13 Ekim 2015 Salı

Selam ben orta sınıfın ayaklı tanımıyım. Ailemin anne babaları Türkiye'ye çocukken gelmiş. Bir tek annemin babası olan dedem hatırlar yolculuğunu. Domuzlarla beraber bir gemiyle Ege denizini geçtiğini.... Afyon'a gönderildiklerini, orada bir kıza aşık olduğunu, kızla beraber ovalarda at yarışı yaptıklarını, sonra attan düştüğünü... Ardından İzmir'e geldiğini ve ailesinin zeytin ağaçları diktiğini... Zeytinini yemeye kıyamayacak kadar seven dedemin hikayesi de betimlemesi de boldu. Lise hayatım onları dinlemekle geçti. 
Anneannem ise modern sayılabilecek kadınlardandı. Ölümünden yıllar sonra, daha 30 yaşında 4 çocuğu varken dedemi bir bakkal çırağıyla aldattığını annem anlatınca öğrendim. Annemler delikten izlemişler öpüştüklerini. Daha fazlasını da yapmamışlar. Onu anlatırken bu hikayeyi tercih etmemin sebebi hayatı boyunca çok aşırıya kaçmayan ama hep bir döneminden ileride duran halini yansıttığını düşünmemden kaynaklanıyor. 
Dedemler, ikisi anlatmaya değmez, biri solcu ötekisi ise annem olan dört çocuk yapıyor. Sonra annem memur babamla evleniyor. Sonra biz dünyaya geliyoruz. Babam ben sekiz yaşında öldükten sonra da annem İzmir'e dönmeye karar veriyor vesaire vesiare. 
Şimdi İzmir'de mübadeleyle gelen bir ailenin torununu bulmak samanlıkta saman aramak kadar kolay. Kendinizi öyle çok ayrılacıklı filan hissetmiyorsunuz. Şehrin denize yakın olan kısımlarına yayılmış güruhun neredeyse hepsi bu tanıma girebiliyor. Benzer yaşıyor, benzer hissediyor, benzer gülüyorsunuz. 
Sezen Aksu'nun Son Sardunyalar şarkısını dinlerken yaz akşamlarında denizden gelen nemin, bahçelerdeki hanımellerinin, yaseminlerin kokusu, balkonlarında yada müstakil evlerinin önlerindeki merdivenlerde oturup konuşan teyzelerin görüntüleri, o teyzelerin siyah beyaz evlilik fotoğrafları, çiğdem çitletme sesleri, sirvisineklerin sokak lambalarının ışında muhabbet ederken ayak parmağını ısırma hissi ve muhtemelen daha fazlası bir bir aklına gelebiliyor bütün bu insanların. 

Buraya kadar genel olarak İzmirli yirmili ve otuzlu yaşlardaki orta sınıfın genel olarak nasıl bir geçmişe sahip olduğunu, çocukluklarını ve geçmişlerini tanımlarken nelerden bahsedeceklerini açıklamaya çalışıyordum. Ancak bütün bunlar tıpkı bu paragraf gibi ani ve sert bir şekilde bölünmeye, parçalanmaya, yerini umutsuz, depresif bir ruh haline bırakmaya başladı.

Herkes için bunun böyle olduğunu iddia edemem çünkü insanların bazıları değişime daha kolay ayak uyduruyor olabilir yada buna yavaşça kendilerini alıştırıyor ve kabul etmeye geçiyor olabilirler. Yada yaşadığım coğrafyanın ve sosyal çevrenin veya ailemin ülkenin geri kalanından farklı bir gerçeklikte beni yetiştirip bugünlerde suratıma tokat gibi çarpan müslüman (küçük m'yle) bir ülkede yaşadığım gerçeğiyle yüzleşmem sadece bana ait bir olgu olduğundandır. Bilmiyorum. Bildiğim tek şey beni şekillendiren bu coğrafyanın, toprakta yürüyebilecek bir biçimde suyun derinliklerinde evrimleştiren canlılar gibi artık suda solumaktan ziyade suyun dışında nefes alacak bir şeye dönüştürdüğü ve suların ne durulduğu ne de bir kuraklık yaşandığı bu aptal değişmez gölde solungaçsız, akciğerlerine kavuşmuş bir canlı gibi boğulmaya başladığım. Ablama bu bunaltıyı anlatıp bir umut belirtisi olarak 'yani annemler, dayımlar, vs bunlar 70leri 80leri atlatmış, şu anda o kadar mutsuz değiller' dediğim zaman ise örnek verdiğim insanların hepsinin 'hetero' oldukları cevabını almak, aile kurup kendilerine ait balonlarında suyun altında nefes alabildiklerini farketmeme neden olup ülkeden kaçma düşüncesini iyice kemikleştirdi.

Gitmeyi tercih etmekle kaçmak arasındaki farkı bugünlerde anladım. Daha bugüne kadar yurtdışında yaşasam nasıl olurdu sorusunu  bir kez bile kendime gerçekten sormadığımı, sadece fiziken burada olmayacağım düşüncesiyle kendimi geçiştirdiğimi farkettim. Hayatımda ilk kez gidebileceğim yerlerde karşılacağım insanlarla eğer Sezen Aksu'nun Son Sardunyalar şarkısını dinlersem, onlar için şarkının sadece notaların birleşiminden ibaret olacağını, içinde hiç bir kültürel kod barındırmayacağını, sana ait anıları olan aptal bir hediyelik biblonun bir başka insan için sadece bir biblodan ibaret olacağı gibi benim burada yaşadığım herşeyin onlara 'yabancı' geleceği gerçekliğiyle yüzleşmek zorunda kaldım. Sudan çıkmış balık olma durumunun zamanla geçeceğini bilecek kadar yaşadığımdan bunun çok korkunç bir şey olacağını filan düşündüğüm filan yok.  Asıl korkunç olan, güzel anılara sahip olduğun, seni sen yapan, seni dönüştüren, bazen sıkan ama çoğu zaman yalnız hissettirmeyen bir coğrafyada daha fazla güzel anılar üretebileceğini hissetmemen. Bundan sonrasında burada kalmanın mürekkebi bitmiş bir kalemle yarısı dolu bir kağıda hikayeni yazmaya devam etmekten hiç bir farkı kalmaması.

Bunları yazıyorum çünkü yaşadığım travmayı atlatmanın tek yolu bu gibi geliyor. Çünkü 'olur da gidemezsem' gibi bir durum olduğunda dönüp okuyacağım ve gitmem gerektiğini hatırlatacak ve beni zorlayacak bir anıya ihtiyacım olabilir gibi geliyor. Çünkü kolaya kaçıp, burada, ölülerin arasında, bu acıyı kültürleştirmiş gölde cansız bir şekilde süzülmeyi tercih edebilirim gibi geliyor. O yüzden bu yazı neredeyse boğulurken sudan buruşmuş parmaklarınla biraz daha kendini suyun üstüne iten o 'yaşayabilirsin' dürtüsünün kağıda yazılıp suratıma gösterilmesi gibi bir şey olacak. Sonuna da orta sınıfın o 'seçme özgürlüğü' ve 'daha iyisini isteme' dürtüsünün en güzel mottolarından biri olan otuz kere izlediğim The Hours'taki o meşhur repliği de yerleştiriyim tam olsun:

 It was death I choose life. 


3 Nisan 2015 Cuma


Şimdi bugün sabahın sekizinde nereden geldiğini anlamadan açıp dinlediğim şarkının oldukça öznel analizini yapıcam. Bu şarkının kime, nasıl bir çağırışım yaptığını Erzincan'da yaşayan Fadime teyzeyi siklediğim kadar sikliyorum ondan objektif yaklaşmak gibi bir niyetim yok. (Makale yazımında bu yaptığıma thesis statement vermek deniyor yani ana düşünceden bir iki cümleyle bahsediyorsun, ardından üç dört tane sinyal veriyorsun -öyle arabanın arka sinyali gibi değil- signal yani etimolojik olarak sign'dan türemiş kelime, Türkçe karşılığı tam ne bilemedim ama inceleme yazısı yazdığımdan bu dört sinyalin şarkının ilk dizesi ardından koro, sonra nakarat ve son dizesi şeklinde verebiliyorum.)

Şimdi derinden incitildim diyebilmesi için insanın, geçmişinde oldukça travmatik bir deneyim yaşamış olması gerekiyor. Bu gerekliliği sekiz yaşımda gözümün önünde ölen babamın yeterince, hatta gereğinden fazla karşıladığı konusunda ne Freud'un otuboku sik göte bağlayan psikanaliz yönteminin ne de komşumuzun 'içi şişmiş' minvalindeki yorumlarından oluşan kocakarı yöntemlerinin bir itirazı olabilir. Hatta şarkıda sonradan gelen mısraya tam olarak bir açıklama da getiremeyebilirler. Getirseler dahi öznel bir metinde bile onlara ihtiyacım olduğunu söylersem kendime ait sesi iyice kaybedeceğimin habercisi olacak ki bu da zaten bir sonraki mısrada anlatıcının 'terk ettim kendimi' derken ne demek istediğini anlatmam için bu metni okuyanlara biraz fikir veriyor.

Karakter ve kimlik denilen şeyler sınırlardan oluşuyor. Herkesin etrafında kilitli kapılardan oluşan duvarlar örmesi, her tanıştığı insanla güven ilişkisi kurmasının nedeni buradan geliyor. İncil'de Tanrının Havva'yla Adem'in bilgelik ağacından yediğini anlamasını sağlayan incir yaprağı ile kuku ve pipilerini kapattıklarından beridir bu böyle. Normal bir insanın hayatında da bu sınırlar babanın sana bağırıp tokat atması, annenin seni öpmesi, arkadaşlarının sana çelme takıp dizinde yara oluşturması gibi ufak tefek olaylarla belirlenirken, ikizimle benim durumumuzda bu durum böyle olmadı ve normalde uzun bir süre saklanılacak bir gerçeklik olan ölümle küçük bir yaşta oldukça grotesk bir şekilde karşı karşıya kalıp bir de üstüne anne figürü depresyona girip silikleşince kimlik denilecek şeylerden mahrum kaldık. Karaktersiz veya kişiliksiz insanlara dönüşmekten ziyade, hayatta utanç duyulacak pek bir şey olmadığını, kendimize 'özel' kılacağımız alanlar üretmeye dahi girişmeden, sanki bir kedinin kardeşlerinden birinin annesi tarafından yenildiğini gördükten sonra edineceği umursamazlıkla hayatımıza devam ettik. Ancak önüne engel konulmadığında  kendi engellerini yaratırcasına bizde sürekli olarak bir 'kendinin farkında olma' hali oluştu. Sürekli yaptığı eylemlerin sorumluluğunu iliklerine kadar hisseden, bazen aşırı düşünmekten Hamlet gibi hareketsizleşip bazen de bu hareketsizlikten sıkılıp fazlasıyla vahşileşip vücudunu yoran bipolar insanlara dönüştük.

Tanı yapmak işin kolay kısmı. Ama şarkının koro kısmındaki anlatıcının küçüklüğüyle ilgili dediklerini duyduğunda tanı manı pek sikinde olmuyor. Genel olarak her insan bu kısımla bağdaştırabilir kendini. Zaten o yüzden koro şeklinde söylenebiliyor bu mısra. Herkes küçüklüğündeki gibi kalmaz, herkesin anlatmaya utanacağı, yüzleşemediği daha temiz bir geçmişi vardır. Ya da geçmişindeki dünya şimdi yaşadığı dünyadan daha güzeldir vs. Ama insanların geneli bu minik kız/erkek çocukluklarını 12-13 hatta belki daha büyükçe bir yaşına kadar hayal edebilirken, benim için herşeyden habersiz, gördüklerini anlatamayacağım, anlatmaktan utanacağım, anlatırsan ağlayacağını düşündüğüm minicik halim gerçekten yedi yaşındaki Can'la sınırlı kaldı.

(Kendimi insanlardan farklı ve eşsiz göstermek için bir çabam yok. Aksine bana benzeyen insanların olduğu bir ütopya hayali kuruyorum ve buna en fazla ikizimle birlikte vakit geçirirken yaklaşıyorum. Zaten böyle bir şarkıyı yazabilen birinin olması da gayet yalnız olmadığımın göstergesi. Ama gene de öznel bir metin, o yüzden başkaları izleyici koltuğunda gösterinin bitimini beklemek zorunda.)

Nakarattaki hem üzgün hem de güçlü olan o ses benim dışarıdan görünen karakterimin özeti. Diğer insanlarla kurduğum ilişkilerde yakınlık derecelerini umursamadan herşeyimi açık seçik anlatmam, onlarda güçlü ve özgüvenli olduğum hissi yaratırken, duydukları şeyler de pek kendi deneyimleriyle örtüşmediğinden bir üzgünlük duygusu yaratıyor. İnsanların sürekli olarak beni hem imrenme hem de acıma duygularıyla bakabilecekleri bir şey olarak görmesine şaşırdığım da söylenemez o yüzden. Aslında bunun sebebi istesem bile hayatın bana çok da abartılacak şeyler yaşatamayacağını onlara anlatıp, bir ihtimal bana yardım edebileceklerini düşünmem. Yani ellilerine gelmiş bir kadının genişlemiş amının artık ufak siklerden haz alamamasına benzer bir şekilde, insanlarla girdiğim ilişkilerde deliğimin ne kadar büyük olduğunu gösterip, bana bir şeyler hissetirebilecek şeyler yaşatamayacaklarını göstererek ya korkutup insanları kaçırıyorum, yada denemelerine izin verip kendilerini yetersiz hissetmelerine yol açıyorum.

O kadar paragraf arasında yardım kelimesini sadece iki kere kullanmamın sebebi ise sadece gururumdan değil. Aynı zamanda insanlara pek yük olmak istemediğimden. Lakin ortada taşınacak ağırlıkta, uzay-zaman düzleminde yer kaplayan bir şey var mı ondan dahi emin değilim. Yani güçlülük gibi dışarıdan azda olsa değerli görünen tek özelliğimi de kaybedersem elimde pek bir şey kalmayacağı gibi, akıntıya kapılıp, başkalarının benim için karar alıp, bana şekil vermesi fikri iyice kendimi terketmeme yol açacak gibi geliyor. Bu yüzden 5 yıldır beni şekillendirmesine izin verdiğim insanla evlerimi ayırıp yalnız kalmaya başladım. Pişmanlık duyduğum 1-2 şey dışında hem aldığım karardan hemde 5 yıllık ilişkimin bu bölünmeden önceki ve sonraki hallerinden gayet memnunum filan. Neyse ama bu demek değil ki incelikler yüzünden kaybetmicem. Küfretsemde, pipimi karşılarına geçip sallasamda, orta parmak göstersem de kimse bunu yaparken kırma amacı güçmediğimi gayet iyi biliyor. Zayıf karakterlilikten ziyade koyun sürüsünün arasındaki inek gibi olmaktan gösterdiğim tepkiler tanıdık ama can acıtmıyor. Bokum bile onların sıçtığı boklar gibi çimlerden otlanırken zeytin çekirdeği gibi dişimin arasına takılmıyor. 

Ağzımda bok tadıyla şimdi istanbul senfoni orkestrası yaylılarını dinleyebilirsiniz. Yada özet isteyen gidip Skeleton Twins'i izleyebilir.











31 Mart 2015 Salı

Garip bir ülke, garip bir dünya, garip bir yıl, hatta garip bir yüzyıl. Bitmesini istemediğin bir blackout, Hollywood filmlerinden alışkın olduğun rehin alma görüntüleri, ölen insanların isimlerinin soluna konulan # sembolleri, kestirememezlikler, kafa karışıklıkları, garipsemeler, anlayamamalar, 140 karakterli açıklamalar, artan Arapça kelimeler...

Birbirine karışmış kültürel referans karmaşaları...

Neyseki rakı var. 25 yaşına gireli bir buçuk ay olmasına rağmen içimde yetiştirdiğim eski solcu amcayı daha fazla içimde tutamıyorum. Dünyayı kurtaramayacağımı doksanlarda sovyetlerin yıkılmasıyla değil, 13 gün boyunca kaldığım Bergama Çocuk Cezaevi'yle anlamamdaki usüle uygunsuzluk gibi, rakıyı ne bir peynir ne de bir mezeyle içiyorum şimdi. 

Pattern'lar yani Türkçe tam karşılığını veremediğim tekrarlanan motifler geliyor aklıma. Mesela Amerikalıların, yirmi yıl önce sırf uçakla ulaşım revaşta diye yüzlerce uçak kaçırmalı filmler çekmeleri gibi, Türkiye'de de seksenlerde sevgilileri cezaevinde olan çoğunluk için popstarların filan Hasret filan gibi şarkılar yapmasındaki benzerlik geliyor aklıma.

Etkileşim, birbirine çarpan ilişkiler, kollektif olarak bir şeyi anlama hali, 'we think the same thing at the same time' cümlesini şarkıya konu ettiren  o benzerlik...

Ama son onbeş yıl için böyle bir cümleyi, ya hala içindeyiz diye, yada çok hızlı değişiyor diye daha farklı zaman kapsüllerine koymayı denemediğimden tanımlayamaz oldum. Ya da 7 milyar insan olunca artık böyle bir benzerlikten bahsetmek azalıyor diye yada ben 1 kişi olarak 6.999.999.999 kişiden farklı hissettiğim yanılgısına düşüyorum diye de olabilir. 

Bilmiyorum. Postmoderizm böyle bir şey olsa gerek.

Analitik çalışan beynim sınıflandırma ve katagorilere koyma konusunda sıkıntı çektiğinde isyan ediyor. 

Mesela bir türk gencinin sırt çantasıyla dolaşırken oluşturduğu Into the Wild temalı bir instagram hesabında, vsco cam ile bezeli fotoğrafların altında Müslüm Gürses şarkısını gördüğümde oluşan katagorisizlik veya küme kesişmeleri beynimdeki sinir hücreleri arasındada hiç görülmemiş bağlantılar oluşmasına neden oluyor.

#intothewild yazıp yanına Müslüm Gürses dinlemem için öneride bulunurken, üreten varlığın kişiliğine dair bir fikrim oluşuyor ve ötesine geçmiyor. 

Yakınlık kuramıyorum.

Ve her yakınlık kuramayışımda, her o kollektif olandan ziyade 'bireye özgü' olanla karşı karşıya geldiğimde afallıyorum.

İşin komik tarafı, kollektif olana karşı da ayrı bir antipati gelişmiş olması bende. 

Sanırım dönemi özetleyen bu. 

Ortak paydalardan uzaklaşan, bireyselleşen ve birey olarak kendini varedebilme yollarını eskisinden çok daha rahat bir şekilde bulabilen, bu sayede kitlelere seslenmekten ziyade küme ve kümeciklere seslenebilen, buna razı olan, bununla idare edebilen, azıyla yetebilen varlıklar olmak.

Heralde bende bunun da ters tepmesinin sebebi, azıyla yetinemiyor olmam. 

Sanırım.