23 Aralık 2011 Cuma

On saatlik uyku öncesi.

Sabahın beşinde Alsancak'ın artık sadece yanlız insanlardan fışkıran sex kokusunun arasında dolanırken, nedense İstanbul Hatırası gibi alaturka sözlere sahip bir şarkı fona çok iyi gidiyormuş gibi geliyor.

Gözüm o kadar yanıyor ki, çalan şarkıya mı ağlamaklı oluyorum yoksa sadece fiziksel bir yorgunluk belirtisi mi gösteriyorum kavrayamıyorum. 

Pek önemi yok. Birazdan uyuyacağım.


Her zaman gelmeyen o beğeni hissi, o anlama hissi geliyor ama. 

"Günlerden güz, mevsim sepya, bir tüy kalemle yazılmış bekler, "bir hayat daha olmalı" der gibi, kahverengi tonlarda, uykularda,"

Belki bulutlar kar havasından pembeleşmiş yalandan, belki Alsancak'ta asla kurumayacak olan ve o yüzden yalnızca gövdesiyle kahverengi tonu verebilen palmiyeler var, İzmir'e yalandan sonbahar yaşatan. Ama bütün bu şey'ler şarkının bu kısmını anlamsız kılamayacak kadar cılız ve sessiz diye gene önemi yok.

Yorgunluğum gibi.

19 Aralık 2011 Pazartesi

Köfte.

Eve yeni geldim. Kurduğum cümlenin anlamanı sorgulamaktan kendimi alıkoyamıyorum. "Eve yeni geldim." Sanki bozulup kırılmış bir telefonu garantiye götürüp, "biz bunu düzeltemiyoruz, yenisini getirelim" denmiş gibi hissediyorum kendime. "Ev için yeni bir şey olmak" düşüncesinin verdiği rahatsızlığı unutmaya çalışıp dışarıdaki yağmuru düşünmeye çabalıyorum. Kaldırımlara aynı açıyla sert sert vuruşunun, dünyadaki her hangi bir şeyle benzetilemeyeceğini düşünüyorum. Sanki sadece benzetilen olabilecekmiş gibi. Güzel bir his. O yüzden yağan yağmur olmayı dileyebilirdim diyecekken, yuvarlak, ateşlerken dönen o zombi öldürücü kocaman mermili kocaman silahı düşündüm. Bir adamı mermilerin kovaladığı o sahne gözümün önüne geldi.

Yağmur da ona benziyordu bugün yürüdüğüm kaldırıma vururken.


Kronolojik açıdan hangisinin eski olduğunun önemini neden yitirdiğini düşünemeyecek kadar yorgun olduğumu bildiğimden, ağzıma, dün annemden tarifini alıp, kısa tırnaklı ellerimle yaptığım köfteyi yiyorum. 

Makarnanın üstüne konunca sanki meatball olan kafamdaki köfte imgesi, masada duran Fatih kurşunkalemini gördükten sonra dağılıyor neyseki. Özüme dönüyorum. Yediğim köftenin soğukluğu bana gayet sahur sabahlarını hatırlatabileceği gibi, ortaokulda çantamda alüminyum folyoya sarılmış, bayatlamış ekmek arasına konmuş köfteyi hatırlatabileceğini çok iyi biliyorum. 

Bu hatırladıklarım sadece komik hatıralardan ibaret benim için. Öyle herkes gibi "keşke o günlere dönsem" gibi bir düşünceyi aklıma getirdiğimde, beynim buna sanki "emin misin?" sorusunu yöneltir gibi, daha korkunç anıları gösterip gösterip, "aman bacım dur, istemiyorum dönmek, tamam." dedirtiyor bana. Örneğin kıymasız köfte.

Her ne kadar ekmek arası ekmek köftesi (kıyma yok içinde bildiğin, töbe töbe.) yemiş olmam komik olsa da bunu neden yaşadığımı hatırlamak, zamanında gayet fakir bir hayat yaşadığımı hatırlamak, annemin depresyonlarını, aile kavgalarını, fiziksel olarak değilde ruhsal olarak üşümeyi hatırlamak, pek de o yılları çekici kılmıyor. 

Şimdikinden kötü ya da iyi kıyaslaması gene yapamıyorum, çünkü gene kronolojik açımı ölçecek pergeli elimde kavrayamıyorum.

Evet şimdi yediğim köftede kıyma olması o kadarda önemli olmuyor. Çünkü geçmişimde fakir olduğum gerçeği şu an yediğim köftenin tadını ne bir gram az ne de fazla lezzetli kılıyor.

On yıl önce yediğim, içinde kıyma olan köfteyle şuanki arasında hiç bir fark yok çünkü.

Tarifler aynı, yapılış aynı, buzdolaplarının görevleri de pek değişmiş değil, o yüzden soğukluğu bile aynı.

Aynı. 

Ve bu aynılık, bu benzerlik, bütün bu hatırlama seanslarına yol açan hisler, hepsinin üzerlerine yapışmış sümüksü bir şey var. Ne olduğunu tam kestiremediğim bir şey. Ama kötü bir şey değil. Biliyorum çünkü çocukken sümüğümü yerdim. 

30 Kasım 2011 Çarşamba

Video.


İlk okulda, yaz tatilinde boyundan büyük işlerde çalışan çocuklardanım ben. Ailesine para getirmek için olanlardan değildim ama. Daha çok evde playstation oynuyacağına bir işe yarasın, kuvvetlensin, iş öğrensin, hayatın zorluğunu görsün, yada eve geldiğinde yorgun olacağından erkenden uyusun düşüncesiyle yaz tatili boşa giden o küçük kafalı küçük elli insancıklardandım. 

Şu anda baktığımda gerçekten acımasız geliyor o şekilde çalıştırılmak. Hoş dayımın yanındaydım ve o yüzden çok yüklenmiyorlardı bana ama ortamın benden ayrıklığını şu anda orda çalışsam ne kadar saçma kaçacaksa o kadar saçma kaçıcak derecedeydi.  9 yaşında, Beatles filan dinleyen, kitaplarla kafayı bozmuş bir çocuğu, İzmir'in haritadan silinmekle yüzyüze kalan ilçelerinden birinde, oto-elektrikçide, "Hayallerinizin buluştuğu nokta, Tam Doksan İmbat FM"in sürekli olarak çaldığı, sanayideki kahvehanesi anca megafondan bir şey istemek için kullanıldığından sürekli boş olan, ve bu yüzden 2 tane orta yaşlı amcanın vcd'den porno izlediğine tanık olmama sebep olan (işin komik tarafı ben içeri girdiğimde kapatmadılar bile ki bu ilk kez porno gördüğüm düşüncesini de beraberinde getiriyor), yaşadığım hayat ve içinde bulunduğum ruh halinden tamamen kopuk bir ortamda çalıştırmak, bana kalırsa kedileri eğitip sirklerde çalıştırmak kadar, hatta hamam böceği eğitmek kadar aptalca geliyor.

Aslına bakarsam yada bakarsanız, şu anda işte çalışmam da o kadar saçma geliyor. 

9 yaşında çalışırken, ilk haftalığımla, annemin, belki "artık işe göndermez beni bunu yaparsam" diye aldığım ve bütün haftalığıma mal olan karpuzun başına gelenlerle, şu anda çalışırken aldığım o günlük paranın başına gelenleri nedense farksız buluyorum.

Bisikletin direksiyonuna asmak gibi bir aptallık yaptığım, ucuz tansaş poşetini yırtıp tekerleğe takılıp, ardından beni düşüren ve sıyrımlış dizim ve elime giren taşlarla kalktığımda asla annemin bıçağı sayesinde güzelliğini gösteremeyecek bir şekilde kırılıp paramparça olan karpuzun başına gelenler gibi bugünlerde de kazandığım para boşa gidiyor hissine kapılmaya başladım.

6 aydır aralıksız denilebilecek kadar çalışmanın verdiği o monotonluk, o içinde bulunmak istemediğin ortamda olma hali (ki aslından gerçekten kötünün en iyisi denilebilecek bir iş ortamı) insanı o kadar depresifliğe itiyor ki, yazamadığım yazılar (şimdi ki gibi) yapamadığım işler, çalışamadığım dersler, izleyemediğim filmler, okuyamadığım kitaplar derken kendini eciş bücüş olmuş pinpon topu gibi hissetmeden edemiyorum.

Neyse ki insanın sevildiği gerçeği var. Mutsuzluğunu görünce "ne istiyosan yapalım" diyen bir sevgilisi var. Şanslı hissetmene yol açan, mutsuzluğuna katlanmanı sağlayan bir sevgili.

Eskişehir'e gitmek istedim. Tamam dedi. Trenle gidelim dedim. Tamam dedi.

Aldık bilet, gittik. Giderken de yukardaki videoyu çektim. Uzun zaman sonra güzel bir şeyler yaratabilmiş olmaya sevindim.

Tanrının gücüne erişmenin tadı damağıma ilk kez yediğim güzel bir yemek gibi geldi. Yada kulağıma çalınan güzel ve yeni bir müzik gibi.

Kısa ve öz, kaybolan, ama hissedebildiğini hatırlatan, insan olduğunun ayırdına vardırtan, varloşuna anlam veremediğin zaman, "anlam" kazandıran cinsten, bir varmış bir yokmuş bir tad.

Şu anda aynı hissi tadamıyorum, orası ayrı.

19 Kasım 2011 Cumartesi

Uyuyacak adam.

Fiziksel ve ruhsal anlamda o kadar yorgunum ki yazamiyorum artık eskisi kadar. Kendimi havası yavaşça kaçmış balondan, boşalmış sikten, 70 yaşındaki porno starı teyzenin amından (pornodan kazandığı paralarla kuku yenilemesi yapmadıysa tabi), otobanda ezilen kedinin çıkan bağırsağından, kapıya sıkıştığından morarıp kopacak tırnaktan, ıslanmış gazeteden, gecen sene montunun cebinde kalmis sümüklü peçeteden, çürük dişten, bası patlamış kulaklıktan, 128 mb RAM'li memur bilgisayarından, defterin arkasında yazı olan sayfasından, aynı sayfası 3 kere basılmış korsan romanlardan, kenar mahale piçinin gozundeki çapaktan, travestilerin ciglik attigi gay club'taki tuvaletteki yaşlı teyzenin kolonya ve mendilinden, elimle tutmayı beceremememin yanında cebimde kaybolan 5 kuruşluk bozuk paradan, sert, kaygan ve tırnağa takılan anane yastıklarından, patlamış ampulün sarkan kıvırcık telinden, saniyesi bir türlü ilerlemeyen ama aynı zamanda yerinde de duramayan pili bitmek üzere olan saatten farksız hissetmiyorum. Rum. Rum. Rum. Rum. Rum. Rum. Rum. Rum. Rum. Rum.

3 Kasım 2011 Perşembe

Get On With Your Life

Tempoyla yazmaya çabalamak eğlenceli. Helede kendi dilinde olmayan şarkı sözlerine dikkat etmeye çalışarak. Sanki ilk okulda yapılan koşu yarışlarındaki hırs, heyecan ve sonunda gelen başarı hissini yakalayacakmışsın gibi. 

İşin komik tarafı hiç yarışı kazanamamıştım. Sanırım hep ikinci oluyordum ki bu iyi bir şey, çünkü dünyanın bir zenci koşucuya daha ihtiyacı olmadığını düşünmüyorum artık. Beden öğretmenlerimin düşündüğünün aksine.


Benim yerime Okan diye, bana ilk kez kürtçe küfür öğreten çocuğu koşucu yapmışlardı. Aynı çocuk benim için bir çocuğun burnuna kafa atıp burnunu da kanatmıştı. Sanırım ezilenlerin birbirine destek çıkması duygusuyla yapıyordu bunu ama gene de kendimi korunmalı hissediyordum. Babasız ve eşcinsel olan 11-12 yaşındaki çocuk için bunun anlamı, azmış ve yanlız insanların internete kavuşup, porno izleyip boşaldıklarında aldığı hazza eş değer olduğuna eminim. Sanal ama bir yandan da hissedilebilir. Ama eksik.

Eksiklik duygusu yüzünden insanda kendini tamamlama içgüdüsü ortaya çıkıyor ki bu gayret, her gün çöplerini topladığım kadınlar tuvaletinden kanlı ped çıkmamasını ummam kadar anlamsız oluyor. Kendimi tamamlayayım derken nasıl bir sürü şeyi boşu boşuna öğrenmiş oluyorsam, tuvaleti temizlerkende burnuma gelen adet kokuları, eline geçirdiğim eldivenin kirlilik hissiyle kalakalıyorum, umudum kırılmış bir şekilde. İğrenç olduğu kadar kötü değil tabi bu durum. Sonuçta yeni bir duygu tadıyorsun.

İşte tam o duyguyu tadarken, tam bir şeyden iğreneceğin duruma düşerken, tam kendine acıyacağın anda ironinin güzel tadı, sanki çiğdem yerken ağzına gelen çürük çiğdemden sonra kola içermişcesine mutlu ediyor seni:

"Yazar olcaktın demi lan sen? Çığır filan açacaktın, ünlü olup, nobel kazancaktın." diye sordurtup güldürüyor seni, çöp poşetine attığın tuvalet kağıtlarına bakarken. 

Kendini tekrar eden bir durum bu, tıpkı şimdi bu yazıyı bir yere bağlarım diye düşünürken, sevgilimden "Tekel durağının önünde bekle beni." diye bir telefon alıp gitmem gerekmesi gibi. 

İronik.

31 Ekim 2011 Pazartesi

Al bana günlük.

Ayağıma soğuk vuruyor. Sadece bayramlarda yiyebildiğin Kent şekerlerinin tadı kadar tanıdık bu his. Ellerinin donmak üzereyken, sırf ısınmaları için yazmak, herkesin, evin önünde bekleyen travestilerin bile uyuduğu saatlerde göz yorup, uykuyu getirmek için, ufak bi tatmine ulaşmak için, yazmak... Tanıdık.

Ama eskisi gibi kolay değil.

Müzik bile beynimdeki aptal sessizliği dağıtamazken, blogger'ın değişmiş "yeni kayıt" sayfası, neredeyse ayna gibi yüzüme yüzüme vuruyor artık ne kadar boş olduğumu. 2 paragraflık düşüncelerimin ne kadar anlamsız olduğunu, geride kalan boşluğu ise nasıl dolduracağımı da siklemediğini söyler gibi.

Üstüne üstlük bir de içimi dökeyim derken, bardaktan beyaz gömleğe damlayıp, sadece gömleği değil bütün gününü kirleten o düşünce var. Bütün umutsuzlukların, anlamsızlıkların depresif bir kedi kusmuğunda vücud bulmuş hali gibi olan o düşünce. Kabullendiğinde bile katlanılabilir gelmeyen, iç tırmalayan, sinirden güldüren cinsten:


"Günlük mü yazıyorum?" 

Öyle görünüyor, o halde:

1 buçuk yıldır sevimli yanaklı, güzel popolu, sevgisini çocuklaşarak gösteren, beni dengeleyen, normalleştiren, yalınlaştırıp, her gece yarısında işten eve geldiğimde uykuya dalmış vücuduna her sarılmamda uyanıp öpen bir sevgilim var.

Zamanın nasıl geçtiğini hatırlamıyorum bile. Sanki babam öldü, ben onla tanıştım o gün ve bugün "olmuş" gibi.

Dünü, geçen haftası, geçen senesi birbirine karışmış...

Gece yazardım hep, soğukta, müzikle, ağlamaklı, kesik kesik gelen bir huzurla. Bu uyku düzeninin hayatımın şu anki dönemine sağladığı tek katkı, 4'e 5'e kadar çalıştığımda hala ayakta durabilecek güç verebilmesi oldu. O kadar.

Nasıl yapabiliyorum hala bilmiyorum. "3 buçuk aydır, bir barda garson olarak nasıl çalışıyorum?" diye kendime sürekli sorduğum soru, kendine dokunduğunda parmağındaki kırışıklıklardan başka bir şey hissetmeyen 70 yaşındaki bir teyzenin, "Ne ara yaşlandım ben?" diye sorması gibi geliyor. Ablamın dediğine göre işe devam etmemi sağlayan güç, işi sonunda bırakacağımı bilmemden geliyormuş. Başlamamı sağlayan güçte yetersizlik hissinden geliyordu.

Bu ne saçma şeyki, bütün olumsuzluklar bişeyleri olumluyor.

Her neyse.

Her gün, belki haftada 4, bilemedin 5, en kötü ihtimal 6 gün aynı yere gitmek, aynı yüzleri görmek, aynı işleri yapmak, yediklerine göre şekillenen bokun ne kadar değişik geliyorsa sana o kadar değişik geliyor 3 aydan sonra. Bazen bittikten sonra kaşındırıyor, bazen rahatça çıkıyor, bazen çıkmak bilmiyor, bazen fazla rahat çıkmaktan yıpratıyor. 

Buna alışma düşüncesinin korkunçluğu her zaman yanımdada değil artık. "Nasıl biriydim?" demenin anlamsızlığının aksine. 

Değiştim. Geçen sene sorsalar olmak istediğim, ama şimdi biraz sıkılmaya başladığım bişeye dönüştüm.

Ailemdeki herkesin dediği o "maymun iştahlı" olayına döndü gene.

Bütün bu karaladıklarımdan ziyade, yazabilmiş olmam bile bunun kanıtı niteliğinde.

Kim kanıt peşinde? orası belli değil.

20 Mayıs 2011 Cuma

Başlıkla Beraber 589

Kütahya'dan başlayıp batıya doğru hızla ilerleyen toplu baş dönme merasimine bende katıldım dün.  "Başım döndü sanki, yok yok deprem oluyor!" çığlıkları taş atılan sudaki dalgalanmalar  gibi gökyüzüne art arda yükselmeye başlamışken, ben dizi açlığımızı belki bastırır diye indirdiğim "Games of Thrones"u sıkılan sevgilime izletmeye çalışıyordum.

Dizi yarıda kaldı.

Filmler, diziler, haberler, seçimler, yasaklar, Katrina kasırgasından sonra evlerinde yalnız bırakılmak zorunda kalan evcil hayvanları gösteren belgesel, sakız tadı, ödenmemiş krediler, koltuk altı terlemesi... Hepsi dizi gibi yarıda kesildi. İticiden çok yıkıcı ve ağırlığını saniye saniye hissettiren o kuvvetin altında kalan bünyedeki acizlik hissi, her titreşimde daha büyük parçalarla yıkılışını izlediğin ego, hepsi suratımdaki kaslara teker teker vurup, dışarıdan bakan birinin korku diye adlandıracağı ifadeye büründü.

Korku değildi. 

Korkunun içindeki o heyecandan, cüretten, adrenalinden yoksun bir ruh hali daha çok. Bir doğum sonrası annenin suratındaki ifadenin sadece mutluluk olmaması gibi...















Ama başlayan ve biten, ardından başka bir şeyi tetikleyen her şey gibi bu yusuf yusuf ruh hali de bitmeye başlarken, biraz depresif biraz ümitli sorgulama halini doğurdu bende.

Aylardır yazı yazmadığımı zaten sorguluyordum, mühendislik okuma kararımı da sorguladığım gibi... 
Sırf kafamda bunlar var diye, bunca zaman kafamı kurcalayan, bu problemleri bir şekilde içine alan soruyu sordum kafamı yastığa koyup, üzerime çöktüğünü gözümde canlandırdığım duvara bakarak.

Öleceksin, tıpkı yanında yatan sevgilin, tıpkı bir saat öncesinde haber alamayıp telaşlanmana sebep olan Eskişehir'deki ikizin, annen, Kütahya'da bir derdi olup anlatmaya çalışan her hangi bir yaşıtım gibi, hikayesi anlatılmamış ve yarıda kalan biri olarak öleceksin. 

Hadi bunu okuyan herkes "been there, done that" haline girip, zaten söyledi bunu herkes diyecek. Bende öyle dedim zaten. 

Zaten bindiği otobüs sert virajlar alırken otobüsün devrildiğini soğuk kanlılıkla hayal eden, sokakta aynı cinsten olan sevgilisini dudağından öpmesine bir kaç saniye kala homofobikler tarafından öldüresiye dayak yemeği gözünde canlandıran, en sevdiği dizisi Six Feet Under olan, bir morg görevlisinin gördüğü kadar olmasa da her hangi bir yaşıtından çok ölü bedenini görmüş ve ona dokunmuş, ölümün hissizliği hissetmiş olan birisinin, öldükten sonra anlatılmış bir hikayesi olmadığını düşünmemiş olma ihtimali, hele de yazıyorsa bu insan, muhtemelen kör bir insanın renkleri tanıma ihtimalinden daha düşüktür diyebilirsiniz. 

Ama, yazdıklarının ne için ve kim için olduğunu sorgulamak ayrı bir mesele. Kime bir fayda sağlayacağını, kime bir anlam ifade edeceğini, kimi değiştireceğini düşünmek, öyle zor ki bunu düşünmek, şimdi yaptığım gibi bunu yazmaya giriştiğinde, yazının bu kısmına gelene kadar gevelememe sebep oluyor. Neyse ki ego savaşındaki ertelenmeleri iyi tanıyorum. Her komutan gibi, düşmanını iyi tanıyanın savaştan galip çıkacağını da tahmin edebiliyorum. Ama düşmanında seni, senin onu tanıdığın kadar iyi tanıyorsa...

Lakin her ne kadar şu ana kadar yazdığım ve muhtemelen bundan sonra yazacağım şeylerin insanlarda hiç bir bilinç açılması gerçekleştirmeyeceğini, hayatlarındaki yaşayışlarında her hangi bir fark yaratmıcak, patlamış mısır tadında şeyler yazıyor olduğumu anlasam dahi, hala yazmak için bir sebebim olabileceğini düşünmeye çalışıyorum. 

Hala.

Aslına bakarsam, 2. Dünya Savaşı'nın yanında 5.9'luk depremin bende o dönemdeki yazarlarda oluşan bilinç değişimine benzer bir şey yaratacağını düşünerek aptallık ettim.

Hala aynı yerimde sayıyorum. İnternette anlamsız ... 581, 582, 583... kelime kaydetmiş olarak.


14 Şubat 2011 Pazartesi

Dün doğum günümdü. Doğumumdan tam 21 sene sonraki o anın üzerinden 36 saat geçti. Ezer gibi değil, sıyırıp dikiz aynasındaki yansımasının küçülmesini izler gibi geçti. Azıcık korku, biraz yaşama içgüdüsü, biraz da olağanlık duygusunu bana bırakıp, geçti...

Bir de bademcikleri şişmiş sevgili bıraktı sevgililer gününde. Kültablasında poşet çaydan artan çöpe söndürülmüş sigara, rüya gören kedi, elektrikli soba sıcağından terleyen gıdı, onun saçından elime bulaşan yağlar vesaire... Hepsi bana uzun bir süre evdeyken çalma dediği "trouble every day"le uyuşuyor. O yüzden bugünde idare eder bir sevgililer günü.

Yarında 1 yıl aradan sonra başlayacağım okulun ilk günü olunca, art arda önemli günler yaşıyormuşum gibi geldi. O nasıl bir yanılsamadır yearabbiee! diye bağırasım geliyor. Bağırmıyorum. Otobüs durağında elinde onlarca poşet popkekle duran adama "evde bir tek bu mu yeniyor?" diye soramadığım gibi.

Pek bir şey yapamıyorum işin gerçeği.

Adı değişmiş Öss'nin başvurusunu kaçırmak gibi, sevgililer gününde jest filan yapmak gibi şeyleri hep düşünüp yapamıyorum.

Olur böyle şeyler canım, insanlık hali diyen insanlar da yok çevremde, o yüzden kendi kendime söylüyorum. 
"Olur böyle canım."

Oluyor da. Tıpkı sevgilim nasıl hasta oluyorsa, nasıl Marlboro paket değişip bir değişik oluyorsa, bu da oluyor. Unutuyorsun, kendine kızıyor, sonra da teselli istiyorsun.

Bana teselliyi verecek insan uyandı şimdi, ilk cümlesi "şu şarkıyı değiştir" oldu. Sigarasını yaktı, kediyi uyandırdı, kedi parmağını yalamadan önce saati sordu. Zamanın farkına aynı anda varınca yarın saat yedide uyanmam gerektiğini hatırladım.

Kızdım gene kendime ama teselli gerektirecek kadar değil.