzuna kafanı yaslayınca  acının hafiflediğini fark etmek, hissedebildiğini hatırlamak, insan olduğuna inanmak, bütün o kaygıları, tıpkı bir sineğin elektrikli süpürgeyle çekilip, gene de canlı kalması gibi, bir anlığına çekip alıyor.

Annem böyle durumlarda, sineğin tekrar çıkacağını bildiğinden, elektrikli süpürgeyi balkona koyardı. Sinek o uzun borudan çıktığında dünyaya karışabilsin diye. Ya da en azından kendisini rahatsız etmesin diye.

İşte benim içinde, blogger'ın aylardır yazmadığım bu beyaz sayfası o dünya, şu siyah cümlecikler de süpürgenin içindeki sinekler oluyor.

Neyse ki parmaklarım elektrikli süpürge borusu kadar uzun değil...

27 Mayıs 2010 Perşembe

Gece gece düalizm saçmalamak.

Az önce, gözümün önünde bükülen bira kutusu gibi geliyor şimdi her şey. Var olan bir şey, bana değdiği gibi şekil değiştirip, yeni, ama aynı zamanda yeni olmayan bir şeye dönüşüyormuş gibi geliyor. Boş bir tabloya resim çizmekten çok, ders notlarını aldığın deftere bir şeyler çizmek gibi. 

Rahatsız edici değil artık bu.

Önceden olsa, "Yoktan var edememe" gerçeğini, tanrıların insanlara bıraktığı en büyük lanet olarak düşünürdüm. Yeni, bilinmeyen, düşünülmemiş bir şeyi yaratamıyacağım gerçeği her şeyden ağır gelirdi. Ama gerçeği kabul edebiliyorum artık... Sanırım büyüyorum. Büyümenin artık kirlenmeyle aynı anlama gelmediğini düşünmem bunun en büyük kanıtı.
Arkadaşlarımın bir kaç tanesi, 30 yaşımıza geldiğimizde ne yapacağız, nasıl katlanıcaz? sorusunu sorduğunda, onlara verdiğim cevaba artık tamamen inanıyorum: 30 yaşındaki Can düşünsün onu.

Günlük tutmaya başladığımdan beri hiç bir zaman hayallerimi yazıya dökmedim kağıda. İronik bir şekilde "Naber gelecekteki Can" diye başlıyordu günlüğüm. Ancak, "şunları bunları yaptın mı? Şu okulu bitirdin mi?" gibi sorular sormadım gelecekteki Can'a hiç bir zaman. Oldum olası kağıda ya da dile dökmekten çekindiğim bütün o hayallerim, aslında gerçekleşmeyeceklerini bildiğim -çünkü o kadar idealist ya da azimli olmadığımın farkındaydım-, bu yüzdende arkasında sağlam bir şekilde duramayacağım hayallermiş. Şimdi farkettim.

İçimi acıtmıyor. 

30 yaşıma geldiğimde.. diye başlayan bir cümle kuramıyorum, 30 yaşımda ne halde olacağımı kafamda canlandıramadığımdan. Her hangi bir ön sezi bile yok. Olsa neyi değiştirecekti? Otuzlarımadayken "20 yaşındayken, ünlü bir moda fotoğrafçısı olacağımı hayal ediyordum bu yaşlara geldiğimde" diye düşünsem, şimdi   "6 yaşındayken astronot olmak istiyordum." diye düşündüğümde nasıl gülüyorsam, öyle gülerdim en fazla. 

Evet hayallerim var. Fransa'da bir kafede, sütlü kahve içerken camın arkasındaki sokağa yağan yağmuru izlemeyi, İrlanda'da deniz kıyısındaki bir dağda, okyanusun önünde durup işemeyi, İngiltere'deki kırmızı telefon kulübelerinden annemi arayıp, onun dertlerini dinlemeyi, Romanya'da çingenelerin, çamurlu bir arazide kurduğu çadırların birinde misafir olarak uyurken paramı çaldırmayı, ardından orada dans etmeyi, içki kusmayı, İspanya'daki bir kerhanedeki orospunun bir elimle belini sıkarken, diğeriyle saçını çekmeyi, Amerika'da akıl hastanelerinden birinde 1-2 gün kalmayı ardından  bir karavan kiralayıp, Arizona çöllerinde yanlızlığı tatmayı, kutuplarda buzun ortasında durup, ışığa ve buza hapsolmayı isterdim...

Ama bil bakalım ne yapacağım? Bütün bunları filmlerde izleyip, kitaplarda okuyup, odamda duvara bakarken gözümde canlandırırken yaşayacağım sadece. Ama bu durum, ne yaşadığım hayatı daha değersiz kılacak, ne de gerçekte yaşadığım şeylerin aklıma geldiğinde onların üstüne çıkmasını engelleyecek. 

Çünkü her şey aynı çok uzaktan baktığın zaman, bir o kadar da farklı yakından baktığında. 

"Şeytan ayrıntıda gizli" diye bir cümle duymuştum zamanında. Bütün yazı da o cümleyi hatırlamak uğruna.

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Dikkat! Konuk yazar Anıl! (ibnenin teki)






BAŞ HARFLER SİZİNDİR

Can kırıkları
Ağzıma doluyor
Neler oluyor ?


Nasıl oldu bu kadar
Ah benim anüsüm dar
Bir bilsen ne kadar dar
Elim bile girmiyor
Rahat ol benim kadar


Lale
Am
Naber ?


Arkadaşlarımı severim
Menilerini yerim.


Yar bana yarrak bana
İzlendiğimi bilirim.
Yan bana yandım sana
İçimde sarı laleler
Cicek pazarında
İbne biriyim aslında.

12 Mayıs 2010 Çarşamba

This could be a headline

Banyodan çıktıktan sonra, üçe vurdurduğum saçlarım, suya minnetlerini göstermek istermiş gibi hep beraber ayağa kalkıp eğiliyorlar. Kısacası tüylerim diken diken şuanda. Sebepsiz yere. Sırf yapabiliyorum diye. Sırf seviyorum diye...

Sevmediğim bir şey var ki; o da klavyenin "v" tuşunun bozulmuş olması. O sese karşılık gelebilen "w" harfini kullanmak ise, bir tuşa beş saniye basmak zorunda kalmaktan daha sinir bozucu. Ondan katlanıyorum o beş saniyeye her seferinde. 

Tabi bir kağıt en fazla 6 kere katlanabilir efsanesi gibi, ben de bir yere katlanabiliyorum.
Tanrı'yı düşündüm "katlanma" yazınca. 7/24 hem patron, hem de işçi olmak nasıl bir şey diye düşündüm. "Beceriksiz bir esnaf kendisi aslında" dedim sonra kendi kendime. Dükkanında yeni şeyleri bulmanın zor olduğu, bunu ona söylediğinde de, "Şu kapının arkasında ki odada, istediğin her şey var." diyen bir esnaf... Annem yabancıların çağırdıkları yere gitme dedi. Bende gitmiyorum o kapının arkasına...

İşte, insan zamanını "bar, dudak, yatak" üçgeninde harcadığı vakit, "yazma" eylemi oyuna katılmak istemeyen, kalkık burunlu, depresif bir çocuk gibi, uzaktan böyle anlamsız şeyler söylüyor. Küfrediyor ama kimse farkında değil gibi. Yazık.

Oyuna dördüncüyü de "O" tamamlıyor gibi. Ya da o'nun dışındaki "onlar". Bilmiyorum. Kesin olacağını bildiğim bir şey var; o da günün birinde antrenör edalı birinin bana "Yorulmuşsun, farkında değilsin. Çık oyundan!" diyeceği. Ne zaman, nasıl, kim tarafından olucak umurumda değil. Zamanı geldiğinde terleyen alnımı silip, omuzlarıma konulan havlunun kokusunu burnuma çekerken, fışkırtarak içtiğim su yanaklarımdan aşağı düşücek. İşte o suyun yeşil çimlere değdiği an fark edeceğim, oyuna benim yerime kimin alındığını:

Sevgili günlük. 

2 Mayıs 2010 Pazar

Tuvalet sırası.

Depresyon kötülüklerin anası! Alkol ise depresyonun klitorisi gibi bir şey. Sigara da alkolün penisi olunca, sigarayı bırakan ben, bütün bu döngüyü bozdum. Şimdilik domino taşlarının estetikliği yok belki, oluşan görüntüde, ancak olacak. 
Allahü (bir sonraki kelimede gelecek olan a'ların üzerinde şapkalar var aslında, tanrıya saygı gösterisi olsun diye.) teala, ya da Allah baba, ya da Allah (c.c) ve bilimum Allah, izin verse de vermese de depresyonum bir iki güne bitecek. Teslim tarihi verilen bir ödev gibi hissetmeme sebep olsa da bu cümle, bir taraftan da Medyum Memiş misali, geleceği görmüşüm gibi hissedip, Keko'mu arıyorum tokat atmak için. 

Onun yerine, bundan önceki yazıda sarfettiğim, "Farkındalık sana su getirmiyor" gibi, "Bugün annemin doğum günü, yaşasaydı 42 yaşında olacaktı." kadar olmasa da, yeterince duygusal zırvalama olan bir cümlem var tokat atmalık. Ona atarım bende.

Facebook'un sağ üst köşede bana önerdiği insanlar gibi alakasız bir cümleyle bitireyim şu gereğinden fazla uzamış yazıyı o zaman: 

"Menfi siyasetin zulmetli gözlükleri ile bakan, maalesef hakikati yalan, yalanı hakikat, meleği şeytan, şeytanı melek görür. Peştamal olan kişiyi de maalesef peştamalsiz görür, yazar, çizer"
By Nihat Doğan


İçimden geldi. Tıpkı tuvalette geldiği gibi.

1 Mayıs 2010 Cumartesi

Film arası.

Dudaklarımın kenarında, geceleyin midemde mayalanan biranın, ağzıma çıkıp bıraktığı, hafif sidik, hafif ter kokusunu andıran, beyaz kurumuş tükürük artıkları var. Dişlerimin arasında ise, sabaha kadar çürüyerek, hassas dişlerime mikroplar salan patlamış mısır artıklarının küçülmüş ve yumuşamış halleri yatıyor.

Bütün bu belirtilerin gösterdiği gibi, geceden kalmayım. Eğlendim mi? Dışarıdan bıyıklı bir amca beni izlese  "Gençler eğleniyor..." derdi. Belki iç çekerek. Bir insana bunu hissettirebilecek kadar eğlendim. Nisanın mayısla sürtünmeli bir ilişkiye girdiği esnada, ben, üç gündür giyiyorum diye bollaşan pantolonumu tutarak, otobüse doğru koşturuyordum. Eve gelip, mutfağa can sıkıntısıyla yığılan yorgun bulaşıkları görmek, ev arkadaşlarının ilginç yüz ifadelerine tanık olmak, arsenikli çeşme suyunu içmek zorunda olmak, ayaklarının dışarı fırladığı kısa bir yer yatağına kıvrılmak ve onların bir sonraki hali olan "şimdi". 
Şimdi ben, klavyemin 4 saniye boyunca basmak zorunda olduğum "v" tuşunu kullanmamaya özen gösterirken, Tanrı'yı düşündüm. Cenneti. Bana sunacağı şeyleri. İçsel bir dua okudum sonra: "İnsanlardan kendi cennetlerini çizmelerini iste. Doğduklarından sonra çizebilecekleri..." diye. Eminim böyle bir şeyi yapsa, kağıdı boş kalacak tek tük insandan biri olabilirdim. Binlerce boyam var, ama hoca çizebileceğim bir konu vermediğinden kimseye, öyle durup kalıyorum. Kafamdan geçenlerin hangisini gerçekten sevdiğimi düşünürken, bir taraftan da dersin bitmesine 15 dakika kaldığını öğreniyorum. Gibi bir şey.

Bir şey ki, klitoris kesen bir makasa dokunmak kadar iğrenç, bir taraftan da nutella yediğin kaşığı kavramak kadar güzel...

Bir de "bugün 1 Mayıs. Neşeyle dolan insanlarıs." diye kafiye yapıyorum. Bundan 1-2 sene öncesinde ise, şu saatlerde yaptığım şeyi düşündüğümde, suratıma salak bir ifade yerleştiriyorum. İçinde, dışarıya bir şey kaçırmak istemeyen bir surat, dışarıya kaçırdığı şey ise, oluk oluk mallık.

Şu son haftalardan arta kalan bir kaç depresif kırıntıyı sindiremeyen mide asidim, artık midemi yakmaya başladı. 

Yazdığım yazılar günlükleşmeye, sıradanlaşmaya ve en önemlisi de bittikleri zaman bana tatmin vermemeye başlayan yazılara dönüştüler. Hal böyle olunca, yazılanların değerleri, bir fotoğraf karesinin değerini aşamıyor. Sonra Nate'in Claire'in kulağına fısıldadığı şeye kulak misafiri oldum: You can't take a picture of this, its already gone. 

Misafir de umduğunu değil, bulduğunu yiyor. 

27 Nisan 2010 Salı

Merhaba. Ben iç döken Can.

Beynimde sokak lambalarının uzaktan baktığında yanıp sönen ışıkları birer birer parlıyorken, 2+1 evimdeki, 2+1 ses sistemimimin o 1'inden çıkan bas sesleri beynime her vurduğunda, sönükleşiyor ışıklar. Öyle bir şarkı açtım ki başımın dönmesinden, kelimeleri doğru düzgün seçemiyorum. Lunaparktaki hızlı trene binmiş bir annenin, tren hareket halindeyken çocuğunun akan sümüğünü mendille silme çabası gibi bu yazma çabam.

Yüzüme gözüme bulaşan sümükler olacak yolun sonunda.
Çocukken yerdim sümüğümü. Yaptığım bu şeyin yanlış bir şey olduğunu öğrettikten sonra gizlice yapmaya başladığım her hangi bir eylemden biriydi bu da. Belki de bu yüzden böyleyim. 2 yıl önce tanışıp konuştuğum bir insanın bana, kavrayamadığından söylediklerimi, "postmodern" demesi belki de bu yüzdendir. 

Küçükken sümük yedim. Lisedeyken tırnaklarımı bitirdim. Bir dönem, azcık çekmeyle kopan saçlarımı teker teker defterlerimin arasında biriktirdim. Bazen de sıranın üzerinde yakaladığım sinekleri defterin arasına sıkıştırıp yumruklarla ezdim. Hadi bunların hepsi çocukluk. Hadi bunların hepsi, boyunla orantılı bir şekilde büyüyen beyninin, kendini nasıl dolduracağını bilemediğinden yaptırdığı şeyler. 

Peki ya bu?

"Hayatın boyunca aşık olamayacaksın." diye eklemişti cümlesinin sonuna, bana "postmodern" diyen insan. Cümlesindeki cadı laneti, latince okusaydı eğer depresyona girmeme sebep olabilirdi ama güldüm geçtim ben.

İnanmadığı şeyden korkmuyor insan. 

Ama üzerine gökyüzünden düşen bir taşın gölgesini hissettiğinde, kafanı yukarı çevirip bakmaman içten değil. Kafanı kaldırıp, taşı gördüğünde ise, hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. 

Koşmaya başlıyorsun önce. Dalağın şişesiye, nefesin boğazını yırtasıya, ayaklarının altındaki kanlar gözüne fırlamış gibi hissedesiye kadar koşuyorsun.

Hala bir gölge yaklaşıyor.

Gözümü kapatıp, boşluğun huzuruna bırakamıyorum kendimi. "Taş yok işte" dedikten sonra mal mal bekleyemiyorum taşı kafama düşesiye kadar. 

Sevmeyi beceremiyorum. "Hangi roman karakterisiniz?" diye sorulsa çevremdekilere, "Camus'nün Yabancı'sındaki Meursault" cevabını rahatsız bir hisle verirlerdi eminim. Toplum içinde kabul görmemi tek sağlayan şeyimin dürüstlük olması, aynı zamanda bu dürüstlük durumunun beni karşılıklı ilişkiler konusunda başarısız kılması... Devamlı olarak bir yalnızlık hali. Ve neden yalnız olduğunu bilmen ise hiç bir boka yaramıyor. Bu aptal farkındalık, gecenin bir yarısında terleyerek uyandığında sana su getirmiyor. Farkındalık sana blow job yapmıyor. Farkındalık nefesini hissettiremiyor ensende. Kokusu yok onun. Sıcaklığı oda koşullarıyla aynı. Bir tek sesi var. O da ölüsüne ağıt yakan bir annenin çığlıkları kadar acıklı.

Farkındalığı sevmememin sebebi bile bana istediklerimi verememesinden. Bu da insanları neden sevdiğimin kanıtı... Menfaat. 

En azından bunu söyleyebilecek kadar dürüstüm? 

Bir anlam ifade ediyor mu kimseye?

Tanrılarımdan biri bağırdı: "Etse de bir şeyi değiştirmiyor. Seni sevmeleri sana katlanabilecekleri anlamına gelmiyor!" diye.

Amon! Amen! Amin! Enter! Stop!

20 Nisan 2010 Salı

Esnerken titreyen çene kasları.

"Benim bir arabam olsa..." diye başlayan cümlesine devam edemedi çocuk. Bu tıkanmanın hayal gücünün zayıflığından olmadığı kesin. Lakin onun hayal gücü, holivud filmleriyle, bağımsız sinema örnekleriyle, polaroid makinalarla çekilmiş manzara resimleriyle beslenmiş, "obez bir hayal gücü" gibi duruyor dışarıdan. Ama bitiremedi cümlesini. Nereye giderdi ki "arabası olsa"?

Yağmur suyu değil tabi bu mazgallardan kanalizasyona akıp, oradan arıtılıp deniz suyuna gitsin. Gitmiyor. Aksine rögarlardan taşıyor kafasındaki görüntüler. Ama bir türlü karar veremiyor "bir arabası olsa" nereye gideceğine. 

Cevap veremediği o uzun sessizliği arkadaşının sesi dağıtıyor, görüntüler kalın bağırsağına düşüp orada bok gibi kompleks bir yapıya dönüşüyor.
Bok bu, depremde açlıktan ölmeyesin diye yiyebileceğin bir şey değil. En son yediğin kuru fasülye taş çatlasa üçüncü "sıçıp-tekrar yiyiş"inde bütün işe yarar kısımlarını harcamış bir şekilde giricek midene.

Ama sidik öyle değil. İçenler varmış. Biliyorum. Çünkü 17 Ağustos depreminden helikopterli enkaz görüntüleri dışında aklımda kalan diğer bir şey bu. Hem ayrıca sidik yara da iyi geliyormuş.

"Kalp yarasına iyi gelmiyor be hacı!?" diyor ağzında yarım kalan bir cümlenin, ekşimsi tadını alan çocuk. Söylediği cümlede espri payı ölçülecek gibi değil. Ses tonu bunu büyük bir ciddiyetle söylediği konusunda benimle hem fikir. Arkadaşı ise espri olmasını istemiyormuşcasına "Ona da içki iyi gidiyor karşim!" diyor. Bu cümle bir yerde kullanılsa, adının altta belirtilmesini istercesine bir egoyla, mutluluğun verdiği kızarıklığı yanaklarında hissederek gülüşünü saklıyor arkadaşından.

Terbiyesiz.

Bu çocuk ölse, Facebook'taki 329 arkadaşından birisi gidip bunun adına grup açıcak allah bilir. Seni hiç unutmayacağız gibisinden bir tartışma başlığının altında, muhtemelen lise andaçlarına yazdıkları yada yazacakları şeylerden copy-paste yapacaklar. Ölümsüzleşecekti sonra bu da. Yıllar sonra, Facebook'un "dandik" diye nitelendirildiği zamanlarda, ölüm ilanlarına baktığınız zaman onun ismi belirecekti. Bir de gülen fotoğrafı.

"İyi dedin dostum. Ver ordan bir bira daha o zaman" diyor şimdi, yarıda kalan cümlesinin tadına alışan çocuk. Arkadaşı mutfağa kadar giderken, bir tane sigara daha yakmak için pakete uzanıyor. Az kalan sigara bir gerginlik ve bir belirsizlik hali, bakışlarına donuk bir şekilde yerleşiyor. Odaya gelen arkadaşı, onu ikilemden kurtarıyor "Al, iç sorun değil. Sabaha kadar açık tekel var" diyerek. Alıp sigarayı yakmadan önce şişeden yudum alıyor. Soğuk biranın ön dişlerinden birini sızlattığını saklamaya çalışıyor oda.

Saklanan ibneler nolacak...

Gizli gayler nolacak... desem daha bir az homofobik görünecektim. "Homofobik görünmek" aynaya baktığımda belli olurmuydu? Olursa neremden belli olurdu? Diye düşündüm. Sanırım burun deliklerimden dedim. Lakin homofobiklerin burnundan sümük sarkıyor. Böyle yeşilimsi, kuruyla yaş arası, minicik bişey. Üzerlerine yapışan bir leke gibi!!!

Üzerimde her hangi bir lekenin, her hangi bir kokusu yok. O kadar temizim ki, yolda yürürken gölgem şeffaflaşıyor. Gün ışığı bile içimden geçiyor. "Varlığın bu dünyada silikleşip gidecek bir gölgeden ibaret" diyor allah baba kulağıma kısık sesle.

Ağzındaki yarım kalan cümlenin tadını geri alan çocuk ise "Kapadokya'ya giderdim abi!" diyor e eşittir emce kareyi bulmuş gibi sevinerek. Arkadaşının anlamayan suratını görünce, üzerine de ekliyor: "Arabam olsaydı eğer." diye.

Mal.

15 Nisan 2010 Perşembe

Film izleyen neandertal adamı

Diş ağrım, banyo sonrası dikenleşen tüylerim, demir kapıya çarptığım anlımdaki şişik, onun üzerindeki küçük yara bandı, o yara bandına baktıkça kendimi "kötü çocuk" gibi hissetme durumum, o hissi arttırsın diye Depeche Mode dinleyişim...

Bütün bunlardan ibaretim bu dönem. 

Tavlada 3-0 yeniliyor, otobüste tanıştığım biriyle birlikte oluyorum. Eve gelip film izliyorum. 


Ardından "Ruhumu aldırtsam, ceviz büyüklüğünde, gri bir şey olacağına eminim" diye düşünüyorum. "Mutsuz siyah" ya da "mutlu beyaz" değil. Gri... Islanınca rengi koyulaşan, kuruduğunda ise beyaza yakınlaşan çamaşırlar kadar gri...

Sonra Kısa otobüsten inen James, "I look back to things that were when i was 12 years old. I'm still looking for the same things now." diye yakınıyor. Fotoğraflarından arda kalan temiz suratlı çocukluğunu hatırlayıp belki...

İnsanın yaşamı boyunca en az gördüğü surat kendi suratı. Kendi suratının dahil olmadığı, kendi kokusunu flashback yaptıramadığı, başkalarının mimiklerinden, başkalarının kokularından oluşan bir hafıza. Hangi kısmı sana ait?

Kollarını, bacaklarını, biraz dikkatli bakarsan burnunu, tırnak kesişlerini gördüğün,  penisinin işerken yada birisinin içine girerken izlediğin zamanları, kirlenip, dışarıdaki bütün kokuların kıllarında bıraktığı izleri kokladığın zamanları saymazsan sana ait ne var?

Cevap veremedim...

Dişim, doktorun ağzını kırdığı cam şişesinden, şırıngaya çekilen sıvıyla uyuştu. Acısızlıktan aldığım 3-5 saniyelik hazdan sonra, hissizliğin verdiği işlevsizlikten sıkıldım.

Sonra Paul Giamatti, "Mutlu olmaya ihtiyacım yok. Sadece acı çekmek istemiyorum" deyişi, doktorun ise ona "Dürüstçe, acı çekmeden yaşamanın yeterli olduğuna mı inanıyorsunuz?" sorusu geldi aklıma.

Gene cevap veremedim.

9 Nisan 2010 Cuma

Geciken borçlar yüzünden geciken yazı.

Salataya marul doğrarken, marulun arasına kaçan sol elimin işaret parmağını, sağ elimde tuttuğum bıçak kesiverdi. Salataya kan bulaşırken acı hissetmedim. Yemeğimi yerken de. Lakin sol elim işlevsizlikten, kas yapısını zayıflatıp hiç bir şey yapmayacak kadar güçsüzdü. Dilenci olduğunda yanından geçen insanlar, "Gücün, kuvvetin yerinde, git iş bul!" dedikten sonra, "Klavye işinde işe yararsın sen..." lafını ekleyip yürüyüşlerine devam ederlerdi. O da sözlerini dinledi insanların ve klavyede yazı yazma işinde bana yardımcı olabileceğini söyledi kesik parmak ucunu saklayarak. 

Bu aptal utangaçlığı nereden geliyor onu anlamadım. İhtiyacım olmasa kovardım belki bu yüzden.

Neyse ki yara bantları var. 2-3 gün kullanıp çıkardığın zaman, sarılı olduğu bölgenin rengini beyazlaştıran, 9 parmakla çay demlemene sebep olan, vücudunun kaşınan bölgelerini deneyimli bir orospu gibi tatmin eden...
Bir de Six Feet Under var. Her izlediğimde beynimin altı ayak kadar altında yatan vücudunun üzerine attığım toprak, morarmış komik suratını kapatasıya kadar, bana hayatımı biraz daha dolu(?) yaşamam gerektiğini düşündürten... 

Ancak Oprah Winfrey Show'a çıkan, 2 ay ömrü kalmış üniversite hocası bana samimiyetsizlikten başka hiç bir şey düşündürtmedi. Sesindeki satış elemanı tonlaması, anlattığı konudan daha çok ele geçirdi beni. Hayatın satın alınan bir şey olduğunu duymuştum önceden, ancak ilk kez nasıl satıldığını bu kadar açık net gördüm.

İçimden bir şey kopmadı. Belki garip bir nefret duygusu doğdu. 

İçimdeki nefreti yok etme konusunda ise başarılıyım. Tek söylemem gereken kelime "Avada kedavra!" değil tabi.

Belki;

"Inter vitae scelerisque purus 
Non eget Mauris jaculis arcu 
Nec venanatis gravida sagittis,
Fusce, pharetra!"*

olabilir.

İnsanlar ise sebepsiz yere bir şeylerden nefret etme konusunda fazlasıyla başarılılar. Galatasaray, Sivas Spor'la berabere kaldıktan sonra, maçı birlikte izlediğim kahvehanedeki insanların küfürlerinde yada suratlarında ki öfke nöbetlerinde görebiliyorum en azından bunu. Galatasaray'ın şampiyon olamayacağı gerçeği gerçekten üzücü olabilir. Ama futbolculara parti yaptıkları için ana avrat düz gidip, baba koca geri dönülmemesi daha üzücü bir durum.

Tıpkı soğuk su vücuduna değmeye başlayınca, "Anneeaa şalteri aç! Pipim donu!" diye sinirle bağırdığında apartman sakinlerinin seni gözlerinde nasıl canlandırdıklarını düşünmene sebep olan, duşta elektrik kesilmesi durumu gibi.

"Reyhan'ın oğlunun pipisi donmuş. Bir geçmiş olsuna gidelim."


*
Yaşamı doğru yaşayan
ve suçla lekenmeyen kişinin 
Ne Fas'ın kargılarına ihtiyacı vardır, 
Ne yaya, ne de kılıflar dolusu zehirli oka, 
Ey Fuscus!

31 Mart 2010 Çarşamba

Mimlenmiş tavan arası.

Gökhan abi hayatıma dair 7 şey yazmam için mimlemiş beni. Ben de sağ elimi göğsümün üstüne koyup, başımı eğip, "Boynumun borcudur abicim." dedim boynumun kime, ne gibi, nasıl bir borcu olabileceğini sorgulamadan... Sonrasında ortaya böyle bir şey çıktı:

1. Doksanların hit parçalarını daha repertuarıma sokmamışken, üç buçuk yaşında okumayı söktüm. İlk okuduğum cümle "Canlı" olmuş. Onu tam hatırlamıyorum. Ama çocuklar için edebiyat dergisi olan "Kırmızı fare"yi, onun kapağını, içerisindeki resimleri, Winnie the Pooh hikayelerini, yarılan gökyüzünü dikmeye çalışan terziyi unutmadım. 

Tıpkı o terzinin gökyüzündeki yarığı sonsuza dek kapaması gibi, okuma eylemi, benliğime kırmızı farenin attığı dikişlerle sıkı sıkıya kapandı.
İnsan okuyunca yazası geliyor tabi...

2. Sekiz yaşında babam gözümün önünde ölünce psikoloğa götürüldüm. Jenga'yı ilk kez orada oynadım. Kardeşimin yapabildiğinin aksine kendimi resimle ifade edemediğimi anlayınca doktor, günlük tutmamı önerdi. Ardından tersten yazılan, alt alta yazılan, alfabeki harfleri kendilerinden bir sonraki harfi kullanarak yazılan garip bir şifreli günlük çıktı ortaya. Annemin bir dakikada rahatça çözüp okuduğu...

Günlük tutmayı bırakmadım. Kardeşim de resim çizmeyi... 

İlk okul beşinci sınıfın sonlarına doğru kardeşimle roman yazma girişimimiz oldu. Dünyayı, anne ve babasını aramak için dolaşan iki kardeşi anlatan, ilk duraklarının Avustralya'nın iç kısımlarının olduğu, orada aborjinlerle tanışıp onların kültürlerini öğrenip, ardından başka bi yere geçecekken yarıda kalan bir roman... Kardeşim illustrasyonlarını yaptığı, benimse ansiklopedilerden araştırma yaparak kendimce daha bilgi verici bir hikaye yarattığımı sandığım 12 sayfalık, kayıplara karışan bir roman... 

Yani yazma eylemi, on parmağımın ucunda ve avucumun içinde yıllardan beri karıncalanmalara sebep oluyor.

3. Karıncalanmalara iyi gelen bir şeyi de o dönemde keşfettim. Beatles'ın 1962-1965 arasında yaptığı şarkıların derlemesi olan albümdeydi o şey. Ya da dayımdan merak yüzünden alıp dinlediğim Vivaldi'nin Dört Mevsim'inde. Geceleyin yazmayı bitirdikten sonra içine düştüğüm boşluğu, uykuya dalasıya kadar müzik doldurdu. 

Hala dolduruyor, müziksiz uyuyamıyorum...

4. Sabahleyin de zor uyanırım. Uykumun ağırlığı tartılabilse eğer terazinin diğer kefesindeki fili bile havaya kaldırabilir.

5. Sorumluluk bilincim ise tam tersi, karıncayla bile yarışamayacak cinstendir. Elde ettiğim her şeyi çabalamadan almış olmamdan kaynaklanır bu durum. Her hangi bir çaba sarf etmeden aldığım ve sonrasında ödüllendirildiğim yüksek notlar, girdiğim okullar, beni "arkadaşları" olarak gören insanlar, sevgilisi sanan kızlar, aldığım ilk öpücükler, ilk cinsel deneyimler, korkular, nefretler, üzüntüler...Hepsi... İsteyip istemediğimi elime geçtiğinde bile anlamadığım, buna benzer, emek sarfedilmemiş, o yüzdende piyasa değeri herkese düşük gelen, güzel şeyler.

Kısacası kaldırımda, amaçıszca yuvarlanıp giden hayali bir topun, arkasında bıraktığı izler.

6. Bir çok insanda bıraktığım izler gibi. İlk okulun her sınıfını farklı okulda okumaktan olsa gerek, geçici arkadaşlık durumuna alışmış durumdayım. Hatta insanlara çok katlanabildiğim söylenemez. İlişkilerim bu yüzden 3-4 hafta sürer, arkadaşlıklarım da yaşadığım çevreyi değiştiresiye kadar en fazla. Ancak hayatımda değer verdiğim dört kişinin (kardeşim, ablam, annem ve aysel) aksine, çevremdeki insanlarla fazlasıyla sohbet ederim. Tabi sohbetin benim için anlamı uzunluğuyla ters orantılı olur.

7. Çocukluğumdan beri ölümün insanlar üzerindeki etkisine, düzenli aralıklarla tanık oldum. On yedi yaşındayken on beş günlük cezaevi deneyimini yaşadım. Üç sene boyunca, eve kadın atan, şimdi varsa öbür dünyada vurdum duymazlık tanrısıyla yatan bir dedeyle yaşadım. On altı yaşında manik depresif tehşisini yedim. Ama anti depresan ilaçları içmedim. İki kere evden atıldım, üç kere sahte intihar girişimlerinde bulundum. 

Şimdiyse, 20 yaşımın ikinci ayında, şimdiye ve geçmişe baktığımda, konuklar arasında "pişmanlık"ı, "keşke olmasaydı"yı, "eğer değiştirebilseydim"i göremiyorum... 

Gelselerdi bile dansa kaldırmazdım onları. Belki şu arkadaşları kaldırırdım (PudraWereydaHuysuz ve Dibine Düşmeyen Armut) "Bu mim'i bana lütfeder misiniz acaba?" diyerek...

30 Mart 2010 Salı

Banyo aynasının önünde parfüm sıkan insanlar.

Yemek borumdan başlayıp, anüsüme kadar devam eden bütün sindirim sistemim, klavye sesleriyle, Facebook mavisiyle, Windows Live Messenger'ın mavi tonlarıyla, uyarı sesleriyle, profil fotoğraflarıyla dolmuş durumda. Midemde hissettiğim şaşırmış bulantının sebebi ise bütün bunlardan bağımsız bir şey: Ekmek arası martı döner. Yada dört bardak suda çözdükten sonra içtiğim nescafe tozları olabilir.

Nescafe midemi bozmuş olmasa bile, gözlerimdeki uyku böceklerini soğukkanlılıkla öldürdü. Tıpkı katil balinaların fokları, fokların balıkları, balıkların da planktonları öldürmesi gibi. Bu öldürme sıralamasında insanları en çok duygulandıranın fokların ölümü olması durumu ise, nöron hücrelerimi kızdırıyor. Planktonlara yada balıklara acımayan insanın, sırf az ve diğerlerinden biraz daha cüsseli diye foklara üzülmesi, plasebo etkisi gösterten bir ilaç kadar ikiyüzlü.
Roma tanrısı Janus'un iki yüzlülüğü ise daha masum. Lakin onun yüzleri kente giriş çıkışları kontrol eden mobese kameraları görevi görüyor. Mobese kameralarını uyukluyan, sırtında hiç kıl yokken, göğüsünde kıl kolonisi kurmuş, kilolu, ekşi mayalı hamur kokan bir bekçinin izlediğini düşünmek ise insanda güzel bir huzursuzluk hissi yaratıyor. 

Tıpkı ensem öpüldüğünde hissettiğim gibi...

Üzerini başka birisinin teninin kapattığı tüylerimi diken diken eden, gözbebeklerimin utançtan, yarısı açık olan göz kapaklarımın arkasına saklanmasına sebep olan bu durumun tek sorumlusu İlkbahar Ekinoksu... Güneş ve Kuzey Yarım Küre'nin tanışıp, anlaştıktan sonra daha sık görüşmeye karar vermeleri, bütün canlılarda onları taklit etme isteği yaratıyor. 

Ben de bile.

Bundan iki-üç sene öncesine kadar cinsellik konulu anketlerde "Ne kadar sıklıkla cinsel ilişkiye giriyorsunuz?" sorusuna utanç etkeniyle birlikte 1'den 5'e kadar 2 vermiştim halbuki. 

Vermişimdir. 

Ancak şimdi, harekete geçen vücudumdaki salgıladığım ter, yaktığım kalori miktarı ve havaya artan bir tempoyla verdiğim karbondioksit değerleri, evli bir çiftin toplamının yarısı kadar ediyor.

Üstteki paragrafta yaşadığım cinselliğin aritmetik ortalamasını aldığımı farkedince, "Can büyüdü, büyüdükçe aptallaştı" diyor babamın gövdesinden kopardığım, sigara kokan kabuk. 

Kabuk bu, der. Ancak ben kabuk olsam... karıncaları öperdim.

19 Mart 2010 Cuma

Koltuk altında kuruyan roll-on şeysi.

"Bahar depresyonundaki insanları çevremden uzaklaştırmaya çalışırken, kendimi bahar depresyonuna girme evresinde buldum." cümlesi, insanda "yağmurdan kaçarken doluya tutuldum" sözünü anımsatıyor, anımsattığı gibi de rahatsızlık veriyor. Rahatsızlık veren bir diğer şey ise, paran yetmediği için, sürekli içtiğin sigarayı değiştirip, daha ucuzunu içtiğinde, boğazında oluşan garip ağrı.

O ağrıyı "hasta oluyorum" diye yorumlayan beyin, odadaki elektrikli sobayı açmayı istediğinde de, fetiş olsun diye deri giyen bir kadına itaat eden, kilolu, kafasının üstünde saç çıkmayan, beyaz adam gibi, "tamam" diyorum. Aslında beynim deri giyemeyecek kadar zayıfladı bugünlerde ama genede çıkarmıyor o deri elbisesini bol durmasına rağmen. Zaten bütün fanteziyi bozup, bunları yazacak kadar beni sorgulamaya iten de o görüntü oluyor. İki deri arasındaki boşluk.
Bir de dikkatimi her on beş dakikada bir dağıtan, hala çürümediğine şaşırdığım, yarısı yenmiş mısır konservesi.

Üzerinde, "Açtıktan sonra, hava geçirmeyen bir kapta, 48 saat süreyle buzdolabında saklayınız" yazmasına rağmen, 4 gündür bilgisayar masasının üzerinde, günlerce bekleyen diğer şeyler (boş sigara paketleri, evden çıkarken almayı unuttuğum anahtarlar, nerden geldiğini bilmediğim bir adet toka, yarısı yakılmış tütsü) gibi, öylece bekliyor. 

Beklesin.

Sorumluluk kavramının yan etkisi sonuçta bu. Bir beklenti yaratıyorsun insanlarda. Gereklilik kipini devreye sokup, selülit aleti gibi titreyen bir otobüste, "Eve gidip ne yemek yapacağım?" sorusunu soruyorsun sonra. Lakin ev arkadaşların sana bu görevi vermiş. Sende yap-malı-sın.

Ama yapmıyorum.

Tıpkı girmem gereken sınava, uyumak için girmediğim gibi. Halbuki uyanıp gitsem, en azından, bana "iyiki sevgilim yok" dedirten o şişmiş suratımla karşılaşmıcaktım yüzümü yıkarken. Gün boyunca, hatta uyurken bile açtığım ağzımı kapatmak için şişen dudaklarım ve yaşlı bir amcanın poposunu andıran göz torbalarımla, karikatür dergilerinden fırlamışa benzeyen o suratımı gördükten sonra, ister istemez günün devamında da bir çizgi karakter gibi davranmaya başladım. Ancak bugün çizgi romandaki rolüm, başroldeki karakterin önemli işler yaparken, arka fonu doldursun diye çizilen apartmanların içinde pinekleyen, görünmeyen insanlarınkiyle aynı oluyor. 

Onlarla aynı kaderi paylaşmak kötü geliyor tabi. Sonuçta yalnızsın.

Ve yalnızlık arada yorabiliyor. Çünkü sokağa çıkıp yürüdüğünde ilerleyen dünyayı, tek başına, iki çarpık bacağın gücüyle döndürmek, Atlas'ın işinden daha zor, bir neandertal adamı için. Ki Zeus oğlu Atlas bile, yaptığı işten yakınıyorsa, Ahmet oğlu Can hayli yakınır bence.

"Yakın evladım, yakın... 

Ama önce yıkan, lakin çok ilginç kokular geliyor tişörtünün altından."

Dedi, ayağına giydiği siyah topuklu ayakkabıyla üzerime basan beynim.

Çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak -IV-

Mar 15 - 9:16 am
*Sıcak çikolata bardağına değen, üşümüş parmak uçlarımdaki uyuşma hissi mesela.

Mar 15 - 1:01 pm
*Rüzgardan muaf bir yerde otururken, o durumun tadını çıkarttığın esnada, uzağında ağaçların rüzgardan sallanmaya başladığını görüyorsun. Rüzgar sana doğru geliyor. Geleceğini biliyorsun. Bunun seni rahatsız edeceğini de.
Ama hala rüzgarın esmediği o kaldırımda, güneşin tenini ısıtışının tadını çıkarmak yerine, gelmesin diye dua etmeye başlıyorsun. 
İnsan için an'ın tadını çıkarmak bu kadar zor mu? Geleceği devre dışı bırakamamak... Bildiğin yeteneksizlik örneği.
Mar 17 - 4:53 pm
*Arada kalmışlığım dışarıdan o kadar belli oluyordu ki, bunu farketmem, küçük bir çocuğun parmağını kesen bıçağı, elinden uzaklaştırma süresine eş bir sürede oldu. 
Ancak kesilen parmaktan kırmızı sıvı nasıl yolunu şaşırıp, dışarıya akıyorsa, farkedilen o "arada kalmışlık"ta garip bir ağrının yolunu şaşırıp karnıma gelmesine sebep oldu. Ne yapacağını şaşıran her insanın yaptığı ilk şey olan "durma" durumunu, otobüs durağı ve sahil kenarı arasında bir yerde yaptım. Algılarım hala orada şuanda, ancak vücudumun otobüste ne işi var hala anlamış değilim. 

Mar 17 - 5:03 pm
*Bazı yaşlıların, özellikle de dişi olanlarının, ağız kenarlarından başlayıp, yüzlerinin en altına doğru inen ve bu yüzden alt çenelerini bir kuklanınkiyle tıpatıp aynı gösteren çizgileri var.
Kukla bana pardon dedi. Ayağıma çarpan ayakkabılarının nereye çarptığını anlamaya çalışırken, yüzüne baktığım için.
Bakmasaydım eğer, bir on saniye kadar daha arayacaktı gözleri, çarptığı yeri. O anlamsız şeyleri düşünmek için çalışan beynine böyle bir uğraş vermek anlamsız. O yüzden ona istediğini vermek gerek.
Al teyzecim.

Mar 17 - 6:19 pm
*"1 Nisan'da Farid Farjad konseri varmış, bu bir şaka olmalı" gibisinden espriler kulağımda yankılanırken, duvarlarda bile çimler çıkmaya başlıyor. Öyle olunca da, insan bahara daha iyi bir isim verebilirlerdi diye düşünmeden edemiyor.

14 Mart 2010 Pazar

Gündüzleri lambaların odandaki rolü.

Yerlere saçılmış giysiler, lastiklerinden kurtulan çarşafın çıkıp poponun altında toplanması, yastığın yanına sana arkadaşlık etmeye gelmiş, gece uyurken ayaklarını kullanarak çıkardığın çoraplar, üçte birini perdenin kapattığı pencere, sümüklü-spermli-yağlı diye üçe ayrılan, kullanılma amaçlarına göre sıfat değiştiren peçeteler, üzerine her basışında kedi sandığın pofuduk terlikler...

Terliksi hayvana dönüşmeni tek engelleyen şey ise bilgisayara takılı flash diskin, arkasında yanıp sönen ışığı izleyen bakışların. Bir de klavyede umursamaz sesler çıkartan parmakların. 
Gözlerinin çevresinde koşullanmış yoğun bir uyku hali var. Seyrek kaşlarının hemen altından başlayıp, babandan aldığın göz altlarındaki koyuluğa kadar devam edip, sonunda biten... Odanın diğer köşesine konulan gizli bir kamerayla izlesen kendini, ufak ve farkedilmeyen harekletlenmelerin dışında, pek konum değiştirmiyorsun aslında. Etrafında sinekler yerine, komşularından gelen insan seslerinin dolaşması dışında, kedinin amonyak kokan kumla üzerini örttüğü boktan pek bir farkın yok. Bütün dağınıklığın, bütün kirin sihirli bir şekilde kendini düzenlemesini bekleyeceksin, ancak ev arkadaşının anlında hiç bir iz yok Harry Potter'ınkine benzer. Ondaki iz  olsa olsa oynadığı futbol maçında, çelme yiyip düştüğünde bir taş anlına gelirse olur. Oda öyle şimşeğe benzemez, göçük olur.
Aksine odan yavaş yavaş çürüyor. Çürümüş o organizmayla bir bütün haline gelip, yaratıklaşmaman içinse 17 dakikada bir kendini tekrar eden şarkıyı kapatıp, eline süpürge makinası alman yetecekken, sen kuyruk sokumunun ezdiği kaba etine işkence yapmaya devam ediyorsun.

Yarattığın beklentilerin, hayallerinin, planlarının uçuculuğu bir kolonyanınkinden daha fazla. 2 piyano notası geldimi kulağına, hemen boşluğa karışabiliyorlar. Ancak nefes alışverişlerinin bile yavaşladığı şu pazar gününde, havaya karışan hayallerini akciğerlerine çekmen, yakmaya üşendiğin sigaradan nefes çekmek kadar olmuyor. Sen odadaki bütün karbondioksiti küçük bir umudun verdiği hırsla çekerken, akciğerlerine giren tek şey çürük şeyler oluyor. Ki burnundaki koku algılıyıcıları da bunda hem fikirler benle.

Sağolsun bilim benim tarafımda. Gerçekler, başlarına "aslında" kelimesini alarak düzeltiyor senden bana geçen o buhranı. 

Aslında mutluyum diyerek...

13 Mart 2010 Cumartesi

2012 filminde Ankara - Bakanlıklar'ın yıkıldığını görmek.

Emekli sandığına kafam girsin.

Sonra sandığın içindeki emeklileri görüp, acıyayım herkese, kendimi görüyorum diye onlarda.

Ölümü, her gün aynaya baktıklarında, kurumuş ve solmuş tenlerinde gören, ışıksız, güneşle ısınan salonlarında sessiz sessiz oturan yaşlı homosapienslerin, iç karartıcı bakışlarında hemde.
Yaşlılar ölmesin, şeker de çiğneyebilsinler!..

9 Mart 2010 Salı

Blog kaydım başarıyla yayınlanmış!

Gecenin 12'sinde, arkama dönüp şarkı söylediğim sırada kaçırdığımı tahmin ettiğim son otobüsü beklerken, nufüs sayımlarının eksiden yapıldığı gibi yapılmasını istiyor insan. Bütün zombili filmlerin klişe görüntüsü olan o sessiz, boş, insandan ibaret ama insanın olmadığı caddeleri görmek, insana anne rahmini hatırlatıyor. Yağmur ise, plasenta görevini görüyor. Benim için yeni doğanlar ünitesi olan sabaha kadar gidip gelen otobüsten birine binip, insanlarla karşılaştığında ise, anne karnından çıkıp, Yunuslar durağında doğan bir şey olmuş oluyorsun. Kimse çığlık atmıyor tabi. Herkes öksüz. Ağlayıp çağıracak anneleri yok. 

Mesela pavyon kadını. Mesela yalpalayarak yürüyen sarhoş amca. Yada şöförün kendisi. Belki hiç biri, ama ben...
Bense bıyıklıyım. İnsanlar bana böyle söylüyor, beni öyle hatırlıyorlar. Aynaya baktığımda hatırladığım gerçeklerden biri bu. Bıyığım var. Onun yanında ise, uzamayan sakallarıma barınak sağlayan yanaklarım var. Benim çakıl taşlarım Kırmızı Başlıklı Kız'daki Kurt'un karnında. Kurt ise babaanne kıyafetleriyle ölüyor. Bütün bu gerçekler ise insanı derinden üzüyor. Bıyığı olduğunu unutan bir çocuk, hayatı boyunca gay ilişkilerin içine dahil olmamış ancak sırf babaane kıyafetiyle öldü diye dışarıdan "ben buydum aslında, toplum baskısı yüzünden intihar ettim!" gibi görünen bir kurt.

Bi de elma kurdu var. Onun acıklı bir yanı yok. En fazla bir insanın otuziki dişinin altısı, yarısını kopardığında acınabilir kıvama geliyor. Yarım kalan bir varlık oluyor sonuçta. Her ne kadar diğer yarısı, gittiği mide de bir tamlık hissi yaratsa bile...

Yarım kurt, yarım tost, yarım kalan varlıklar, tamlık hissi, tam, tam ötesi ve taşma.

Alaturka tuvaletlerin sifonunu her çekişimde kaçmam bu taşma korkusu yüzünden. O ihtimal. Tıpkı gireceğin sokağın başında havlayan köpeğin seni ısırma ihtimalinin verdiği hisle benzer. Ama köpekler arabalara havlıyor. Arabaların insanları kaçıran devasa robotlar olduklarını düşündüklerinden hemde. Bense o arabalara para verip biniyorum, belki köpeklere ölmek için içine girdiğimiz tabutlar gibi gelen, herhangi bir eve girip uyumak için. 

Uyudum. 

Rüyamda ise kıvırcık saçlı gerçek hayatta tanımadığım bir kız gördüm (bkz: the girl of my dream). Topladığı saçlarının uzun boynuna düşüşünü izledim. Boğazının bittiği yerin altındaki kemiklerin yarattığı gölge oyunlarını ve oradan gelen kokuları beynimde "önemli" adlı klasöre kesip yapıştırırken, ev arkadaşımın sesi işlemi iptal etti. Bütün taşınması gereken dosyalar ise, tıpkı gönderilemedi mesajını aldığımız mesajlar gibi evrende bir yerde kaldı. Nbr ya da slm gibi mesajların arasında kendini yanlız hissedebilir belki ama, rüyasının en güzel yerinde uyanan bir ben değilim neyse ki. Onu biliyorum.

Bir de "Where ignorance is bliss 'tis folly to be wise." ne demek, onu da biliyorum.

6 Mart 2010 Cumartesi

Ağladıktan sonra gelen baş ağrısı.

Arkamda dedesini dün kaybetmiş bir kız, gözleri şişik bir şekilde uyurken, odada yanlız kalmasın diye yere serdiğim yer yatağında, onun yattığı yatağa sırtımı verip, bağdaş kurduğum bacaklarımın üzerindeki laptopun kırılgan tuşlarına basıyorum. "O kadar kırılganlar ki bana kendimi hatırlatıyorlar" gibi, ortaokuldaki ticaret dersi kadar saçma bir cümleyi, ancak bu şekilde kurabiliyorum.


Çünkü o kadar kırılgan değilim.

Ancak sabahın altısında, polisiye bir diziyi izlerken, annemin horultusu dindikten sonra, beş saniyeliğine  sebepsiz yere ağladığım aklıma geldikçe, "Acaba?" sorusu, kafamın içindeki diğer soruların yanına oturup, onlara selam veriyor. Uzun zamandır cevaplanmayı bekleyen diğer sorular, bu yeni soruya bıkkın suratlarla bakarken, acaba ortamın bürokratik havasını anında hissediyor. Ve gözleri kapı kenarlarındaki tabeleları arıyor.

Ortada tabela filan yok.
Hangi kapının ne için olduğunun bir öneminin olmadığı bu ortamda olan tek şey, saçma bir bekleyiş. Ağız kokuları, koyun postu kokuları, ekşi hamur gibi kokan ter kokuları eşliğinde uzun bir bekleyiş. Bu kokuların arasında ezilen, yeni ütülenmiş kumaş pantolonu kokusu ise, acabanın burnuna ulaşamıyacak kadar kapı arkasında. Kuyruk sokumları, kaba etlerine battıklarını hissettirdiklerinde ayağa kalkıp dolaşanlar,  zayıf çaycının boş bardaklarla dönüşünü gördükten sonra ceplerindeki parayı elleyerek saymaya çalışırken beyaz duvara dalan insanlar, birbirlerinin suratında yakın bir akrabalarına olan benzerliklerini gören insanlar...

Hala cevap filan yok.

Kabuğundan çıkıp, kaldırımda farkedilmeden ezilmeyi bekleyen salyangozun antenleri kadar yavaş ve cıvık bir bekleyiş. Sekiz saati geçmiş uyku gibi.

Ama dünyanın en zeki adamı olduğunu söyleyen bir insanın dediğine göre, yanlız aptallar sekiz saat uyurmuş. Başarının yarısı o şeyi istemekten geçiyorsa eğer, gidip istediğin şeyi 4-5 saatlik uykunda görecekmişsin. Rüyanda.

Görürsün.

Peter Pan diyarında yaşadığımızı düşünen insanlarla çevriliyken vücudum, ister istemez, inanırsan olur düsturuna kapılıyorum. Elimde bir vibratör olduğuna inandırıyorum kendimi ve ardından ellerim titriyor He-man'in aslanı gibi. Çığlıklar içinde, ellerim havaya doğru kaçarken de bağırıyorum:

Gölgelerin gücü adına!

4 Mart 2010 Perşembe

Bu yazı hazırlanırken bir iki canlı zarar görmüştür.

Her şey bana sokak lambalarının ışığında gördüğüm gölgem gibi geliyor. Duygular, egolar, ilişkiler, karın açlığı, saç uzaması, tırnak yemek, koklamak, ısırmak, duymak, beş duyumla ve altıncı hissimle yaptığım bütün eylemler, hatta doğum, hatta ölüm, hatta yaşam... İnsan ve onun algıları dahilindeki her şey, onları oluşturan ışıklardan uzaklaştıkça büyüyen, büyüdükçe hafifleşen, sonunda ise karanlıkla bütünleşen gölgem gibi. 

Hep bir sınırı var. Yok olmasın diye durası geliyor insanın. Ama bir yandan da daha uzayabileceği, daha büyüyeceği gerçeğiyle savaşmak zorunda kalıyorsun. 

Merak.

Ne kadar büyüyebilir. Bir yere kadar ama duramıyorum işte merak yüzünden. Hayallerim de bile.
Pencereden dışarı bakıp, otobanda giden arabalara baktığımda, hayatımı bir arabanın sağ ön koltuğunda oturup, yolları izleyerek geçirebilirim diye düşünüyorum mesela. Tam o sırada hocanın "Tutunamayanlar" kelimesini algılıyor kulağım. Turgut'u hatırlıyorum. Olric'i, trende hayatına devam eden birini.

Sonra küpe takmama rağmen, para vermedim diye bana kızan amca geliyor aklıma. Bana, yüzüme vurduğunda uçuyormuşum gibi hissettiren rüzgar, ona soğuktan başka hiçbir şey ifade etmiyor. En fazla bir evi olsa ne güzel olur diye düşünmesine sebep oluyordur. Bu yüzden de, onun oturduğu kaldırımdan geçen insanların ceplerinden gelen anahtar seslerini, sahiplerinden habersiz dinliyordur.

Hastanelerdeki kasvetli havanın sebebi olan beyaz floresan lambanın altında zıplayarak ders anlata bir hoca, ayakkabımın ucunu her değdirdiğimde dökülen açık yeşil bir duvar boyası, sakız çiğneyen, silgileriyle oynayan, burunlarındaki sümükleri bir hamleyle boğazlarına doğru iten, telefonla mesajlaşan, yüzleri kızarık öğrenciler, altı yırtık ayakkabım, bulutla kaplı gri bir hava ve bunun gibi bir sürü şey, insanın yaşadığı gün hakkında, "mutlu olmak için hiçbir sebep vermeyen bir gün" diye düşünmesine sebep olabiliyor. Öyle ki, yelkovanla akrebin bile, ağladıktan sonra yorulup durgunlaşan bir çocuk gibi hareket ettiklerini sanıyor.

Ardından bir sineğin, dışarıya çıkmak için, bıkmadan, iki üç saniye dinlenişler dahilinde, tekrar tekrar, her seferinde oradaki varlığını unuttuğu cama vuruşundaki aptallığı izledim. O aptallığından öldüresim geldi. Atalarımdan kalan o "zayıf olanı öldürme güdüsü"ne kapıldım. Uygun koşulları bekledim, hareketlerini ölçtüm ve bitti. 

Karanlık.

Hepsi güdü. Öyle ki sadece sinek gibi farklı canlılara değil, kendi cinsim olan homosapiense bile bu güdülerle davranabiliyorum. Ya da buna tanık oluyorum.

Ki modern ile ilkelin çatışması kadar rahatsız edici bir görüntü varsa, o da girdiğim porno sitesinin kenarlarında beliren reklamlardaki çıplak, yetmiş seksen yaşlarındaki, yaşlı kadınları görmektir. Sarkmış popoları, kırışmış elleri, yerçekiminden aşağıya doğru düşen göz kapaklarının sebep olduğu acıklı bakış ifadesi...

İğrenç.

Bunları açığa çıkaran beynimin kirlenmiş köşelerini, Alpha'nın Sometime Later şarkısının başındaki, süpürge sesine benzeyen cızırtıları silip süpürüyor.

Süpürge ve yaşlı kadın kelimlerinin birleşiminden oluşan kelime ise "anneannem" oluyor.

Çamaşır suyu kokan elleri, evinin önündeki dut ağacından bize toplattığı dutları, kocaman bir kaseye koyup bize verişi, dutları yerken bizi izleyişi, ardından ölümü, ölmeden önce hastanede yatarken, eriyen kaslarının işlevlerini yarım yamalak yapmasından, konuşmaya çalışırken çıkarttığı bağırmayla karışık inleme tarzı konuşmasının travmatik etkisi...

Dut ağızımda parçalara ayrılırken, beni izleyen gözlerine baktığımda duyduğum huzur hissiyle, hastane yatağındaki görüntüsünü gördüğümde duyduğum korku hissini bana veren aynı insan diye düşününce, "insan yedisinde neyse, yetmişinde de o'dur" diyen insanların gözlerini kaşımak istiyorum. Gözlerini kaşıdığımdan, hapşırıp, vücudları 1 saniyeliğine refleksten başka tepki vermesin ki ben o bir saniye içinde dilediğimi yapabileyim o insanlara.

Mesela türk kahvesi.

26 Şubat 2010 Cuma

Patlamış sivilceli kulak.

Billie Holiday'in cızırtıyla kaplanmış sesinin neden olduğu ahşaptan bir kulübedeymişsin hissiyle, bilgisayar ekranının ve odamın verdiği gerçeklik hissi yakar topun iki ucundaki çocuk gibi oynarken, ben de bir o tarafa bir diğer tarafa kaçmak zorunda kalıyorum. Noktasını koyduğum bu cümle ise, elimle yazdığımda, Türk Dili dersinde yazdığım dilekçe örneğinde bir paragraf yapabilecek cinsten oluyor. 

Bilgisayarım her şarkı geçişinde, tıpkı dört yılın ardından ev arkadaşımın zorlamasıyla gittiğim basket maçında, topun potadan girdiği anda soluklanıp maçtan kopmam gibi, yavaşlayıp, yazdığım yazının 2-3 saniye sonra görünmesine sebep oluyor. "İki üç saniye görünme" tümcesi ise boynumdaki morarıklıkları atkıyla saklamaya çalıştığım şu bir hafta içerisinde öğrendiğim bir şeyi hatırlatıyor. Lisede okuduğum bilimsel makalelerden arta kalan bilgilerimle etkilediğim obsesif kompulsif bozukluğu olan Statik dersi hocası dedi ki: Aynaya bakan bir insan kendi görüntüsünü 16 nanosaniye sonra görür.
Ben 16 nanosaniye önceki hallerini algıladığım sakallarımı aynanın önünde keserken, kaldırımda yürüyen bir kadın ile aynı yönde giden arabanın tekeri, 16 saniyenin sonunda, yoldaki bir su birikintisinin olduğu yerde yan yana geliyorlar. Öss birinci bölüm sorusuna benzeyen bu olayın sonunda ise, kilotlu çoraplarından ayaklarına doğru gıdıklayıcı bir hisle aşağıya inen çamurlu su kadında küfretme isteği uyandırıyor. Şoför ise kadının o perişan haline bakıp, eğlenme hissiyle karışık bir gülme sesiyle, günün stresini atıp rahatlıyor. Fakat kış aylarında değil de yaz aylarında olsaydı eğer bu olay, kadın su üzerine geldiğinde serinliyeceğinden dolayı kahkaha atacak, araba tekerinin sahibi ise kadını mutlu görünce rahatlamıyacaktı. 

Ancak rahatlayan pipilerin, üzgün kukuları ezdiği ülkelerden biri olan Türkiye'nin Mozambik köyünde, 2 genç keçinin birine tecavüz edince, keçinin sahibi, tecavüzcülerin keçiyle evlenip başlık parası ödemesini istiyor. Bir taraftan da otobüste tanışıp bana derdini anlatan kız, Tokat gibi bir yerden geldiğini ve İzmir'in büyükşehir olmasından dolayı insanlarının güvensiz olduklarını söylüyor. 

Kurak arazide keçi siken gençler ile metropoldeki evlerinin, beton odalarının içerisinde porno izleyen gençler arasındaki ortaklıkları algılayan beynim ise griye dönüşüp, renklerden yoksun, BBC'nin ben çocukken ATv de gösterdiği Learning English with Ozmo çizgi filmindeki, aksi ve renklerden nefret ettiğinden dolayı spreyle her yeri griye boyayan Captain Boot'un tarafına geçmeme sebep oluyor.

Gri beynimin, renksiz sinapsları arasındaki bağların yavaşladığı şu an itibariyle ise, suratı uyumaktan şişen insanların ağız kokuları, yastıklarına oradan da yanlarında biri yatıyorsa eğer, o insanın saçlarına siniyor.

Biri yatağımın, diğeri yere koyduğum halıvari şeyin üzerinde duran yastıklarım da ise, insan emeğinden yoksun bir şekilde, kültablasında kendi kendine yanan sigaraların kokusu var. Kasıtlı pasif içicilik bu olsa gerek...