27 Nisan 2010 Salı

Merhaba. Ben iç döken Can.

Beynimde sokak lambalarının uzaktan baktığında yanıp sönen ışıkları birer birer parlıyorken, 2+1 evimdeki, 2+1 ses sistemimimin o 1'inden çıkan bas sesleri beynime her vurduğunda, sönükleşiyor ışıklar. Öyle bir şarkı açtım ki başımın dönmesinden, kelimeleri doğru düzgün seçemiyorum. Lunaparktaki hızlı trene binmiş bir annenin, tren hareket halindeyken çocuğunun akan sümüğünü mendille silme çabası gibi bu yazma çabam.

Yüzüme gözüme bulaşan sümükler olacak yolun sonunda.
Çocukken yerdim sümüğümü. Yaptığım bu şeyin yanlış bir şey olduğunu öğrettikten sonra gizlice yapmaya başladığım her hangi bir eylemden biriydi bu da. Belki de bu yüzden böyleyim. 2 yıl önce tanışıp konuştuğum bir insanın bana, kavrayamadığından söylediklerimi, "postmodern" demesi belki de bu yüzdendir. 

Küçükken sümük yedim. Lisedeyken tırnaklarımı bitirdim. Bir dönem, azcık çekmeyle kopan saçlarımı teker teker defterlerimin arasında biriktirdim. Bazen de sıranın üzerinde yakaladığım sinekleri defterin arasına sıkıştırıp yumruklarla ezdim. Hadi bunların hepsi çocukluk. Hadi bunların hepsi, boyunla orantılı bir şekilde büyüyen beyninin, kendini nasıl dolduracağını bilemediğinden yaptırdığı şeyler. 

Peki ya bu?

"Hayatın boyunca aşık olamayacaksın." diye eklemişti cümlesinin sonuna, bana "postmodern" diyen insan. Cümlesindeki cadı laneti, latince okusaydı eğer depresyona girmeme sebep olabilirdi ama güldüm geçtim ben.

İnanmadığı şeyden korkmuyor insan. 

Ama üzerine gökyüzünden düşen bir taşın gölgesini hissettiğinde, kafanı yukarı çevirip bakmaman içten değil. Kafanı kaldırıp, taşı gördüğünde ise, hiç bir şey eskisi gibi olmuyor. 

Koşmaya başlıyorsun önce. Dalağın şişesiye, nefesin boğazını yırtasıya, ayaklarının altındaki kanlar gözüne fırlamış gibi hissedesiye kadar koşuyorsun.

Hala bir gölge yaklaşıyor.

Gözümü kapatıp, boşluğun huzuruna bırakamıyorum kendimi. "Taş yok işte" dedikten sonra mal mal bekleyemiyorum taşı kafama düşesiye kadar. 

Sevmeyi beceremiyorum. "Hangi roman karakterisiniz?" diye sorulsa çevremdekilere, "Camus'nün Yabancı'sındaki Meursault" cevabını rahatsız bir hisle verirlerdi eminim. Toplum içinde kabul görmemi tek sağlayan şeyimin dürüstlük olması, aynı zamanda bu dürüstlük durumunun beni karşılıklı ilişkiler konusunda başarısız kılması... Devamlı olarak bir yalnızlık hali. Ve neden yalnız olduğunu bilmen ise hiç bir boka yaramıyor. Bu aptal farkındalık, gecenin bir yarısında terleyerek uyandığında sana su getirmiyor. Farkındalık sana blow job yapmıyor. Farkındalık nefesini hissettiremiyor ensende. Kokusu yok onun. Sıcaklığı oda koşullarıyla aynı. Bir tek sesi var. O da ölüsüne ağıt yakan bir annenin çığlıkları kadar acıklı.

Farkındalığı sevmememin sebebi bile bana istediklerimi verememesinden. Bu da insanları neden sevdiğimin kanıtı... Menfaat. 

En azından bunu söyleyebilecek kadar dürüstüm? 

Bir anlam ifade ediyor mu kimseye?

Tanrılarımdan biri bağırdı: "Etse de bir şeyi değiştirmiyor. Seni sevmeleri sana katlanabilecekleri anlamına gelmiyor!" diye.

Amon! Amen! Amin! Enter! Stop!

20 Nisan 2010 Salı

Esnerken titreyen çene kasları.

"Benim bir arabam olsa..." diye başlayan cümlesine devam edemedi çocuk. Bu tıkanmanın hayal gücünün zayıflığından olmadığı kesin. Lakin onun hayal gücü, holivud filmleriyle, bağımsız sinema örnekleriyle, polaroid makinalarla çekilmiş manzara resimleriyle beslenmiş, "obez bir hayal gücü" gibi duruyor dışarıdan. Ama bitiremedi cümlesini. Nereye giderdi ki "arabası olsa"?

Yağmur suyu değil tabi bu mazgallardan kanalizasyona akıp, oradan arıtılıp deniz suyuna gitsin. Gitmiyor. Aksine rögarlardan taşıyor kafasındaki görüntüler. Ama bir türlü karar veremiyor "bir arabası olsa" nereye gideceğine. 

Cevap veremediği o uzun sessizliği arkadaşının sesi dağıtıyor, görüntüler kalın bağırsağına düşüp orada bok gibi kompleks bir yapıya dönüşüyor.
Bok bu, depremde açlıktan ölmeyesin diye yiyebileceğin bir şey değil. En son yediğin kuru fasülye taş çatlasa üçüncü "sıçıp-tekrar yiyiş"inde bütün işe yarar kısımlarını harcamış bir şekilde giricek midene.

Ama sidik öyle değil. İçenler varmış. Biliyorum. Çünkü 17 Ağustos depreminden helikopterli enkaz görüntüleri dışında aklımda kalan diğer bir şey bu. Hem ayrıca sidik yara da iyi geliyormuş.

"Kalp yarasına iyi gelmiyor be hacı!?" diyor ağzında yarım kalan bir cümlenin, ekşimsi tadını alan çocuk. Söylediği cümlede espri payı ölçülecek gibi değil. Ses tonu bunu büyük bir ciddiyetle söylediği konusunda benimle hem fikir. Arkadaşı ise espri olmasını istemiyormuşcasına "Ona da içki iyi gidiyor karşim!" diyor. Bu cümle bir yerde kullanılsa, adının altta belirtilmesini istercesine bir egoyla, mutluluğun verdiği kızarıklığı yanaklarında hissederek gülüşünü saklıyor arkadaşından.

Terbiyesiz.

Bu çocuk ölse, Facebook'taki 329 arkadaşından birisi gidip bunun adına grup açıcak allah bilir. Seni hiç unutmayacağız gibisinden bir tartışma başlığının altında, muhtemelen lise andaçlarına yazdıkları yada yazacakları şeylerden copy-paste yapacaklar. Ölümsüzleşecekti sonra bu da. Yıllar sonra, Facebook'un "dandik" diye nitelendirildiği zamanlarda, ölüm ilanlarına baktığınız zaman onun ismi belirecekti. Bir de gülen fotoğrafı.

"İyi dedin dostum. Ver ordan bir bira daha o zaman" diyor şimdi, yarıda kalan cümlesinin tadına alışan çocuk. Arkadaşı mutfağa kadar giderken, bir tane sigara daha yakmak için pakete uzanıyor. Az kalan sigara bir gerginlik ve bir belirsizlik hali, bakışlarına donuk bir şekilde yerleşiyor. Odaya gelen arkadaşı, onu ikilemden kurtarıyor "Al, iç sorun değil. Sabaha kadar açık tekel var" diyerek. Alıp sigarayı yakmadan önce şişeden yudum alıyor. Soğuk biranın ön dişlerinden birini sızlattığını saklamaya çalışıyor oda.

Saklanan ibneler nolacak...

Gizli gayler nolacak... desem daha bir az homofobik görünecektim. "Homofobik görünmek" aynaya baktığımda belli olurmuydu? Olursa neremden belli olurdu? Diye düşündüm. Sanırım burun deliklerimden dedim. Lakin homofobiklerin burnundan sümük sarkıyor. Böyle yeşilimsi, kuruyla yaş arası, minicik bişey. Üzerlerine yapışan bir leke gibi!!!

Üzerimde her hangi bir lekenin, her hangi bir kokusu yok. O kadar temizim ki, yolda yürürken gölgem şeffaflaşıyor. Gün ışığı bile içimden geçiyor. "Varlığın bu dünyada silikleşip gidecek bir gölgeden ibaret" diyor allah baba kulağıma kısık sesle.

Ağzındaki yarım kalan cümlenin tadını geri alan çocuk ise "Kapadokya'ya giderdim abi!" diyor e eşittir emce kareyi bulmuş gibi sevinerek. Arkadaşının anlamayan suratını görünce, üzerine de ekliyor: "Arabam olsaydı eğer." diye.

Mal.

15 Nisan 2010 Perşembe

Film izleyen neandertal adamı

Diş ağrım, banyo sonrası dikenleşen tüylerim, demir kapıya çarptığım anlımdaki şişik, onun üzerindeki küçük yara bandı, o yara bandına baktıkça kendimi "kötü çocuk" gibi hissetme durumum, o hissi arttırsın diye Depeche Mode dinleyişim...

Bütün bunlardan ibaretim bu dönem. 

Tavlada 3-0 yeniliyor, otobüste tanıştığım biriyle birlikte oluyorum. Eve gelip film izliyorum. 


Ardından "Ruhumu aldırtsam, ceviz büyüklüğünde, gri bir şey olacağına eminim" diye düşünüyorum. "Mutsuz siyah" ya da "mutlu beyaz" değil. Gri... Islanınca rengi koyulaşan, kuruduğunda ise beyaza yakınlaşan çamaşırlar kadar gri...

Sonra Kısa otobüsten inen James, "I look back to things that were when i was 12 years old. I'm still looking for the same things now." diye yakınıyor. Fotoğraflarından arda kalan temiz suratlı çocukluğunu hatırlayıp belki...

İnsanın yaşamı boyunca en az gördüğü surat kendi suratı. Kendi suratının dahil olmadığı, kendi kokusunu flashback yaptıramadığı, başkalarının mimiklerinden, başkalarının kokularından oluşan bir hafıza. Hangi kısmı sana ait?

Kollarını, bacaklarını, biraz dikkatli bakarsan burnunu, tırnak kesişlerini gördüğün,  penisinin işerken yada birisinin içine girerken izlediğin zamanları, kirlenip, dışarıdaki bütün kokuların kıllarında bıraktığı izleri kokladığın zamanları saymazsan sana ait ne var?

Cevap veremedim...

Dişim, doktorun ağzını kırdığı cam şişesinden, şırıngaya çekilen sıvıyla uyuştu. Acısızlıktan aldığım 3-5 saniyelik hazdan sonra, hissizliğin verdiği işlevsizlikten sıkıldım.

Sonra Paul Giamatti, "Mutlu olmaya ihtiyacım yok. Sadece acı çekmek istemiyorum" deyişi, doktorun ise ona "Dürüstçe, acı çekmeden yaşamanın yeterli olduğuna mı inanıyorsunuz?" sorusu geldi aklıma.

Gene cevap veremedim.

9 Nisan 2010 Cuma

Geciken borçlar yüzünden geciken yazı.

Salataya marul doğrarken, marulun arasına kaçan sol elimin işaret parmağını, sağ elimde tuttuğum bıçak kesiverdi. Salataya kan bulaşırken acı hissetmedim. Yemeğimi yerken de. Lakin sol elim işlevsizlikten, kas yapısını zayıflatıp hiç bir şey yapmayacak kadar güçsüzdü. Dilenci olduğunda yanından geçen insanlar, "Gücün, kuvvetin yerinde, git iş bul!" dedikten sonra, "Klavye işinde işe yararsın sen..." lafını ekleyip yürüyüşlerine devam ederlerdi. O da sözlerini dinledi insanların ve klavyede yazı yazma işinde bana yardımcı olabileceğini söyledi kesik parmak ucunu saklayarak. 

Bu aptal utangaçlığı nereden geliyor onu anlamadım. İhtiyacım olmasa kovardım belki bu yüzden.

Neyse ki yara bantları var. 2-3 gün kullanıp çıkardığın zaman, sarılı olduğu bölgenin rengini beyazlaştıran, 9 parmakla çay demlemene sebep olan, vücudunun kaşınan bölgelerini deneyimli bir orospu gibi tatmin eden...
Bir de Six Feet Under var. Her izlediğimde beynimin altı ayak kadar altında yatan vücudunun üzerine attığım toprak, morarmış komik suratını kapatasıya kadar, bana hayatımı biraz daha dolu(?) yaşamam gerektiğini düşündürten... 

Ancak Oprah Winfrey Show'a çıkan, 2 ay ömrü kalmış üniversite hocası bana samimiyetsizlikten başka hiç bir şey düşündürtmedi. Sesindeki satış elemanı tonlaması, anlattığı konudan daha çok ele geçirdi beni. Hayatın satın alınan bir şey olduğunu duymuştum önceden, ancak ilk kez nasıl satıldığını bu kadar açık net gördüm.

İçimden bir şey kopmadı. Belki garip bir nefret duygusu doğdu. 

İçimdeki nefreti yok etme konusunda ise başarılıyım. Tek söylemem gereken kelime "Avada kedavra!" değil tabi.

Belki;

"Inter vitae scelerisque purus 
Non eget Mauris jaculis arcu 
Nec venanatis gravida sagittis,
Fusce, pharetra!"*

olabilir.

İnsanlar ise sebepsiz yere bir şeylerden nefret etme konusunda fazlasıyla başarılılar. Galatasaray, Sivas Spor'la berabere kaldıktan sonra, maçı birlikte izlediğim kahvehanedeki insanların küfürlerinde yada suratlarında ki öfke nöbetlerinde görebiliyorum en azından bunu. Galatasaray'ın şampiyon olamayacağı gerçeği gerçekten üzücü olabilir. Ama futbolculara parti yaptıkları için ana avrat düz gidip, baba koca geri dönülmemesi daha üzücü bir durum.

Tıpkı soğuk su vücuduna değmeye başlayınca, "Anneeaa şalteri aç! Pipim donu!" diye sinirle bağırdığında apartman sakinlerinin seni gözlerinde nasıl canlandırdıklarını düşünmene sebep olan, duşta elektrik kesilmesi durumu gibi.

"Reyhan'ın oğlunun pipisi donmuş. Bir geçmiş olsuna gidelim."


*
Yaşamı doğru yaşayan
ve suçla lekenmeyen kişinin 
Ne Fas'ın kargılarına ihtiyacı vardır, 
Ne yaya, ne de kılıflar dolusu zehirli oka, 
Ey Fuscus!