27 Mart 2012 Salı

tatlı.

"Bir gün, ansızın, hiç beklenmedik bir anda gökyüzünde bir delik belirdi ve küçük bir serçe bu delikten içeri düştü."

Hayatımda okuduğum ilk kitabın, ilk cümlesi buymuş. Dönüp dönüp okuyorum istemsiz olarak.

Nedense kalınmış gibi hatırladığım kitabın 12 sayfa olduğunu öğrenmemin şokunun üzerime sigara dumanı gibi sinmesinin yanında, bir de kitabın kayıp-aranıyor otobüslerindeki fotoğraflardaki insanlar gibi on yılı aşkın süredir kayıp oluşu, o internetten bulabildiğim ilk cümleyi bir kere daha okumama sebep oluyor.

Kısacık ama üzerimde boyutunu ezecek kadar büyük bir etkiye sahip olan cümlecikle, tıpkı o otobüslerdeki fotoğraflar gibi, google'dan bulduğum, eğer bir gün intihar etmeyi düşünürsem diye cüzdanımda resmini taşıyabileceğim, ufacık bir resim var şimdi.


Bir süre bunlarla yetinmeyi öğrenmem gerek sanırım.

25 Mart 2012 Pazar

Bunada şükür.

Peep Culture diye bir belgesel izledim. Hayatım değişmedi. Sadece 1-2 saat düşündüm. Düşünerek yaşadım. İç ses vererek yapabiliyorsun onu. "Şu anda koridorda yürüyorum, ama pek anlamlı gelmiyor." gibi şeylerle başlayıp, "Önümde koskoca bir hayat var ve her zamanki gibi onu nasıl yaşayacağım hakkında bir fikrim yok." dedikten sonra "Sanırım sevdiğim şeyleri yaparak." diyerek, ardından da "E, o zaman bütün hayatımı osuruğumu koklayarak geçirme ihtimalim var." cümlesiyle noktalandırarak yapabiliyorsun. Evet.

Sonunda vardığın yer ise üzerinde +13 yazan, komik olmak için mi bu kadar kötü, yoksa güzel bir şey yapmaya çabalarken mi komik duruma düştüğünü anlamadığın, garip bir korku filmini izlediğin koltuk oluyor.

Hayatta böyle bir şey sanırım. İsteyip isteyip, çoğunu yapamadığın, çokta kafaya takmadığın, öyle geçirdiğin uzun bir zaman. 

Örneğin, banyoda oturarak duş alan sevgilime sahibim diye mutluyum. Aşağıdaki resimdeki kendisi olur.
tasla yıkanır
Yada onla geçirdiğim vakitlerin bir çoğundan keyif alıyorum. Mesela:
böyle

Ama. 

Hayat zannettiğim şey, bu ufak, küçük, hep tutunamayacağın kadar kısacık anlardan ibaret olacaksa eğer, sanırım 80 yaşıma geldiğimde bütün bu anları toplayıp "Merhaba ben Can. 22 yaşımda yaptığım çıkarıma göre şu anda toplasan 6-7 filan yaşayabilmiş bulunmaktayım." diye bir cümle kurmam şaşırtıcı olmayacak.

Ama olsun istiyorum.

Hayatımı dolu dolu yaşadım be dostlar! diyebilmek istiyorum. Sonra şuraya girip, insanları dinleyip, onların resimlerine bakıp, kimisi basit, kimisi kendi içinde tatlı, kimisi komik, kimisi herkesinki gibi olan hayatları görüp "sikmişim nasıl yaşayacağım düşüncesini" diye düşünüyorum. 

Sikiş kelimesinden blogger'ın türkçe düzeltgeçi de hoşlanmıyor, hayatın kendisi de. Altı kırmızı çizgili her kelimeyi kullanmamayı reddetmekle alakalı değil olay ama gene de bazen ufak ufak saçmalamak bile, az da olsa o ufak şeyi geri getirmeye yarıyor. 

Yeter her halde?

20 Mart 2012 Salı

Böyle yazıcam artık.


19 Mart 2012 Pazartesi

Ne oluyor?


Yazmaktan çok çizesim geliyor bugünlerde. Sürekli olarak.

Geçici bir heves olmamasını umamıyorum bile. Ah ah.


11 Mart 2012 Pazar


uzun zaman sonra ilk kez hoşuma giden bir şey yaptım :) böyle güldüm sonunda.

Beklenenin aksine bugün doksanlardan bir parça bile dinlemedim.

Hani bazen öyle bir an geliyor ki mutluluğun ne olduğunu söyleyebiliyorum. Sevgilinle öpüşürken değilde, onu öperken burnuna gelen ağız kokusunu alırken mesela yada güzel bir şarkıyı dinlerken değil, o şarkıdaki ufak bir iki notayı fark ederken.

Saniyelik.

Sana geçmişinden her hangi bir şeyi hatırlatamıyacak kadar kısa süren bir an. 

Lakin hatırlamak çoğu zaman hoş bir şey değil.

90'ların hit şarkılarını dinlerken çoğu insan gibi ben de o şarkıların hangi olaylara fon müziği olduğunu hatırlıyorum. Garipsenecek bir durumu yok bunun. Şarkıyı söyleyen insanlar bile çok farklı hissedemez bu konuda. Eminim.

Ama emin olduğum bir konu daha var o da bir azınlığa dahil olduğum.

Mutsuz bir geçmiş.

Sertab Erener'le büyüdüm örneğin. 2000'lerin ortalarına kadar ki bütün albümleri bizde vardı ve ben bütün şarkılarını ezbere biliyorum. İşin garip tarafı, ne zaman Sertab dinlesem, aklıma ilk önce güzelinden anıların gelip, üzerlerine mutsuz anıların yüklenmesi oluyor. Örneğin ilk önce babamla gittiğimiz araba yolculuklarını düşünürken, daha bir saniye bile geçmeden babamın öldüğü an gözümde canlanıyor. 

2012'den 1998'i çıkartamayacak kadar kan şekerim düşmüş durumdayım, o yüzden o kadar yıldır sürekli aynı görüntüye maruz kalmanın verdiği şey, geçenlerde izlediğim filmdeki şu diyaloğu aklıma getirtiyor:

Becca: Does it ever go away?

Nat: No, I don't think it does. Not for me, it hasn't - has gone on for eleven years. But it changes though.

Becca: How?

Nat: I don't know... the weight of it, I guess. At some point, it becomes bearable. It turns into something that you can crawl out from under and... carry around like a brick in your pocket. And you... you even forget it, for a while. But then you reach in for whatever reason and - there it is. Oh right, that. Which could be aweful - not all the time. It's kinda...
[deep breath]

Nat: not that you'd like it exactly, but it's what you've got instead of your son. So, you carry it around. And uh... it doesn't go away. Which is...

Becca: Which is what? 

Nat: Fine, actually.

1 Mart 2012 Perşembe

Elimi yaktım.


Termosifonun ısınmasını bekliyorum şu anda. Anlamsız geliyor duş almak. Hep öyle geldi. Türkçedeki eş anlamlı kelimeler ne kadar anlamlıysa o kadar anlamı varmış gibiydi.

Sanki anadilimi unutur gibi oluyorum. Gibi, olmak ve gelmek kelimelerinden ibaretmişim gibi. Her cümle kuruşumda sanki hafızama yeni bir kelime daha ekliyormuşum gibi geliyor. Bir dili öğrenmek gibi değil ama. O kadar uzun süreli değil. Yıllarca verilen onca Türkçe derslerinin birikimleri yere dağılmış, bende onları topluyormuşum gibi.

Duş almam gerek. Ama ne üşümek, nede temizlenmek istiyorum. Yarattığım her kirliğe bencilce bağlanmak değil. O kadar hastalıklı bir yanı yok. Sadece üşenmek. Suyun altına girmeye üşenmek, suda durmaya üşenmek, sudan çıkmaya, kurulanmaya, giyinmeye, üşümeye üşenmek.

İnsanların hissedebileceği duygular arasında en garibi olsa gerek üşengeçlik. Yada "istek" kavramının kendisi.

Bir şeyi istemek. Sex'i istemek, yemek istemek, sıçmak istemek gibi içgüdüsel yada fiziksel olanın dışında başka bir şeyi istemek. Bir eşyayı, ayağa kalkmayı, müzik dinlemeyi, konuşmayı, susmayı, ağlamayı yada başka bir şeyi istemek. Sanki her birine bilimsel bir açıklama yapılabilir düşüncesi rahatlatıyor beni. Hepsinde o ihtimal açık görünüyor. 

Üşengeçlik dışında. 

Yorgun olmadığını bildiğin halde ayağa kalkmayı reddetmek. Garip. Dinciler tanrının bize verdiği "özgür irade"den bahsederken üşengeçlik yapanlardan bahsediyor olabilirlermiş gibi geldi. Yada üşengeç olmayı seçmeyenlerden. Bilmiyorum. Tercih hakkı verildiği zaman, neye göre tercih ettiğimi bilmek istiyorum. Tek bildiğim bu. Neden ayağa kalkmadığımı, onun yerine burada saçma sapan zırvaladığımı öğrenmek istiyorum.

Hani eğer bir tanrım olsa, öğretmen olacağından eminim. Ölmemi gerektirmeden, daha yaşarken, sorduğum her soruya bir cevabı olan bir şey olurdu her halde tanrı. Tanımını yaparken aklıma internetin gelmesi de komik oldu.

Kova burcu erkeği olduğundan, araştırmacı ve özgürlükçü bir ruha sahip olan Can'ın ve Can gibilerin tanrısı internet mi oldu?

Kullarında kendinden bir şeyler barındıran, senle kıyaslandığında neredeyse her şeyi bilen, herkesi kabul eden, pornografisiyle, gerçek cinayet fotoğraflarıyla, bok yiyen kadınlarıyla, badger badger badger badger'larıyla, sivilce patlatma videolarıyla, Nikki Minaj vs gibilerin şarkılarıyla kuluna özgü cehennemini yaratırken, dil ve anlama bilginle sınırlı olsa dahi sınırsıza yakın bilgi sunarak cennetini yaratan, tek dezavantajı olan elektrikle çalışma durumu dışında en azından şimdiki tanrılar kadar gerçek olan internet...

Bir anda google'ın da neden üşendiğimi açıklayamayacağı kafama dank etti. Daha fazla uzatmaya gerek yok. Cümleyi.