28 Aralık 2008 Pazar

Bir Öykü Denemesi Denemesi


uzun, karanlık, iki tarafı uçsuz bucaksız ovayla kaplı bir yolda yürüyordu. keskin bir soğuk vardı ve üzerinde ince koyu kırmızı kapşonlu ceketinden başka hiç bir şey yoktu. altı tamamiyle çıplaktı. soğuğu bütün vücudunda hissetti o an. ay yolun sağ tarafındaki ovanın üzerinden yükselmiş, havada asılı bir şekilde duruyordu. derken önünde bir ışık gördü. ışık arkasından geliyor olsa gerek, gölgesi oluşuyordu yavaş yavaş önünde...


bakamadı arkasına. yaşlı bir kadının bacağındaki selülitleri anımsatan aslaftın üzerindeki taşlar ayağına daha sık batmaya başladı. adımları hızlanmıştı. ışık daha da belirginleşmeye başladığında artık son gücüyle koşuyordu. arkasından gelenin bir araba olduğunu tam anlamışken durup kafasını çevirdi. ışık gözlerini almıştı...

uyandı.
titriyordu. üstündeki yorgan göğüslerinin izahsına çekilmişti. gövdesinin altı üşümüştü. yorganı düzeltti. gördüğü rüyanın etksinden çıkmasını engelliyordu bacaklarındaki soğuk. aklına yarı çıplak vücudu ve ışık geliyordu. gözlerini kısarak esnedi. esnerken burnu büzüştü, küçük bir domuz yavrusuna benzedi. çocukken gördüğü terbiyeden olsa gerek, evde tek başına olmasına rağmen esnerken ağzını kapadı. yorganın içinden çıkmak istemiyordu. havadaki gri tonlar, sabahın sessizliğ ve yatağın sıcağı günlerden pazar olduğunu anımsatıyordu ona. oldum olası nefret ederlerdi pazarlardan. yanlız geçirilen bütün bir günden. uzun geceden ve gelmek bilmeyen uykulardan...

kalktı. yatağının karşısındaki, kırmızı aşhaptan, üstü makyaj malzemeleri dolu komidinin üzerindeki aynadan, uyurken tokası düşüp bozulan saç örgülerine nefretle baktı. bugün saçları azda olsa dalgalı olsun istiyordu ama şimdi aynaya baktığında dağılmış bir kıl yumağından başka bir şey görememişti. annesi aklına geldi. onla birlikte yattıklarındaki gecelerin-toplasan bir elin parmak sayısını geçmezdi- sabahında annesinin uyanıp, yataktan hiç zorlanmadan çıkıp, tuvalete gidişini, geri gelişini, üstüne kalın birşeyler alıp mutfağa gidişini hatırladı. bütün bunları yaparken annesinin saçları hep dağınıktı aynadaki yansıması gibi...

hala yataktaydı. bağdaş kurmuştu. yorgan ayaklarının üzerindeydi, üşüyen bacakları değil gövdesiydi şimdi. sağ eliyle kuş tüyü yorganın sol köşesini tutup, üzerinden bir hamleyle kaldırdı... ayaklarını yatağın kenarına doğru sürükleyip yatakta oturur poziyona geldi. gözlerini ovduktan sonra ayağa kalktı. terliklerini giyip pencereye doğru yöneldi. içerisi kendi ağız kokusuyla dolup taşmıştı, dişlerinin arasındaki şeyleri diliyle temizlerken, bir yandanda eliyle ağzının kenarındaki kurumuş salyaları dağıtıyordu. perdeyi, ardından penceri açtı...

aynı soğuğu tekrar hissetti. dışarıdan gelen toprak kokusu ve yerlerdeki su birikintileri gece yağmur yağdının göstergesiydi. sokağa baktı. sokağın karşısındaki kaldırımdan yürüyen siyah ceketli adamı izledi. muhtemelen otuzlu yaşlarındadır diye düşündü. tam o sırada adamın arkasından gelen arabanın lastikleri tamda adamın yanından geçerken su birikintisine girdi. araba sendelerken adamın üstü çoktan çamurlu suyla dolmuştu.

arabanın arkasından elini kaldırıp küfretmeye başladı. bütün vücudu kaskatı kesilmişti soğuktan. yüzünün sol tarafı çamurlu suyla kaplıyken cebinden mendilini çıkardı. önce alnını, sonra gözlerinin etrafını sildi. mendile baktığında yüzüne gelen suyun az biraz çamurlu olduğunu gördüğünde rahatladı. çünkü o sinirle siyah, kadife kabanına gelen suyun çamurlu olup olmadığına dikkat etmemişti. üzerine bakarken araba şöförünü düşünmekten kendini alamadı. kullanılmış mendilini buruşturup atarken, mendilin kanalizasyon mazgallarının arasındaki boşluktan girip düştüğünü düşündü ama mendil bir demirin üzerinde, tıpkı lise yıllarında okul bahçesinin ortasında duran sivilceli, üşüyen kendisi gibi tek başına durdu. nasıl olsa bir rüzgarın etkisiyle yada bir ayak ittirmesiyle mazgalın içine girer diye düşünüp mendili arkasında bıraktı. uzun sokağın ortalarında ilerleyen o lanet arabayı hala görebiliyordu. şöförü muhtemelen kadındır dedi kendi kendine. araba sokağın solundan sağa doğru dönerken içinden bir kere daha küfür etti ve yanında ona başına geldiğini gördüğünü söyleyen bakışlarla bakan adama dönüp; "bu kadınlara ehliyet mehliyet vermesinler kardeşim artık" diye söylendi. arabanın arka kısmına son kez baktı.

kafasını çevirip önüne doğru baktı. yağmur yağmaya başlamıştı. arabanın siliceklerini çalıştırdı. hala üzerine su fışkırttığı o adamı düşünüyordu. sokağın köşesinden dönerkenki yüz ifadesi gözünün önünden gitmiyordu. lanet edercesine küfür ettiği gözlerinden okunuyordu adamın. durup özür dilemeyi aklından geçirmiş olması vicdanını rahatlattı. yapıp yapmamış olması önemli değildi. lakin yetişmesi gereken bir yer olduğu durumunu kendince bir bahane olarak kullandı. yoksa özür dilemeyi isterdi. kendi kendine bunları düşünürken, "kimi kandırıyorum, beceriksiz şöförün biriyim işte, ötesi yok" dedi içinden. gözü dikiz aynasının altındaki dijital saate takıldı. geç kaldığını farkedip gaz pedalına bastı. ayağını hareket ettiğirdiği anda daha dün aceleyle traş bıçağıyla aldığı bacakları kaşındı. sol eliyle direksiyonu tutarken sağ eliyle bacaklarını kilotlu çorabını bir ileri bir geri yaparak kaşımaya başladı. kaşıdıkça kaşıyası geliyordu. dizaltı eteğide iyice yukarılara doğru çekilmişti. selülitsiz bacaklarına baktı. hoşuna gitti bu ayrıntı ama ağda yapmadığına lanet etti. kilotlu çorabından dolayı tırtıklı bacakları O'nun tarafından farkedilmiyecek olması içini biraz rahatlattı, zaten bir yerde oturup yemek yiyeceklerdi. boşverdi. boşverirken kafasında O'nunla ilgili fanteziler canlanmıştı, bacağının kaşıntısı geçmiş, gaza daha hafif basmaya tam başlıyacakken tekrar aynı şeyi yaşadı... araba sendeledi. bir çukura girdi. yanındaki adamın üzerine su sıçrattı.

aynı sokaktalardı hepsi. örgüsü açılan saçlarını, tarayıp, bakkala giden kadın bu sefer siyah ceketli adamın karşısındaydı, adam karşısından gelen arabaları görebilmek için karşı kaldırıma geçmişti, araba süren kadın ise bacaklarını kaşırken farketmeden u dönüşü yapıp geldiği yola doğru tekrar ilerlemeye başlamıştı....
hepsi aynı sokaktalardı....

2. Kayıt Namına


eve vardığımda saat altıya geliyordu. sıcak odaya girip saate baktığımda gördüm bunu. yavaşca daire çizen bir çubuğun anlattıklarına güvenerek...


dışarıdaki soğuğun vücudumdaki etkileri hala devam ediyordu sıcak odaya girdiğimde. geçici felç geçiren ellerim kıpırdıyamıyor, yüzüme, özellikle yanaklarım ve burnuma toplanan kan suratımı kırmızı gösteriyordu. kıyafetlerimi çıkarmadan yatağın üzerine uzandım. yüz üstü yattığımda kedi yanıma gelmiş, saçımı yalamaya başlamıştı çoktan. ensemdeki saçları annesiymişim gibi yalamaya başladığında ise mayışmış olmalıyımki uyuya kalmışım.

uyandığımda saat 10'du. şu an ise 00:49.

aslında bir arkadaşın verdiği başka bir blog adresindeki öyüküyü okuduktan sonra, bir öykü yazmak istedim. kafamı çok zorlamadığımdan yada hayal gücüm zayıf olduğundan sadece kendi hayatımdan bir kesiti hikayeleştirebileceğimi farkettim.

başta yazdıklarımın sonlarında ki 1. tekil şahıs eki -m eklerini sonradan ekledim vazgeçince. bu kararımda etkisi olan bir diğer şey dustin o'halloran'ın şarkılarınında etkisi oldu. ilginç bir şekilde piyano ruh halimde değişimlere sebep oluyor. her neyse.

uzun zamandır -hatta tam tarih verebilmek için şimdi bloga geri döneyim- 17 kasım 2008'den beriymiş, blogun amacının dışına çıktığımı farkettim. bunu ilk bademciklerimi anlattığım yazıyla yapmışım. sonrası dedem, sonrası başka şeyler vesaire vesaire...

amacımdan sapmışım yani. başlarda dinlediğim müzikler, okuduğum romanlar gibi şeyleri anlatmayı hayal ederken (ki gerçekten hayal etmiştim) sonradan bunu "tam olarak" yapamıyacağımı farkettim. örneğin camus'un "düşüş" romanını okurken düşündüklerimi, hissettiklerimi tamamiyle anlatmama imkan yoktu. bunu yapabilmem için kitabı okurken bir yandan da yazı yazmam gerekir diye düşündüm. ayrıntıya önem verdiğimden olsa gerek, hissettiğim herşeyi yazıya dökmeyi başaramadığımda (bunun sebebi unutkanlık olabilir, o anki ruh halim vs olabilir) sıkılmaktan daha ziyade başaramamanın etkisiyle başka bir yöne evrildim.

dedemin ölümü aslında değiştirici bir role sahip bu konuda. ölümü yaşadım sonuçta. hesse'in damien romanında
(şu anda onu okuyorum) dediği gibi: İlk kez tadıyordum ölümü ve ölümün tadı acıydı çünkü doğmaktı ölüm, korkunç yenilikler karşısında duyulan dehşet ve ürküntüydü.

velasıl (kendi "v" gibi hissetmeme yol açıyor bu kelime) bu blog bir günlük, bir benlik(çocukken ve lisedeyken yazdığım şeylere bu ismi veriyordum) görevi görmeye başlayıp, kendime özel şeyleri anlattığımı farketmeme yol açan O'nun da etkisiyle, blogu (hep bloğu yazasım geliyor-belkide doğrusu o) davet ettiğim insanların okuyacakları şekilde ayarladım. bu yazdıklarım özeldi ve paylaştığım insanlarda öyle olmalıydı vesaire...

yani buradan yola çıkarak bundan sonra yazacağım yazılarda anlatacaklarımın pek değişmiyeceğini söyleyebilirim. farklı şeyleri arada denemeyi hala düşünüyorum ama çokta önemli değil.

bu yazıyada 2. kayıt namına ismini vererek ve kişisel bir fotoğraf ekliyerek -ki bundan sonra bütün yazılara kendi çektiğim fotoğrafları koyma kararı aldım. arada başkalarınınkini koyarsam da yazının sonuna not olarak eklerim- yazıyı burada sonlandırıyorum....

26 Aralık 2008 Cuma

Özeleştiriye Benzer Birşey

3 yıl. 1094 gün. 26280 saat. 1.576.800 saniye...

hepsi birbirine eşit olan 4 farklı rakam...

benim için bir anlamı var bu rakamların. belki tam bugün değildi ama bugünlerde bi zamanlarda olduğunu hatırlıyorum. soğuk günlerden, dedemin evinden, oruç tutan insanlardan vesaire vesaire...

türk telekomdan bi adam gelip alınalı 3-4 ay olmuş bilgisayara internet bağladıkları o gün çocukca bir sevinç yaşadığımı anımsıyorum. 

ne aptallık!!!

3-4 ayda 20'ye yakın  oyunu tükettikten sonra elinde tüketecek hiç bir şeyi kalmayan, hep daha fazlasını isteyen insan evladının yapacağı en doğal eylemdi bu. 

modemin ışıkları yanmaya başlamıştı, yanıp sönen ethernet ışığından sonra dsl ışığıda yanınca artık tamamdı. internet explorer açılabilirdi. google'ın mavi, kırmızı, sarı, yeşil renkli logosu görüldüğünde artık önümde sınırsız bir dünya vardı. reel dünya bir anda yok oluyordu. google'ın o'ları sanki bir kara delikti ve karadeliğe girdiğin anda nasıl zaman yavaş akıyorsa, bunda tam tersi bir şekilde zaman hızlı akmaya başlıyordu. ve karadeliğin diğer ucundan çıktıp, diğer evrene vardığında arkanda bıraktığın evren sadece küçücük bir kırmızı "x" işaretinden başka bir şey değildi. artık yep yeni bir evrendeydin. keşefedilecek yazılar, müzikler, filmler(normal olarak buna porno da dahil), fotoğraflar ve son olarak keşfedilecek insanlar vardı. 

tam da bu sırayla gitti intereneti kullanış biçimim. ilk önceleri google'dan (o dönem içinde bulunduğum durum sebebiyle) ideolojik şeyler araştırmaya başladım. e-book'lar indirip "okumamalar", forumlardaki koyu tartışmaları dışarıdan izlemeler, radikal gazetesini internetten okumalar bu dönemde oldu. aynı dönem içersinde gene ideolojik olan müzikler rapidshare'den inmeye başladılar teker teker. internet kotalı olduğundan normal filmler izlenmezdi. porno ise arada bir idi. lakin ideolojim beni cinsel anlamda da tatmin ediyordu o zamanlar. (ki insan bi amaç için birşeyler yaptığında bu durumun yaşanması normal - öss çalışan bir çocuk mesela) her neyse msn ve benzeri şeylerde o dönemde çok kullanmadığım iletişim araçları olarak kaldı. yani insanlarla tanışma meselesi daha ortalıkta yoktu. biraz hayalet gibi dolaşıyordu ortalıkta ama tanımadığın adamdan şeker alma zihniyetinden kaynaklanıyor olsa gerek, kimseye msn vermemeyi tercih ediyordum o dönem.

sonra başka şeyler oldu. x tuşuna bir gün içinde, yalnızca bir kere basmaya başladım. oda sabaha karşı oluyordu. o tuşa basılasıya kadar yanımdaki cisimler, insanlar, onların kokuları, sesleri, dokunuşları yok olmaya başladı. hiç birinin farkına varmamaya başladığım dönem hiç bir bilgim yoktu bu durumun nelere yol açacağına dair...

ardından insanlarla tanışma aracı olarak interneti kullanma durumu başladı. 

myspace... sanırım internetin hayatımdaki anlamını en iyi açıklayan isim bu: my space... (her ne kadar benim alanım şeklinde çevrilsede, ingilizcenin gözünü seveyim işte böyle kelime oyunları yapabiliyor)

myspace'le birlikte google'ın o'sundan geçtiğin diğer evreni kendine ait kılabiliyordun. işte burada başlıyordu bütün olay...

başka bir evrene geçmişsen eğer ve bu evrende (senden önce veya senden önce geçmiş o karadelikten farketmez) birileri varsa ve bu birileri seni tanımıyor, senin hakkında hiç bir şey bilmiyorsa işte bütün olay o zaman başlıyor...

insanın (en azından 17 yaşındaki ergen benim) hiç tanınmadığı bir evrende olduğunu idrak ettiği anda yaptığı eylemin adı: "ikinci kimlik oluşturma sanatı"nı uygulamaktan başka birşey değil.

tarih boyunca sürekli ikinci bir şans isteyen insan evladı ilk yalanı yarattı. yalanın kolay açığa çıkan birşey olduğunu anladığı anda, dini yaratıp yalanı yasakladı. cennet dedi, cehennem dedi, ölümden sonra yaşam dedi, reenkarnasyon dedi, tekrar diriliş, yeniden doğuş dedi. hepsinde de arz belliydi: ikinci bir şans, sıfırdan başlayabilme şansı...

hiç biri yeterli gelmedi. hiç birşey yeterli gelmiyordu zaten insana. ölümden sonrasıyla yetinemez olduğu anda kayığı, gemiyi, treni, arabayı, uçağı, uzay gemisini yarattı kaçmak için. başka bir "yerde" sıfırdan başlamak istedi bu sefer...

bu da yeterli gelmedi. işte o zaman interneti yarattı. şimdiye kadar en tatmin edeni bu oldu. çünkü tarih boyunca geçirdiği evrelerin hepsini burada yaşayabilirdi.

yalan söyleyebilirdi en başta. mimik yoktu, hareket, tepki, bakış, ses tonu... hiç birşey yoktu insana dair. sadece ve sadece 1 boyutlu bir yazı karakterleri ve smiley'lar vardı. 

yalan söylemeyi tekrar keşfettiğinde bu sefer kendi cennetini ve cehennemini yaratabilirdi. cennetteymiş gibi mutlu, cehennemdeymiş gibi acı çekiyor gösterebilirdi kendini. tek yapması gereken :) :( işaretlerini yazdığı yazıların sonlarına koymaktan başka bir şey değildi.

yalan söylemeyi, cennetini ve cehennemini yaratmayı öğrenen insan bu sefer bulunduğu yeri de değiştirebilirdi. kanarya adalarından birinde, büyük bir villada yalnız başına yaşadığını iddia edebilirdi artık. tek yapması gereken photosoptu bu sefer...

artık sıfırdan başlayabilirdi. 

"oturum aç" diyerek 2-3 saniye önceki insana dair hiç bir şey bırakmayacağını sandı insan. yeni evreninde gezegen gezegen dolaşabilirdi. myspace vardı, facebook vardı, manjam vardı... vesaire....

farklı farklı hesaplar alıp 3 tane, 4 tane hatta yüzlerce farklı benliğe bürünebilirdi artık. 

bir kere değil on kere sıfırdan başlayabilme şansı eline geçmişti insanın... ama bu da yetmedi insana. 

bir de öbür evrendeki yansımasını görmek istedi karşısındaki insanın. tanıştıktan saatler, günler, aylar ya da hiç farketmez ama bir zaman sonra karşısındakini duyumsamak,  görmek, duymak, koklamak geldi içinden insanın. en başından beri istediği en "insani" şey buydu belkide . o yüzden karşılıklı "x" ya da tuşlarına bastıktan sonra görüşmeye başladı insanlar. elinde veya gömleğinin cebinde kırmızı karanfillerle dolu insanlar doluştu belirli noktalarda, cafelerde, barlarda vesaire... 

artık sıfırdan başladığın evrende değildin ve herşey gerçekti. hiç birşey 1 boyutlu değildi ve boyutları aşacak şeyler vardı.

ancak insan diğer evrende bu kadar zaman geçirdiğinden dolayı bütün duyularını körelttiğinin farkına varmadı. 

konuşamıyordu artık, duyamıyor, dokunamıyor, dokunsa bile hissedemiyor, baktığında sadece iki gözü, iki kulağı, saçları ve benzeri olan bir insandan başka bir şey göremiyordu. 

bu iki insan bir aşk yaşamaya başlarsa eğer, internet dışında en rahat iletişim kurabildikleri yol telefon mesajları oluyordu. lakin yazarak kendini ifade edebilme yetisi diğer evrende tek kullanılan yoldu.

biten ilişkilerde ya msn ya da mesaj üzerinden oluyordu. 

insanlar delete tuşuyla silinecek kadar basit "şey"ler olmuştu artık. bir anda yeni evrendeki hayatına sokup, bir anda çıkarabilirdin...

neden bunları yazdığıma gelince. 

internetten yeni insanlarla sık sık tanıştığım bir dönemdeyim, dönemdeydim. bu evreni idrak etmem 3 yılımı aldı sanırım. aslında 3 yılın sadece şu son 1 ayında idrak edebilme yetisini kazanmaya geri başladım sanırım. 

"geç olsun, güç olmasın" lafı, şu durum için "4 kelimeden ve bir virgülden oluşan tümce" den başka birşey değil.

lakin sevgi, mutluluk, üzüntü, ağlamak, nefret etmek, kıskanmak, değer vermek gibi duyguları, ancak bir karikatürü okurken alabileceğiniz kadarını veren internetle 3 yıl boyunca içli dışlı olan "ben", bir çok şeyi kaybetmiş haldeyim. 

artık hissedemiyorum.

aşk, sevgi, arkadaşlık, nefret, kin gibi yukarda bahsettiğim ve bundan başka hatırlıyamayıp yazamadığım bir çok duyguyu, gerçek dünyadayken hissedemiyorum artık...

bu hiç bir zaman hissetmiyeceğim anlamına gelmiyor, biliyorum. yani umudum var benimde.

pandoranın kutusundan yayılan kötülüklerin arasında çıkan tek iyilik olan umuda inanıyorum en azından.

lakin sigara gibi internette hayatımdan bir çok şey aldı, bir şeyler vermekten çok... (verdiği şeyler ancak filmler ve müzikler olabilir, bir de bir iki insan)

öss, aile ilişkileri, tabi en başta duygular... bunları aldı.. vesaire...

her neyse.

buda bir özeleştiri yazısı olmaktan çıkarken toparlamış oldum az da olsa..

şimdi, Manathan'daki apartmanlardan birinde olan dairemin penceresine doğru ilerliyeceğim, bir puro yakıp, elimede viski alacağım, ardından su yatağıma yatıp uyuyacağım... lakin yarın Mars'a bile uçabilirim bu kafayla.... bu evrende....

20 Aralık 2008 Cumartesi

hacmen %45


ne zamandır "kafayken yazıcam ulen" diyordum. ahanda yazıyorum. sebep? asıl ben işte bu diye. sade, düz insan can!

3 duble rakı içtim. acık bilincim yerinde. o kadar kötü değilim ancak.. kendimi özgür ve rahat hissediyorum. tam özgür ve rahat da değil aslında, kaygısız demek daha doğru olur.

ne yazıcam gerçi ona dair bi fikrim yok.

buldum. yeni rakı!

hoş bişey bu yeni rakı. tadı filan. kaliteli vesselam (böyle kıl-yün kelime yok türkçede)

yeni rakı hakkında yazacaklarım tam olarak bu kadar değil. anasondan, kuru ve yaş üzümden filan yapılıyormuş, fiyatı da 33.5 yetele imiş. 70lik olanının yani. onu gördüm yağlı gibi görünen camında. soğuk içilmeliymiş, 8-10 derecede mesela idealmiş falan filan.

önemsiz ayrıntılar silsilesi...


"içki içmeyi neden seviyorum?" bak bu yeni konu olabilir.

sarhoş olmayı sevdiğimden. tam sarhoş olmakta değil aslında. sarhoş olmaya kadar varılan yol esnasını seviyorum ben.

(yazı uyku basmasından yarıda bırakılmıştır. başka bi kafa zamanda devamı getirilebilir, getirilmiyedebilir. belirsizlikler yumağı işte bu)

16 Aralık 2008 Salı

"viceroy-monte carlo-winston" üçgenindeki neandertal

neden diye sordum kendime.
yok yok! böyle yazıya giriş yapmam, samimi gelmiyor. sinirimi bozuyor hatta.

saat sabahın 6'sı şuanda. gene uyuyamadım. saat 10'da yattım beynim boş bi şekilde ve uyuyakaldım. bir gün öncesinden 3 saatlik uykuyla durmaktandı bu kadar erken yatmamın sebebi. lakin mutlu da olmuştum. uzun zamandır ilkkez bu kadar erken uyuyabilmişken, sabah erken kalkacağımı hayal ediyorken telefon çaldı. kendimi saatlerdir uyuyor gibi hissettiğimden perdeyi aralayıp dışarı baktım, sabah oldu mu diye merak ettiğimden. hava yeni aydınlanıyor gibi geldi gözüme. korktum. sabahın bu saatinde çalan telefonların hepsi ürkütücüdür. ölümü haber verirler yada birinin başına bişey geldiğinin. hastahanedeki kuzenim aklıma geldi. ölüm... duygusuzmuşum onu anladım. üzülmedim
telefona giderken bile. şaşkın bi ses ifadesi takınıp, "alo?" dedim. arayan arkadaşımdı. televizyonda ablamın röportajının yayınlandığını söyledi. şaşkın ifadesi takındım. (sahtekarın teki miyim ben ne?) tamam aysel dedim. uyuyordum ben falan filan. kusura bakmalar, önemli değiller, öptümler, görüşürüzler ve son olarak telefonun kapanırken çıkarttığı ses...

yatağa geri döndüm. uykum tamamiyle kaçmış olmasının verdiği sinirden çığlık attım.

sonrası belli. uyuyamama, yataktan çıkma, internete girme. msn vesaire. kitap okumaya çabalama, film izlememe isteği de var tabi.

sonuç olarakta buradayım. blogger'ın beyaz-mavi-turuncu ve yavruağzı tonlarındaki yazı yazma şeysinde bunları yazıyorum. yazıcağım konuyuda düşündüm önceden. (çöp arabası geldi, şarkının sesini bile duyamıyorum şuanda)

sigara meselesi.

yazacağım konu bu. -her ne kadar bileklerim nasırlaşmaya başlasada klavyeyle yazı yazmaktan-

hoş birşey sigara. alt komşunun mavi gözlü kızı sayesinde tanışıtım sigarayla. kızı hatırladıkça aklıma tek gelen gözleriydi ki ondan başka bi özelliği de yoktu. bize gelip balkonda sigara içerdi. o liseye yeni başlamış, bende ortabirdeydim. mutfak balkonundaki kullanılmayan fırını, kaloriferin mezot deposunu, soğanların konulduğu sepeti hatırlıyorum. hep bi karanlık vardı o balkonda. ışık açılmazdı nedense. yandaki inşaatı hatırlıyorum birde.

neyse.

gelip sigara içtiği dönemlerde bende "versene" dedim bi gün. içime çektiğimi hatırlıyorum. öksürdüğümü, gözlerimin yaşardığını, güldüğümü, gülerken öksürdüğümü...

ikinci nefes daha basitti. etkiside baş döndürücüydü. boğazımın yanmasını, heyecanı, kokuyu, mavi gözlü kızın yüzündeki gülümseme hala aklımda... ortabirdeyim daha...

sonra tek sigaralar almaya başladım kızdan, ardından utanmaya başladım ortaikiye geçtiğimde.

"otlakçılık kötüdür"

ilk paketime bir buçuk milyon verdiğimi hatırlıyorum. viceroy... şeker gibi kokan, balgam yapan, ucuz sigara. o dönemde herkesin bu sigarayı içtiğini hatırlıyorum, yerlerdeki boş kutulardan böyle bi sonuç çıkardığımı da.

ardından klasik şeyler:

-gecenin bi yarısı balkonda
-banyoda
-tütsüyle duman altı yapılmış oda da (bunu keşfettiğimde 2 yıl olmuştu sigaraya başlıyalı, neden önce düşünememiştim diye pişman olduğumu hatırlıyorum)
-sokak köşesinde

sigara içme eylemi...

ta ki kavgalı bi günde saklanan paketin yerini bulan anneyle olan tartışmaya kadar...

anne: bu ne? (elindeki paketi gösterir)
neandertal adamı(ben oluyorum o): neye benziyor?
anne: ne yapıyorsun sen bunla bu yaşta?
n.a. : ne yapılırsa onu. (burada atılan bakışları hatırladıkça gülesim geliyor. sanki gözlerimizle çekişiyoruz)

bu sohbetin ardından barışma vesaire oldu tabi. sonra annemle bira içtiğimiz bi gün boş anından faydalanıp yanında içmeye başlayınca gerisi geldi.

yanında içmeler, paketinden almalar, birlikte içmeler vesaire

sonuç?

7 senelik sigara içiciliği... bunla kalsa ne güzel olur du demi? olmaz ama.

zayıf bi surat, kararan dudaklar, sararık dişler (o kadar değil genede), yağlı-pis bi yüz, kronik faranjit tespiti, parasal çöküntü.

sigaranın zararlarını filan umursamıyorum. kanser yapar vesaire. umursadığım temiz görünmek istediğim şu dönemde, benim üzerimde bıraktığı etkileri. başka bişey değil.

arınıyorum filan değil.

değişiyorum sadece.

belkide pejmurde görünmekten bıktım bilmiyorum, ya da görünüşüme dair kaygılarım var. sebebi çokta önemli değil. yapıyorum ya.

saçımı kestirmek gibi bişey.

üçe vurdurduktan sonra yerdeki peruğa benziyen saçları izlemek kadar iç acıtıcı olabilir sigarayı bırakmak ama aynaya baktığımda unutacağım kesin.

en azından öyle umuyorum.

bunları neden yazıyorum? daha bitmedi aslında yazacaklarım. sigarayı övmek istiyorum. övebilirim. hatta başlıyayım övmeye:

sigara denilince akla gelenler listesi:

-boğazınla akciğerinin arasında bıraktığı bıçaklanma hissi,
-yemeğin üstüne soda gibi gelmesi,
-ağzından çıkan duman kütlesinin uzaklaşmasını izlemek,
-yakmadan önce kokusunu almak,
-açlığı bastırması (midene taş koyuyor hissi veriyor böyle),
-bazende rahatlatması...

başka bişey değil.

genede bırakılmıyacak kadar sebebe sahip değil. hayattan alınabilecek bir sürü zevk var. çikolata gibi. evde stok yaptım. saklıyorum. yiyip bitirebilirim yarın (sigarayı tamamiyle yarın bırakıyorum)

bitti bu kadar.

13 Aralık 2008 Cumartesi

annemin "uyu artık" lafını bir günde 20 kere kullanması üzerine


çenemin sağ tarafına doğru soktum biranın ağzı kısmını. dişlerimle kapağını açabilmek için zorlarken, şişenin kahverengi camının soğuğunu yanağımda hissettim. içindeki asidi salarken çıkardığı sesini duyduğumda şişenin kapağını ön dişlerimle çıkarttım. 
bi yudum almadan önce, kızartılalı 6 saat olan patateslerden kalanlardan bi tanesini ağzıma attım. 

bayat patates kızartması...

saat gecenin 4'ü ve ben yazı yazıp, bayat patates kızartmasıyla birlikte bira içiyorum. 

amaç: uykumun gelmesini sağlamak.

sonuç: belirsiz.

yaklaşık 10 yıldır durum böyle ve hiç bir zaman sonucun sabit bişey olduğunu göremedim. eskiden 2 birada uykum gelirken şimdi dördüncüye geçmeme rağmen gözlerim sadece yanıyor. yatağa gidip yattığımda ise ne uyku kalıyor ne de ona benzer bişey. gözlerimin yanması bile geçiyor.

-uyku-

düzensiz hayatımın karanlık tarafını 6-8 saat 
arası uzatan kısmı.
ne bi rüya, ne bi hayal, ne bir renk ne de bir ses var. zaman bile yok. 
yalnızca karanlık, tıpkı ölüm gibi...

göz açıp kapama durumu... başka bişey değil aslında

değişen şeyler ise şunlar olur gözümü kapatıp açtığımda:

yatarken kucağımda olan yastığın yerde olması, havanın aydınlanması ve çarşafın altımdan kayması. suratımın estetik ameliyatından çıkmış kadınların ablak suratlarına benzeyişi, gözlerin japonlaşma, dudakların ise zencileşmesi. çenemin yumruk yemiş gibi ağrıması. saatlerdir sigara tüketmemiş bünyenin, vampirsel bi şekilde sigaraya saldırma isteği...

başka bişey değil. 

benim için uyku böyle bişey işte. tamı tamına 10 yıldır hemde. 10 yıldır rüya görmeyen bünye rüya gördüğünü sanar her sabah. bişeyler gördüğünü düşünüp anlatmaya çalışır her normal insanların yaptığı gibi ama anlatış süresi balıkların hafızalarını yenileme süresinden bile kısadır. lakin şu şekil olur:

rüya gördüm ben.

bitti...

bu kadar. devamı gelmez. "eee?" der dinleyici ama bu bünye cevap veremez. surat, hıçkırık tuttuğunda geçirmek için yaptıkları, "sen şunun bunun yumurtasını çalmışsın" dediklerinde oluşan garipsiyen surat şeklini alır. yalan söylemiyordur ama karşısındaki bunun yalan olduğunu düşünüyordur. suçlar gibi bakmaz ama öyle hissettirir.

insanların değerli zamanlarından 1 saniye çalar her sabah bu çocuk.

doktora gittiğinde doktoru "herkes rüya görür, sende görüyorsun bazen (her zaman görmüyormuşum çünkü o kadar uyumuyormuşum) ama gördüklerini hatırlamak istemediğinden beynin bunları geri plana atıyor" der. 
garipserim...

korkakmışım meğer. altından kalkamıyacağım rüyalar görüyormuşum.

soramadım tabi ona neden sakin rüyalar görmüyorum diye. ama asıl merak ettiğim buydu. hayallerimi yaşamaktı istediğim. rüyalarımda bile olsa yetinebilirdim hayallerimi yaşamayı. oysa şimdi sadece gözlerimi kapatmadan hayal kurabiliyorum -kapatınca düşüncelerim dağılıyor-. hayal ettiklerini kafanda canlandrma durumu ise en fazla 10 saniye sürüyor. (genede uyuduğumu hissettiğim süreden uzun gerçi)

ve yıllar sonra dün "bi rüya gördüm". asıl amacım onu anlatmak.  şöyleydi:........... ................ ......  .....................     .......................................

"hıçkırık tuttu, yumurtada çalmadım" 

dışarıya dair



dantelli, tül perdenin arkasındaki, düz, bembeyaz, normal bir bez parçası gibi duran daha kalınca perdeyi aralıyorum. balkon panjurlarının arasından gördüğüm şey gecenin birinde rahatsızlık veriyor bana...

İnşaat...

boş, gri, penceresiz, perdesiz, ışıksız ve insansız bir inşaat... 
sessiz...

hatta çocukluğumda küçük dilimi yutmama sebebiyet verecek kadar korkunç adamın, buna benzer bir "inşaat"tan(hepsi birbirine benziyor gerçi) çıkmış olmasından dolayı, az da olsa ürkütücü...

bu soğukta dışarı çıkmak istedim. 

yağmur damlalarını önce saçımda, oradan anlımda sonrada burnumun ucunda hissetmek istedim. sigaranın çıkaracağı dumanın, soğuktan nefesimden çıkan buharla karışıp, uzun süre nefes vermeme sebep olmasını istedim. ayaklarımı terletip, boynumu sopa yutmuş gibi tutuk hale getiren, odanın kapısını açtığında gözlerimin soğuktan açılmasına sebep olan klimanın uyuz, sallanan sıcağından kaçmak için dışarı çıkmak istedim.

dışarı çıkmadan önce yapmam gereken, anahtarı arayıp bulmak, parmaklarımın ucunda sessizce yürümek, ayakkabılarımı giymek, kapıyı sessizce kapamak gibi bir sürü eylemi gerçekleştirmenin zorluğundan olsa gerek kolayı seçip, klimanın mavi tuşuna bastım...

dışarı çıkıp göreceğim şeyleri kafamda da yaratabilirim aslında. ama kilometrelerce yüksekten düşüp elimde dağılan su damlasının verdiği hissi hatırlıyabilirim, hissedemem... 

saçımdaki suyu azaltmak için elimi saçımda gezdirdiğimde, dahada küçülen su parçacıklarının havada uçuşup, boynuma, yüzüme, göz kapaklarımın üstüne değdiklerinde vereceği hissi, ancak suyunun ısınmasını bekliyeceğim banyoya girip yaparsam anlıyabilirim, 
ki yağmur damlaları hiç bir zaman sıcak olmadı...

-dışarı...

kendi ellerimizle düzenleyip kurduğumuz, süslüyerek-kokutarak-seslendirerek "yaşam var bu evde!" diye bağırtığımız günlük, kişisel hapishanelerimizden "dışarı"...

perdelerle, panjurlarla, duvarlarla, kapılarla, camlarl içlerine saklandığımız inlerimizden "dışarı"...

dışarıda ne var?

"hiç bişey" diyesi gelir, yıldızları şehrin ışığından değil, bakmadığından göremeyen, monoton yaşadığını düşünen ve herşeyi sınırlandıran insanlardan biri olsan... 

aynı evler, aynı sokaklar, aynı sokak lambaları, aynı dükkan tabelaları, aynı zemin, aynı beton... dışarısı bile sınırlı olurdu o zaman...

ölümden korkan insan, farkında olmadan yere yakın olmak istiyor. "çok azı" dışarıya çıkmak istediğinde "çatılara" çıkmayı aklına getirebiliyor... bunu aklına getirenlerden bazısıda yerin dibine girmek istiyor, böyle de bi ironi var...

dışarıda sadece "inşaat"ların arasında ya da şehrin ışığından kaybolan yıldızlar yok... dışarıda hava var...
soğuk var...
artık çoğu insanın, vücudunun her bölgesini kalın bi tabakayla kapatıp, yalnızca gözlerinde hissettiği soğuk var...

kapandıkça kaybolan, kayboldukça titreyen, titredikçe hızlanan insanlar kaynıyor dışarısı.

aynı zamanda dışarısı;

orman, ot, börtü, böcek, çiçek, temiz hava da değil artık...

dışarısı;
inşaat, beton, böcek, yapay çiçek, kanalizasyon kokusu ve soba bacalarından çıkan duman artık...

dışarıdan bize kalan tek şeyse "gökyüzü"...

ne kadar kirlenmiş olursa olsun, ne kadar görünmez hale gelmiş olursa olsun değişmicek tek şey "gökyüzü", dışarıya dair...

toprakta ölülerden, çok betonlar olmaya başladığından beri bu böyle...

genede herşeye rağmen;
i love to dream
and to feel everything... der "come up" şarkısında "devics"...

7 Aralık 2008 Pazar

hava-su-otobüs-perde "den-dan"



şimdi yazacaklarım hiçbişey hakkındadır. okuyuculara (iki kişi ahaha) dikkatle duyrulur, ya sayfayı kapatın.. aman sıkıldım bu geyikten bitirmeye gücüm yok. 

neyse

çocukken çizdiğim resimlerdeki dağlara benziyen bi şekil oluşturuyor, oturduğum koltuğun karşısındaki perde...biraz önce üstüne kültablasını devirip balkondan aşağı döktüğüm küllerinin izleri üzerinde hala duran koltukta oturmuş dağ gibi tümseğin içinden geniş sarı ışıklı sokak lambalarıyla donanmış klasik bi sokak arasına bakıyorum. arabalar geçiyor. bu saatte (05:06) araba görmeye kendi evimden alışkın değilim. ki şimdide kendi evimde değilim ondan hiç bişey alışılmış değil. televizyondaki kanal sayısı, perdelerin sarılığı, bardaklar, ahşap yer, balkon, koku, evin içersindeki insanlar... hiç birine alışkın değilim aslında. değildim demek daha doğru olur gerçi. lakin iki kat aşağıdaki pavyondan gelen gözümde şişman, esmer, siyah saçları ve abartılı makyajıyla arabesk şarkılar söylerken canlanan kadının ve elektronik sazın sesini bugün duymadığımı farketmişim demekki  alışmışım 2 gündeo gürültüye, beklentim olmuş, bunu anlıyorum...

çabuk ayak uydurabilen bi bünye benimkisi... 
antibiyotik ve hastalık kokan yastığıma, sokak köşesindeki nazik market sahibine, yan yatırıldığından kaynaklı şekil değiştirdiğini düşündüğüm şokellayı ellerimde tırtıklarını duvara sürterken hissettiğim gibi hissettiğim ekmeğe sürüp yemeye, iki gündür evdeki hasta ev sahibinin ağzından çıkardığı ekmek, yeşillik, et, domates karışımı kusmuğundan tıkanmış lavaboya ve ondan gelen kokuya, ayağıma geldiğinde en ufak iğreti duymadığım sarı sümüklü mendillere, nescafeyi kupada değilde su bardağında içmeye, malboro'nun balgam yapan dumanına, bel ağrısına ve bilumum şeye ayak uydurdum 2 günde.

şimdiyse karanlıkta laptop'un beyaz ekrarnından çıkan ışıkla bunları yazıyorum. klavyenin üzerindeki harfleri (g-h-j dışında) göremiyorum. hata yapma payım yükseliyor ama bakmadan yazmanın verdiği zevki yaşıyorum azda olsa. parmaklarımın klavyenin ince tuşlarına her vuruşunda çıkardığı haz veren sesiyle yanıp sönen imlecin durup kelimeleri klavye sesiyle aynı düzende yazışını görmek ruhumu okşuyor. windows media pla.. sekmesine tıklayıp devics'ten distant radio'yu açıyorum beğenmediğim bi şarkıya geçtimi media player. sara lov'un sakinleştiren sesine kapılıyorum... şarkıyada ayak uydurdum. eskisi gibi sözlerini anlamak için kafamı kurcalamıyor dinlerken. ondan yazarken sadece yazıya odaklanabiliyorum. bunu yaptığıma kendimde inanamıyorum. tek bişeyi düşünmeyi uzun zamandır yapamıyordum. kafam ise şuan dağılmakta. sırf bu kelimeleri sarf ettim diye. şimdi gözümün önüne bir sürü yazmayı düşündüğüm kelimelerin önizlemesi geliyor. Bu kayda yönelik etiketler: ör. scooter'lar, tatil, sonbahar ' ı okuyunca (bloggerın kayıt oluşturdaki hedesi) ise normal olarak gözümün önüne scooter'lı sarı saçlı, üzerinde içine uzun kollu sweet giyip üstüne t-shirt giymiş izlenimi bırakan bi sweet olan amerikan çocuğu (filmlerden kalma olsa gerek), kumsalda kurumuş palmiye ağaçlarının yapraklarından yapılmış şemsiyelerin altında oturan mayolu insanlar ve son olarakta sararmış yapraklar geliyor. her ne kadar sonboharda sararmış yaprağa çok denk gelmesemde...

şimdi "kristin asbjornsen"in factotum filmi için yaptığı "in the kitchen" çalıyor. yazdıklarıma tam oturan bir şarkı. zaten bi soundtrack, ama genede yazarken veya okurken dinlediğinde insanda yarattığı duyguları dahada perçinliyen bi yapıya sahip. piyanonun ince sesinin arkasından gelen bi incelip bi artan çellonun sesi factotum'u hatırlatıyor.

çok ahım şahım bi film değil ama beni etkiledi factotum. filmi hatırladıkça havadaki duman, viskiyle yada ona benzer içkiyle dolu bardaklar, oyuncuların (isimlerini google'dan aramak zor geliyor) doğal yüzleri aklıma geliyor.

havadaki duman, sis, sigara dumanı... sanırım hayatımda en azından böyle sahneleri yaşadığımda azda olsa mutluluk yaşıyorum.


tıpkı geçen bindiğim belediye otobüsünde hissettiğim gibi:

orta kapının önünde oturan yarı kel adamın yanında ayakta duruyordum, karşımda karanlıktan ayna görevini üstlenen camdan kendime baktım bi süre. mimikler yaptım, yüzümde ablak gülme oluştu, kendime güldüm. sonra yanımda oturan adama baktım. saçına baktım. yaşlı ve kel kafasının üstünde uçuşan bi kaç tel saçını izledim. gözlerimi kapayıp onun saçlarını hissettiğini düşündüm. aynı şeyi hissetmeye çabaladım. cebinden parlak-gri ambalajlı bi ıslak mendili çıkarıp kafasını yırttı, içinden mendili çıkarıp kopardığı ambalaj parçasını içine attı. yere değil. sonra yüzünü sildi, belki beş dakika. burnuma limon kolonyasının kokusu girdi, ellerini izledim. alnından yanaklarına oradan çenesine sonrada burnuna mendili götüren ellerini. 
çizgi çizgi elleri. alnındada çizgiler var, katman katman. arkasında oturan yaşlı amcanın sinirli ifadesindense onda sakin ve mülayim bi hayat yaşayıp kabuğuna çekilmiş havası veriyor bu çizgileri. bunları düşünüyorum elindeki mendili yüzünde uzun süre dolaştırırken. sonunda ellerine geçiyor. o sıra baktığımı farkeder gibi olup bana bakıyor. bakışlarım ayna görevi gören cama dönüyor ama bu sefer kendime değil yaşlı ve kel adamın aynadaki yansımasına bakıyorum. herşey gayet net görünüyor ışıklı apartmanların ve dükkanların yanından geçmediğimiz sürece ki boş bi arazanin ortasında ilerlemeye başlamış otobüs o sırada... kokusu bu sefer adamın  yüzünden yayılan limon kokusu etraftaki insanların ter kokusunun arasında kayboluyor ama hissedilebiliyor biraz zorlayınca. zaten mendilin kokusuda "perfume" filmindeki gibi yaşlı adamın  yüzüne ve ellerine geçiyor, özünü kaybediyor. artık siyah el kirlerinden oluşan lifli bi mendilden başka bişey değil. yaşlı adam bi kaç kere ambalajının içinde dolaştırıp kokusuna tekrar sahip olmasını sağlıyor ama her burnuna götürüp çektiğinde içine kokusunu kokusu azalıyor. tükeniyor sonunda ambalajdaki ıslaklıkta tükeniyor. lakin koku ıslaklıkta. yağlı gibi görüntüsü var ambalajın, bunda gri ve parlak olmasının etkisi büyük tabi.

otobüs bi ara duruyor. yaşlı amca ayağa kalkar gibi yapıp yanındaki pencereden mendili atıyor. ineceğim duraktan bi sonrasına gelmiş olduğumu farkediyorum mendilin pencereden dışarıya uçuşunu izlerken. hemen uzaktaki tutunulmaktan ısınmış demire elimi atıp kırmızı düğmeye doğru uzanıyorum. iniyorum. yaşlı adama son kez bakıyorum ve otobüs virajı dönüp kayboluyor...