26 Şubat 2010 Cuma

Patlamış sivilceli kulak.

Billie Holiday'in cızırtıyla kaplanmış sesinin neden olduğu ahşaptan bir kulübedeymişsin hissiyle, bilgisayar ekranının ve odamın verdiği gerçeklik hissi yakar topun iki ucundaki çocuk gibi oynarken, ben de bir o tarafa bir diğer tarafa kaçmak zorunda kalıyorum. Noktasını koyduğum bu cümle ise, elimle yazdığımda, Türk Dili dersinde yazdığım dilekçe örneğinde bir paragraf yapabilecek cinsten oluyor. 

Bilgisayarım her şarkı geçişinde, tıpkı dört yılın ardından ev arkadaşımın zorlamasıyla gittiğim basket maçında, topun potadan girdiği anda soluklanıp maçtan kopmam gibi, yavaşlayıp, yazdığım yazının 2-3 saniye sonra görünmesine sebep oluyor. "İki üç saniye görünme" tümcesi ise boynumdaki morarıklıkları atkıyla saklamaya çalıştığım şu bir hafta içerisinde öğrendiğim bir şeyi hatırlatıyor. Lisede okuduğum bilimsel makalelerden arta kalan bilgilerimle etkilediğim obsesif kompulsif bozukluğu olan Statik dersi hocası dedi ki: Aynaya bakan bir insan kendi görüntüsünü 16 nanosaniye sonra görür.
Ben 16 nanosaniye önceki hallerini algıladığım sakallarımı aynanın önünde keserken, kaldırımda yürüyen bir kadın ile aynı yönde giden arabanın tekeri, 16 saniyenin sonunda, yoldaki bir su birikintisinin olduğu yerde yan yana geliyorlar. Öss birinci bölüm sorusuna benzeyen bu olayın sonunda ise, kilotlu çoraplarından ayaklarına doğru gıdıklayıcı bir hisle aşağıya inen çamurlu su kadında küfretme isteği uyandırıyor. Şoför ise kadının o perişan haline bakıp, eğlenme hissiyle karışık bir gülme sesiyle, günün stresini atıp rahatlıyor. Fakat kış aylarında değil de yaz aylarında olsaydı eğer bu olay, kadın su üzerine geldiğinde serinliyeceğinden dolayı kahkaha atacak, araba tekerinin sahibi ise kadını mutlu görünce rahatlamıyacaktı. 

Ancak rahatlayan pipilerin, üzgün kukuları ezdiği ülkelerden biri olan Türkiye'nin Mozambik köyünde, 2 genç keçinin birine tecavüz edince, keçinin sahibi, tecavüzcülerin keçiyle evlenip başlık parası ödemesini istiyor. Bir taraftan da otobüste tanışıp bana derdini anlatan kız, Tokat gibi bir yerden geldiğini ve İzmir'in büyükşehir olmasından dolayı insanlarının güvensiz olduklarını söylüyor. 

Kurak arazide keçi siken gençler ile metropoldeki evlerinin, beton odalarının içerisinde porno izleyen gençler arasındaki ortaklıkları algılayan beynim ise griye dönüşüp, renklerden yoksun, BBC'nin ben çocukken ATv de gösterdiği Learning English with Ozmo çizgi filmindeki, aksi ve renklerden nefret ettiğinden dolayı spreyle her yeri griye boyayan Captain Boot'un tarafına geçmeme sebep oluyor.

Gri beynimin, renksiz sinapsları arasındaki bağların yavaşladığı şu an itibariyle ise, suratı uyumaktan şişen insanların ağız kokuları, yastıklarına oradan da yanlarında biri yatıyorsa eğer, o insanın saçlarına siniyor.

Biri yatağımın, diğeri yere koyduğum halıvari şeyin üzerinde duran yastıklarım da ise, insan emeğinden yoksun bir şekilde, kültablasında kendi kendine yanan sigaraların kokusu var. Kasıtlı pasif içicilik bu olsa gerek...

24 Şubat 2010 Çarşamba

Balinanın küçük dili.

Şeklini ayda bir değiştirdiğim odamda, iki duvarın birleştiği köşeye gözümü dikmiş, kafamdan yaşadığım şu son bir kaç haftanın görüntülerini geçiriyorum kronolojik sırayla. Kronolojik çünkü, hem söylemesi yazdıklarımı ilk kez okuyan bir insanda ben bunu yapmak istemesem bile, "kelime dağarcığı ve onu kullanış şekli geniş insan" izlenimi bırakıyor, hem de diyalektikçi amcalarımın dediği o neden-sonuç ilişkisini daha net görmemi sağlıyor.
"İnsan sosyal bir varlıktır." önermesi ayağımın altındaki yanma hissinin ayrı yumurta ikizi olan bir ağrının, göbek deliğimin 5 santim üzerine koşullanmasına sebep oluyor. Bu olurken, yalnızlığı mı yoksa sosyalliği mi daha çok sevdiğim sorusu, bütün orta öğretim ve ilk öğretim dönemlerinde, hocaların dikkatimi derse çekmek için sordukları zor soruların kafama takılması gibi takılıyor. Muhtemelen bunu da tıpkı o zamanlarda yaptığım gibi sınıftaki herkesten önce çözeceğim ve derse ilgimi kaybedeceğim. Bakalım.

Aslında anlamsız ama bir o kadarda düşünülmezse anlamsız olduğunu kavrayamayacağın bunca sorular yeni değil.  Yeni olan şeylerin %99 unu teknolojik ürünlerin oluşturduğu 21inci yüzyılda, sorular, onların cevapları, yaşanılan hayatlar, tüketilen maddeler, üretilen şeyler bir birinin aynısı yada eskinin bugüne uyarlanmış hali. Yeni şeyler olacağını düşünmek ise delilik. Delilik ise Kordon'da insanlar çimlerde otururken, elinde baliyle cilalanmış siyah bir poşeti balon gibi şişiren adamın, insanlara verdiği "beklenmedik hareket korkusu"ndan başka bir şey değil. O korkuyu görüp de ona ortak olmamak ise kendimi, tek başımayken yaptığımda kafamı bacaklarımın arasına alıp kokacak kadar sevdiğim ama insanların çoğu zaman hoşuna gitmeyen osuruğum gibi hissetmeme sebep olan bir şey.

İnsanların arasındaki ilişkilerin bana hiç bir zaman bu kadar hayvani gelmediğini farkettiğim şu dönemde, insanların, hayvanların en güzel özelliği olan başkasının hayatına müdahale etmeme özelliğini almaması ise ilk okulda, bok sarısı bir yün içliği, annemin zorla giydirmesi kadar rahatsız edici. O içliğin, giydiğin pantolonun paçalarından ya da belinden fırladığında sebep olduğu ağlama hissine, bahsettiğim o başkasının hayatına müdahale etme durumunun başıma geldiğinde tekrar kavuştum, bu da ayrı bir şey.

Ergen muammelesi görmekten çok, "senin için iyi olan" a başkasının karar verişi, bunu sana "yapılması gereken en doğru şey" olarak göstermesi, sanırım fazla samimilikten kaynaklanıyor diyor ve bir tür sosyalleşme sürecinde olduğum şu dönemde yaz-ama-dığım yazılara benzemesin diye bu yazıya da  son veriyorum...

Doğum günümde üzerine 20 tane mumun konulup, önüme getirilmeyen hayali pastamın üzerinde yanan minik alevlere üflerken ki dileği tutma hakkımı kullanıp: "Ey annemin kutsal doğurgan rahmi, lütfen her şeye aynanda sahip olayım; zaten çok olmayan yazma yetimi sosyalleştikçe kaybetmeyeyim!" diyorum içimden ve bana ilk "Ne dilek tuttun?" sorusunu soran adama da şunu söylüyorum:

"Bütün dünyada barış."

15 Şubat 2010 Pazartesi

Sanki bu biraz günlük oldu bu sefer.

Sigaraya tekrar başlayan bünye, sigara sayısındaki artışla aynı orantıda tuvalete gitme sayısını da arttırıyor. Bunun vücudun üzerindeki "kıç aşınması" etkisi ise kendini tahta sandalyede oturuşun ikinci saatinde gösteriyor. Neyse ki müzik denilen şey var ki, kendisi, sörf tahtasıyla birlikte bir kolunu köpek balığına hediye eden bir insanın sahile doğru "imdat" çığlığına benzer yakarışımı duyup, acımı dindiriyor.

Sekizinci sigaramın ucu, elektrikli sobanın yanan şeysine kendini kurban verirken, düşüncelerim Alpha'nın Sometime Later şarkısına takılıyor. Sırf sözlerini öğrendiğimde etkisi azalacak diye şartlı reflekse soktum kendimi ama ingilizce bilen beyin kelimeleri seçiyor. Ben ise onları atmak için uğraşıyorum bir üzüm fabrikasında sapları ayıklayan bir kadın edasıyla. Böyle yapınca da şarkının son 50 saniyesi filan odamın kapısının altından dışarıya, boşluğa gidiyor. 

Gitsin. 
Gitmemesi gereken bir şey var ki, o da şimdi yazarak kalıcı hale getireceğim doğum günümdür. (Bkz: Yazının farklı amaçlar için kullanılması) 

12 Şubat gecesi saat 11:59 esnasında, Ankara'nın hangi baz istasyonundan geldiğini bilmediğim ses dalgaları kulağıma ulaştı. Nereden geldiğini umursatmıcak nitelikte olan sesin sahibine, "Aaa saat 00:01 (okunuşu sıfır sıfır sıfır bir şeklinde oldu)" dediğimde "Doğum günün kutlu olsun" dedi kendisi bana. Söylenmesi gereken şeylerden çok hoşlanmazken, doğum günüme o'nun sesiyle başlamam sonraki 24 saatide güzel kıldı sanırım. Sürekli otobüste, orta yaşlı erkek insanlarının ellerinde gördüğüm, kişisel gelişim kitaplarında anlatılan o "Nasıl düşünürsen öyle olur." düsturunun yaşanmış örneği oldum.

Sabah uyandığımda Billie Holiday'in çalması, içtiğim kahveyle sigaradan huzurlu bir şekilde zevk almam, ardından havanın sağanak yağışlı olmaması, Aysel'le Bostanlı'da buluşup, ilginç bir öğle yemeği yememiz, onun salatasından otlanmak, denizin gri olması, ve biz onun yanından geçerken Kings of Convenience çalması, doğum gününü unutan kardeşime "İyiki doğdun" diyip onun gününü değiştirmem, barda üst kattaki kalabalık arkadaş grubundan birinin doğum gününü pastayla ve alkışlarla kutlarken kendi kendime bağırılan ismi "Caan" diye duymaya çalışmam...

Güzel olan bir şeyi paylaşmak güzel. Bu lafın üzerimde ki etkisi ise, "Ne ulan bu optimizim!" sesinin kulaklarımda yankılanması oluyor. O yüzden kendimi "optimist" kalıbından çıkarmaya uğraşacağım paragrafı atlayarak geçiyorum.

Burada böyle optimist olmanın sürekli bişey olmadığı filan yazıcaktı, sonra aslında pesimist bi tarafım falan filan var dicektim daha süslü bir dilde.

Atlamış oldum.

Atlarken su birikintisine sıçrayıp üzerime çamurlamış olmam gerek ki ne yazacağımı bilemedim diyordum ki, gün geçtikçe benimle toplu taşıma araçlarında ya da banko kuyruklarında tanışan insan sayısının artışı geldi aklıma. Anlımda "Tescilli Güzin Abla" yazısı yazdığını düşünmeme sebebiyet veren bu tanışmalar bir yerden sonra yorucu olmaya başlıyor. Tam "tatlı bir yorgunluk" diyecektim ki, beynimin pesimist "Bu kadar polyanacılık yeter ulan!" diyip susturuverdi aklımdan geçenleri. Doğru düzgün yazı yazmamı engelleyen bu çatışmadan sağ çıkmak için aklıma "Neden yazının başında kıçımın acısının dinmesinden bahsederken doğum günümden bahsetmeye başladığım" geldi. Neyse ki kesip sonraya sakladığım bir paragrafım varmış o zamandan. Bende yazıdan kurtulmak için onu yapıştırıyım dedim. Yapış:

Gereksiz bir şekilde yazının başında kıçımdaki acımın dinmesinden bahsederken, aklıma bütün bir senenin karmaşıklığını alıp dördüncü boyutta bir yerlere fırlatan doğum günüm geldi. Yılbaşının başaramadığını başardığı için kendisi benim için yeni yılbaşı olabilir. 31 Ocak avucunu yalasın, yalarken de ağzına tuz tadıyla birlikte daha başka garip tadlar gelsin. Kulak kiri tadı mesela.

Yılbaşına küfrederken, neden kıçımdaki acı dinmesiyle, doğum günümü eşdeğer tuttuğumu da öğrenmiş olduk.

O çok izlediğim holivud filmlerinde "idealist öğretmenlerin" dediği ama hiç bir Türk öğretmeninden daha duyamadığım cümle yakışır buraya şimdi: "Dağılabilirsiniz arkadaşlar."

5 Şubat 2010 Cuma

Terli apış arası kokusu.

Ben oturma odasındaki kanapede kıçımı enine büyütürken, siyah beyaz kedim kapı sürekli açık olsun diye miyavlıyor, kardeşim eski sevgilisinden gelen hastalıklı mesajları okuyor, annem facebook'ta kendine 34 arkadaş yapıyor, TBMM'de 15-20 tane milletvekilinin yanakları, enseleri tokattan kızarıyor, digiturk'te sürekli "21 Gram" dönüyor, Lost'un son sezonu, Radiohead şarkısıyla tanıtılıyor, ablam 7 senelik ilişkisini bitiriyor, evdeki herkes bekar kalıyor.

Bekarlık sultanlık değil. Sultanlık tek başına olan bir şey değil. Tek başına olduğunda delilik oluyor. Bütün dünyaya, dünyanın haberi olmadan hükmetmek onların işi.

"Yatarak geçen zaman"ın "Ayaktan geçen zaman"a oranı 1'in üzerine çıktığında, beyin düşünmemesi gereken şeyleri düşünmeye başlıyor. Bkz: Zaman yolculuğu, paralel evren filan. Bunları düşününce de, beynimin içinde bir paralel evren daha oluşuyor. Oradaki Can diyor ki, "düşünceğine yaşa."
Ancak ikiz kardeşim Aslı dediki bana "sende ne eksik diye düşündüm, buldum sonunda, heyecan yok sende."

20 yaşıma giriyorum 8 gün sonra ve heyecan yok bende. Dışarda oynarken çişim geldiği zaman, sokaktaki arabaların tekerlerine işicek kadar kısa değilim artık. Bir arabanın arkasına geçip işesem, çişim cama gelicek, içeri sızıcak, içeriyi kokutacak diye kaygılanıyorum. Sonuç olarak işemiş değil, kaygılanmış biri oluyorum o eylemden sonra.

Bu durumun sıkıcılığı, kendini, internet kafenin 5 numaralı masasında, taktığın kulaklıktan dinlediğin müziğin, yalnızca sağ taraftan çalmasıyla kendini gösteriyor. O sol kulağın tıkanıkmış gibi gelmesi, bütün içinde bulunduğum sıkıntıya tercüme olacak cinsten.

8 gün sonra 20 yaşıma giricem ve sıcak oturma odasından çıkıp, banyoya girip, artan libidomu ellerimle dindirmeye bile çalışacak gücüm yok. Onu geçtim, geceleyin yan yatakta annem yatıyor diye mi yoksa o üşengeçliğim uyku halindede sürüyor diye mi bilmem, Lilith bile gelip ıslak uyandırmıyor beni.

Bu yüzden sabah ereksiyonuyla birlikte günün en fazla sekiz dakikasını sert bir pipiyle başbaşa geçiren, öğlen vakti televizyonu kapatıp 4 saat boyunca rüya görmeye çalışan ama gördüğü rüyalar filmlerden kareler olan bu embesil çocuk, sigarayı bıraktı diye çok fazla abur cubur tüketiyor. Tükettiği bu abur cuburlar, midesinde yer bulamayıp gırtlağına kadar geliyor. Akciğerlerinin arasında ilerliyen o tıkanık borudan fışkıran kusmuk ise blogger'ın beyaz sayfasında böyle sekiz paragraflık bir yazı yapıyor işte.

Al dokuz olsun.