2 Aralık 2012 Pazar

Her güne bir başlık.

Çatıda kaç tane güvercin uyuyor şu anda diye bir soru sordum kendime. Gözümü boklu tırnaklarıyla istem dışı tırmalayabilirler diye korkup kafamı sokmadığım o çatı kapısından içeri bakıp saymadığım sürece cevabını veremeyeceğim bir soru. Newton'un üçüncü kanunun sonucu olarak, bu sorunun cevabı bende hep bir tahmin olarak yaşayıp gidecek. Sabah güneşi İzmir'in kurak ve anlamsız dağlarının arkasından havayı grileştirmeye başlayarak yükselirken, uyanıp bir sokak arkadaki Kordon'da, şu anda yağmur yüzünden ıslanmakta olan ekmekleri yemeye giderken çıkardıkları kanat seslerinden yürüttüğüm sayı tahminleri hep havada kalacak. Yirmi tane? Kim bilir. Bu konuda bildiğim tek şey yaz olduğunda apartmanı kümes gibi kokmaya yetecek kadar fazla sayıda oldukları. Gerisi önemsiz.

Güvercinlerle ilgili başka bir şey söyleyeceğimi anımsıyorum. Yazmaya başlayalı sadece üç dakika olmasına rağmen "anımsamak"tan bahsediyorum. Uykusuzluktan olsa gerek. Yada şarabın midemi yakması dışındaki etkilerinden.

Londra'daki güvercinlerden mi bahsedecektim? Dünyanın en kozmopolit şehrinde garip bir kontrast yaratacak derecede zombiyi andıran güvercinlerden mi bahsedecektim? Zannetmiyorum. Kaşınmamdan bahsetme ihtimalim daha yüksek geldi. Lakin bugünlerde konu, çoğu zaman kaşınmam. Hakkında roman yazmayı bile düşündüğüm kaşınmam. Vücudumda yaralara sebep olacak kadar kaşınmam. Kendisinden bahsedildiğinde tıpkı bir partide seninle hiç iletişim kurmamış birini başka birine "Kim şu kız?" diye sorduğunda, ismi anılmasa dahi kendisinden bahsedildiğini anlayan kişilerin yüzünü sana dönmesi gibi, bacaklarıma kaşıntı getiren bu kaşınmam. 

Ama bu konuda da tanımadığım misafirin bize baktığını gördüğümde "Neyse bize bakıyor, önemli değil." dediğim gibi susarak başka bir şeye geçmem gerektiğini düşünüyorum.

Okuduğum şeylerden etkilendiğimden mesela. Bir dilimin olmayışından veya. Kendime has bir yazı tekniğini oturttuğumu düşündüğüm zaman iki yıldan öncesinde kalıyor oluşundan örneğin. Onu da iki üç yazı sürdürebildiğimi hatırlıyorum gerçi. Hal böyleyken her ne kadar kullandığım kelimeler benzer kalsalar da, kelimelerimi yerleştiriş biçimlerimin değişmesi aklıma bugün okuduğum bir cümleyi getiriyor: Herkesin içinde belirli bir sayıda kelime var. Hepsini kullanınca ne olacak?

Olan bu sanırım. Yeni olmayı geç, belirgin olmanı bile sağlayamayacak derecede değişkenlikler göstermek.

Bir önemi yok. 

Bugünlerde önemli olan aldığım notlarım çünkü. 

"Bir zamanlar sadece birer sayı kümesinden ibaret olan bu şeylerin, artık bla bla olması." diye bir cümle formatı var çoğu edebiyat eserinde kullanılan. Kullanırsam nasıl hissederim diye yazdım. İyi hissetmedim hiç. Sanki birer formülü uygulayan kimyacılar gibi hissettim kendimi. Okuduğum bölümde "Nasıl edebi eser yazılır?" sorusunun cevabını öğrenmeye çalıştığımızdan sanırım. "Rising action"lar, "climax"ler, "falling action"lar yada "internal veya external conflict"lerin "gerekliliğini" tartışmasak dahi onları olması gereken "kurallar" olarak benimsediğimden olsa gerek. Flashback yada foreshadowing yapamıyor olabilirim şu anda, ki o da yapabilecek bir şey yazmadığımdan olsa gerek. Sonuçta kim günlüğüne giriş gelişme ve sonuç ekler ki? Yada kim iç konuşmasında ilerde söyleyeceği şeylerin sinyalini verir? Yada kim iç konuşmasında sembol kullanır? Ben değil.

Pipim kaşınıyor ve buna karşılık gelebilecek hiç bir sembol aklıma gelmiyor. Sembol dediğim zaman aklıma gelen şey "masonluğun işareti"nden öteye bile gidemiyor. Bu kadar düz bir adamın kendisinden fazlasını beklemesine belki bir sembol verebilirim: Nah çeken bir sağ el. Baş parmak denmesi hiç bir zaman doğru gelmemiş parmağın, işaret ve orta parmaklarının arasından kendisini gösterdiği ve bunu yaparak vajinaya giren bir penisi sembolize eden eylem. Tıpkı vajinaya giren bir penis görüntüsünün heteroseksüel cinsel ilişkiyi simgelemesi, heteroseksüel cinsel ilişkinin de Adem ve Havva'yı, Adem'le Havva'nın da Tanrının yarattıklarını, Tanrının da insanın yarattığını sembolize etmesi gibi. Filan.

Nah işaretini insanın Tanrıyı yaratma eylemine bağladığıma göre dilimle beynim arasındaki bağın koptuğuna kanaat getirebilirim. Herkes hem fikirse iyi uykular. 

-Al bu da sana boktan bir bitiş cümlesi. 

Dedi.

20 Kasım 2012 Salı

Mümüşteri

Sevgilim vize haftasında "kişisel" ihtiyaçlarımı arka plana atmam gerektiğini söyledi, buna yazı yazmak da dahil oluyor. Hazır çalıştığım derse mola vermişken, bir de o okuldayken, az da olsa yazayım dedim. Şu anda yaptığım eylemi bu şekilde açıklayabilirim yani.

Yaklaşık bir ayı geçkin bir süredir çalıştığım kitabevindeki "insanları" nasıl açıklayabileceğimi ise bilmiyorum. Edebiyat konusunda aşırı donanımlı, otuzlarındaki çalışanları ya da kırklarındaki ticaret kafasına girmiş iki patronu değil, gelip giden "müşterileri" açıklayamıyorum. Lakin bin liralık bir maaşa olur vermiş iki edebiyat kurdu çalışanın bu kadar "donanımlı" olmalarının nedenlerinde anlatılacak bir yan bulamadım, sonuçta hayatı boyunca kitap okumaktan başka bir şey yapmamış adamın "kapıcı" yada "bankacı" olmasını beklemiyorsun. Onlara verilen iş, yaşadıkları geçmişlerin izinden öteye gidemiyor lakin. Aynı şekilde iki patronun "ticaret"ten başka neyi düşünebileceklerini sorgulamak ise bir kuşun neden kafana sıçtığını sorgulamakla aynı şey. 


Ama bu "kitap okurları" yerine "müşteri" olarak adlandırdığım (ki bunun nedenlerini açıklamak için yazıyorum bu yazıyı) o güruhu anlatmak istediğimde tek bir cümleye görev yükleyemiyorum. Böyle bir görevin altından ancak en az bir paragraf uzunluğunda, virgüllerle bezenmiş, içinde "ve", "ek olarak", gibi bağlama sözcükleri barındıran bir cümle kalkabilir (öyle yapacağımdan değil tabi).

Daha işe başladığım ilk haftadan beri kitabevinin "girişinde", "çok satanlar" bölümündeki yerini, tıpkı haftalık MTV Top 10 listelerinde yerini başka şarkılara vermeyen şarkıların gereksizliğiyle koruyan "Meleklerle Yaşamak" kitabıyla göz göze geliyorum işe gittiğim her gün. Bana o pembeli, melek resimli, simli yazılı kapağıyla baktığında, "Naber entel kılıklı? Burada ne işim var diye mi merak ediyorsun?" diye sormasından çok zaman geçmeden, kendisini almak isteyen ama o götüyle aradığı kitabı bulamayan bir müşterinin ismini ağzına aldığı anda, Meleklerle Yaşamak bir anda, o takma kaşlı, boyalı saçlı, topuk sesleri bana soru sorabilmek için susan müşterinin arkasından bir silüet gibi yükselip, hareket çeker bir edayla bakıyor bana. Yanına isteksiz isteksiz giderken, elime aldığım anda, kendisini almak isteyen o insanlara, kitabın içinde bulunan "CD"nin geleceği tarafıyla bir tane yapıştırasım geliyor ama iş yerinin kuralları yüzünden, müşterinin eline o kitabı sanki yere düşmüş bir sakızı çöpe atarken tuttuğumdaki tutarak eline uzatmaktan başka bir tavır alamıyorum. 

Bir kitabın insanın sinirini bu kadar bozabileceğini yeni yeni öğrenirken, bir de vampir serisi kitaplarıyla tanışmak zorunda bırakılmam ise, evde kalmış, yediği yemeğin kırıntılarını hala üzerinden temizleyememiş, biraz daha şişmanlasa fizik kanunları yüzünden içine çöküp bir süper nova yaratacak kadın sayesinde oldu. Bir insanı "dış görünüşüyle" küçümsemenin ayıplığı, kadının kendi başına yarattığı vücut gibi  çevresindeki dünyayı da yarattığını zannettiği ve karşısına gelen her "çalışanı" aşağılayan tavrıyla, kendine bir antitez bulduğundan böyle yazıyorum. Amacım sadece etkiye tepki kanunu açısından diyalektik halimi koruyabilmek.

Ama tam bu iki çeşit olarak tanıttığım kitapların bir edebi değer taşımaması ve aynı şekilde onları okuyanların da değersiz olduğu düşüncesine kapılacak iken, üzerine sosyal meselelerle ilgili olan kitapları satın alan, köküne kadar İzmirli, demokrat, Atatürkçü, milliyetçi değilim derken ağzından ırkçı söylemleri yüzsüzce, sanki ağızlarına kaçan bir saçı kendilerine ait diye tiksinmeden çıkartabilen insanlar gibi söyleyebilen bu insanların, biraz insancıl olsalar, ki burada insancıldan kastım biriyle konuşurken aptal görünmeme çabası bile olabilirdi, istedikleri kitaplara rağmen, görüşlerini hiç umursamayıp, sakin kalamıyorum. Neredeyse genelleme yapmana yetecek kadar bir insan grubu, sanki bütün dükkanın var olma sebepleri kendileriymiş gibi, ki biraz aslında öyle düşündüğüm zaman, garip bir öz güvenle kendilerini bana üçüncü bir patron haline getirdiklerinde, sinirlendiğim an, omuzlarımdan yükselen sıcak hava kulaklarımı kızartıyor. Tıpkı her müşteriye "iyi" davranmaya çalıştığım gibi, ufacık, onların bile görmeyecekleri, hatta benim bile eyleme geçirip geçirdiğimi tam olarak hiç bir zaman anlayamayacağım bir göz devirme hareketi yapıyorum. Ötesi yok.

Diğer çalışanlar olmasa eğer, sırf gittikleri gibi küfretmediğimden akşama bir iki sivilce çıkartabilirdim ama neyseki iki-üç laf edip geride bırakabiliyorum çoğunu.

Hepsini değil. Lakin gelecek yüzlerce insanlar var. İşe gitmeyi zorlaştıran, beni bu yazıyı yazmaya iten şey de bu. Lakin gelecek müşterilerin gerginliği sırf suratımda kocaman bir sivilceyle dolaşmama sebep olmasın diye, işe gitmeden önce, tıpkı fındık fıstık yerken arada ufak bi çürüğü de yediğinde tükürürsen, öyle tükürüyorum.

"İşten memnunum aslında" dediğim paragrafı da bitirdiğime göre, "şimdilik" müşterilere hakaret etmeye ara vereyim. Tabi ondan önce, üç beş okuyucudan bir kaçı böyle müşterilerden ise ve gelip bana "müşteri daima haklıdır" diyecek gibi olursa, o tümceyi bitirmelerine izin vermeden, ağızlarında, onların bende bıraktığı tattan çok daha az iğrenç bir tat bırakacak götümü yalayabilirler. Aksine hoşuma da gider. Evet.

30 Ekim 2012 Salı

Yanıma gelip gelip konuşan çoccuklara.

Bugünlerde, yüzde doksanı benden 3-4 yaş küçük olan sınıf arkadaşlarımla sanki sağır-dilsiz biriyle sırtım dönük iletişim kuruyormuş gibi hissediyorum. Kafamı onlara doğru çevirdiğimde anlatmak istedikleri bir şey varmış izlenimi veren saniyelik bir son tepkiyle karşılaşınca, merakla "Ne dedin?" der gibi yüzlerine bakıyorum. Ama anlam veremediğim bir şekilde verdiğim tepkiyi kavramamış gibi davradıklarında ya da "önemli değil" der gibi  saniyesine bir başka konuya atladıklarında, gözden aldığı her hangi bir bilgiyi kendi "anlam" dünyasına göre tamamlayan beynim, illüzyonlardaki gibi, bu saçma konu atlamalarını "sanırım salak bu nesil" gibi basit bir şekle sokup bana veriyor.

Elimde kalan "sanırım salak bu nesil" kağıdına baktıkça, tıpkı pişti oyununun sonunda bir halta yaramayan karo papazını, nasıl sırf oyun bozanlık olmasın diye diğer kağıtların üzerine atarken sakin isem, şu anda da o şekilde bir sakinlikle yazıyorum.
İnsanlarının aptallıklarının beni her zaman sinirlendirememesi, kabullenmişlik anlamına gelmiyor, diye parantezsiz bir ara cümle.

Medea'nın kendi çocuklarını öldürmesini, Atlas'ın Herkül tarafından kandırılmasını, Thisbe'nin, sevgilisi Pyramus'u öldü zannedip intihar etmesini (bir de ardından Pyramus intihar ediyor, mal) anlatan Yunanlıların, insana, insanın (yada ona benzeyen tanrıların) aptallıklarını anlatma çabasının normalliğinden, çevremdeki insanlardan, ailemden hatta kendimden bile bahsederken "aptallıklara" takılıyor olmam çok şaşırtıcı gelmiyor. Sonuçta aptallığı bir hata olarak görüp, bu hatayı düzeltme çabası çoğu metin. 

Ancak aptallığın karşısına konulan her eylemin de ayrı bir aptallık "olabileceği" düşüncesini unutmamak gerek, diye parantezsiz bir ara cümle daha.

Ama arkamdan gelen nesilde ekstradan bir durum söz konusu: "Salaklık ettiğini anlamayacak kadar salak olmak."

Paradoks dediğin böyle olur.

Kendini git gide büyüten bir hortum gibi.

Ettikleri her cümlenin saçmalığını umursamadan biraz daha saçmalamaya başladıklarında, örneğin İngiliz edebiyatının 14. yüzyılda yazılmış  "Sir Gawain and the Green Knight"ındaki "yeşil"in neyi sembolize ettiği sorusuna "para"dan sonra hocadan "salak mısın?" adlı suratı görmesine rağmen ardından "islam" diye ekleyen kız, beynime sıçrayan kanın tadını dilimde hissetmeme oluyor. Bunu söylerken benzetme yaptığım zannedilmesin. Aksine beni bile şaşırtacak derecede yeni olan vücudumun bu tepkisi, o kanın dilimin her köşesine içten hücum edip, zorladığı deriden sızdıktan sonra, kanın o kendine has pas tadını hissetmeme yol açıyor bugünlerde.

"Dilime neler oluyor ulan?" diye düşünmeme fırsat kalmadan bir "saçma" cümle daha duyuyorum her gün sınıfın arkalarından. Dilim kanayacak, gözümden stigmata olmuşum gibi kan gelecek diye korkuyorum. 

Böyle durumlarda benim durumumdaki insanlarda oluşan halin Türkçedeki karşılığı: Dumura uğramak. TDK'nın bunu "körelmek" olarak tanımlarken "körelmiş insanlarla muhatap oldukça körelirsin" gibi bir şey demek istediğini zannetmiyorum ancak öyle düşünmek rahatlatıcı geliyor.

Lakin öğretmenlerin bile öğrencilerin seviyesine inebilmek adına aptallaşıp "köreldikleri" şu zamanlarda, en azından "TDK beni anlıyor sanki" diyorum.

O yüzden bu körelmiş algılarla yazmaya çalıştığım yazımı dahi anlayamayan varsa lütfen internet tarayıcılarının en köşesindeki çarpıya basıversin. Yoklamaya yok yazmıcam. Yemin.

19 Ekim 2012 Cuma

Karışık.

Aslında buzdolabında yağı donan çorbalar kadar yorgunum. Yattığımda biraz eriyor gibi oluyorum ama tadıma buzdolabı kokusu girmiş oluyor bir kere. Garip bir şey yorulmak. Dinlenmekten yorulmak gibi bir kavram var sonuçta her ne kadar şu an deneyimlediğim o olmasa da.

Düşüncelerimi toplamak isterken bir anda gözümü kaşır vaziyette, esnemeye başladığımın farkına varıyorum.

Freud geliyor aklıma. Hocanın derste kısaca "belirtme gereği" gördüğü o on dakikada duyduklarım geliyor. Toparlayamıyorum. "Oyun"un yerini medeni toplumlarda "çalışma"nın aldığı cümlesi kafamdan geçiyor. Ders sonrası okuldaki solcuların yakar top oynayışlarını izlerken, "bir gün önce görseydim gülerdim buna" dediğimi hatırlıyorum. 
Yakartopu en son lisedeyken gittiğim bir "solcu pikniği"nde oynadığımdan olsa gerek, görmüş geçirmiş teyzelere benzer bir edayla gülümseyesim gelecekken o çocuklara, bir anda medenileşmeye başladığımı fark edip, gülmekten ziyade ifadesiz bir hale bürünüyorum. Sessiz sedasız, medenileşen hayatım yüzünden her halde.

Borçlar, ödevler, çalışma saatleri, akşam yemekleri, televizyon sesleri derken iş yerinde röntgenlediğim flört sahnesindeki karakterler kendimden uzaklaşmamı sağlıyor biraz.

"Ne iş yapıyorsun?" diye soran tanımadığı bir adama "Mühendisim" cevabının ardından "İnsan mühendisi misin?" gibi bir aptal soru gelince, biraz garipseyen ama umursamaz bir tavır takınıyor kadın. Ben olsam öyle aptal bir soruya "Aids mühendisiyim, ben HIV+'im o yüzden araştırıyorum." gibi salak bir cevap verip, adamın ortamdan yengeç adımlarıyla uzaklaşmasını beklerim diye düşünürken, kadın, azıcık dikkati dağılmış gibi kafasını saniyelik çevirdikten sonra adamın sorduğu diğer soruyu gözlerinin içine baka baka dinliyor. Kadını salaklıkla suçlamadan önce hakkında bilgi veresim geldi: 37 yaşında gibi duran, uzun zamandır yüzük takmadığı, parmaklarının aynı ölçüde güneşe maruz kalıp, aynı derecede yanmasından belli olan, genele göre vasat fizikli, vasat suratlı bir kadın bu. Bütün bunların, kadının artık karşısına çıkan her ihtimalini ince eleyip sık dokumuyor olmasına bağlamak, kadının o soruyu tatlı bulduğu düşüncesinden daha rahatlatıcı benim için. Lakin adamın salaklığının karşısında daha kendini bilen, öz güvensizliği karşısında bir plan geliştirebilmiş, sanki modern kadının evrimdeki bir sonraki halkasını temsil ediyor gibi bir düşünce, kadını daha ortalama yapıyor gibi geliyor. Bilmiyorum.

Bildiğim şey, kadının yaptığı bu eylem sonrası adamın güven kazanıp konuşmaya devam etmesini izlemenin, kadını izlemekten daha zevkli olduğu. 

Tanrım! Nasıl bir gerginlik? Belinin hizasında duran kitapların üzerinde, sanki uzun zamandır sokağa çıkartılmayan köpeklerin, çimi parçalarcasına toprağa sürtünmeleri gibi dolanan ellerini izlemenin verdiği eğlenceyle adamın gerginliğide bana geçiyor bir anda. Sorduğu aptal soruları duymamaya başlarken, kendimi böyle bir adamla nasıl bağdaştırdığımı düşünmeden, bir anda işi aksatma pahasına da olsa sohbetlerinin sonunu beklerken buluyorum kendimi. Ayağını kadına doğru uzatışındaki o korkak erotizmi topuklarımda duyuyorum. Tırnaklarının arasını kitapların sayfalarıyla doldurarak elini bir sağ bir sol yaparken, o hamurdan yapılmış kağıtların dokusunu onun yerine ben hissediyorum. 

O aptal, git gide daha saçma sorular sorarak sohbetin sonunu getirmeye başlarken, farkında olmadan yaptığı hareketlerin tadını onun yerine ben çıkarıyorum, tıpkı porno izler gibi. 

O sırada, bir müşteriye bana sorduğu soruyu tekrarlatmama sebep olmama sebep olan bu kısa görüntüler, müşteriye verdiğim cevabın ardından, amerikan filmlerinde otobüsün arkasında 1 saniye önce gördüğün adamın, otobüs geçtikten sonra kaybolması gibi kayboluyor.

O yüzden, bende, elektriklerin kesilmesiyle sonuçlanan bir porno izleme seansımın sonrasında banyoda mastürbasyon yapmama sebep olan duyguyla bu yazıyı yazmış oluyorum. "Yayınla" tuşunun, spermli peçetemi denize yollayacak bir sifondan farkı ise hiç bir akılda soru işareti bırakmıyor.

Floşş.

15 Ekim 2012 Pazartesi

116'ıncı kayıt namına.

Bugünlerde, yıllardır içimde bilmeden yetiştirdiğim bir "edebiyat ineği", bildiğin İspanya'daki boğalar kadar kızgın bir şekilde sınıfı önüne alıp bodozlama derslere dalıyor. Boynuz darbeleriyle havalarda uçuşan 94'lü sınıf arkadaşlarımın nefretini kazanmam da, Posedion'un Jumbo çatal bıçak takımından aldığı üçlü çatalının ucunu yere vurduğunda yeri ve denizleri harekete geçirmesi kadar hızlı oluyor. Okulda yalnız kalmam ise, biraz daha ineklemem için fırsat yaratıyor ki, bu konudan hiç bir şekilde şikayetçi olduğumu söylemem.

Aslında hiç bir şeye şikayet etmiyorum bugünlerde.

Mesela derslerde sürekli olarak "edebi metinlere eleştirel yaklaşma" halleri olduğundan, buralar, okuduğum kitaplarla ilgili fikirlerle dolmayacak olsa bile, okuduğum şeylerin ve onlara yaklaşma biçimlerimin sözlüğüme gireceği gerçeği, nedense içimi, Dionysus'a tapan insanlar gibi kıpır kıpır ediyor.

Öykü möykü yazamayan bir adam olduğumdan, mitolojide yada eski ahitte öğrendiğim olayları kullanma konusunda da her hangi bir kısıtlama koyamıyorum kendime, yukarıda görüldüğü üzere. 

Bunca yıldır özenle kullanılan bu hikayeleri hoyratça kullanıp tüketmek azıcık rahatsız etse de, "blog"u "günlük" olarak kullandığım bilinci artık oturduğundan o sıkıntı hemen gidiyor. 
Bunca zamandır edebi bir şeyler yazabileceğim konusundaki inancım şimdi git gide azalırken, aynı oranda, edebiyat eleştirmenliğini yada sosyoloji yada felsefe teorisyenliğini daha iyi yapabileceğime dair inancım git gide artıyor. 

Bu inanç (aslında umut demek daha doğru) beraberinde yazma isteğimi getirmiş değil daha. Lakin, toyluğumu bana gösterebilecek onlarca insan var yakınımda. Sevgilime, yıllar önce okuduğu metinleri ona hatırlattığımda, benim 1 saat uğraşarak anlayabildiğim İngilizceyi ve öyküdeki göndermeleri 5 dakikada anlaması dışında, bir haftadır çalıştığım kitabevindeki eğitim durumu üniversite terk olan, 30 yaşındaki iş arkadaşımın, üniversitedeki bir çok edebiyat doktorunu dahi aşacak derecede edebiyat hakkında bilgi ve yorumlamaya sahip olması, falan filan, hepsi daha kurumamış bir kağıda yazmamam konusunda beni uyarmış oluyor. 

O yüzden, "Bir taraftan kalemimin ucunu sivrileştirip, bir taraftanda kağıdın kurumasını okul bitene kadar  bekleyeceğim." diyorum bugünlerde. 

O zamana kadar "Bu hafta bunu öğrendik, çok kafa açıcıydı." minvalinde yazılar yazarım buraya diye düşünüyorum ama 2008'den beri üç-dört kere yazdığım "geri dönüş gibimsi" yazıları hatırladıkça, konunun yazmaya geldiğinde net bir şeyler söylemenin aptallık olduğunu bilecek kadar büyüdüğümden dolayı, daha fazla saçmalama korkusundan yazıyı sonlandırıyorum.

İmza: Bu hafta aliterasyon öğrenmiş ama konu uygulamaya gelince, sıçtığı boku sıvayıp, saçmalayarak salakça bir son yazan Can.

29 Eylül 2012 Cumartesi

Yol.

Gece, sarhoşken, eğlenceli ama hafif komik anlaşmazlıklar yaratan seksin ardından 2 gibi uyumama rağmen sabah saat 8'de kalktım. Beni kaldıran kuvvetin, vücudumun tıpasını açan biranın getirdiği susuzluk olduğunu anlamam bir iki saniye sürdü. Kuru boğazımı dilimde oluşturduğum ufak tükürüklerle normale döndürmeye çabalarken bir taraftan da yataktan kalkabilmek için ayağıma yatan kediyi ittirdim. Su içtim. 

Buraya kadar normal. 

Ama yatağa tekrar uyuyabilmek için dönerken, her adımda, evin tabanına yer çekimi sayesinde uyguladığım kuvvete eşdeğer bir şekilde uykum kaçtı. 1 ay önce yaşasam uyumak için zorlardım ama yapmadım. 

Amaç ve sonucun her zaman beklediğinden farklı sonuçlanması gibi, seni değiştireceğini bildiğin şeyleri yaparken de aynı belirsizlik söz konusu. Bunu söylüyorum çünkü Perşembe günü Londra'dan döndüm. "12 günlük bir gezinin beni bu kadar değiştireceğini bilseydim" diye başlayabilecek yazılar yazmaktan çekiniyorum ama durum çok ortada. İçimde, üşüyen parmaklarına hohlama isteğimle aynı derecede Londra'nın kritiğini yapma isteği var. 
Dönerken son bir kez Londra'ya baktı o. 
İlk hoh; cahillik mutluluktur. 

Yolculuğun kendisini geri dönüşlerin belirlediği algısı şu anda hissettiğim en ağır duygu. 22 yıldır yaşadığım yere ve insanlarına bu kadar farklı bakabileceğim fikri, tırnaklarımın bir daha uzamayacağı düşüncesinin aklımın ucundan geçmemesi gibi hiç oluşmamıştı giderken. Hayatımda ilk kez yurt dışına çıkarken düşündüğüm şey, daha iyi ve daha farklı şeyler göreceğimden öteye geçmedi. Etkileneceğimi, seveceğimi, orada yaşamak isteyeceğimi biliyordum ama dönüşte neler yaşayacağım konusunda kafa yormak, sümük yemek kadar gereksizdi. 

Keşke düşünseymişim.

Tiksinmenin, üzülmenin, korkmanın, nefret etmenin, algılayamamaların her çeşidini yaşamaktayım çünkü şu anda. 

Hiç bir insanın ceza evinden çıkarken arkasına bakacağını zannetmiyorum eğer döneceklerini biliyorlarsa. Tıpkı ceza evinde doğmuş, cezaevinin dışarıdan nasıl göründüğünü hiç bilmemiş, düşünmemiş, ona gereksinim duymamış bir çocuğu bir günlüğüne sokağa, hayata çıkartıp geri götürdüklerinde gördüğü dikenli teller karşısındaki şaşkınlığından farklı değil durumum bu yüzden.

Dünyayı düz zannetmekten, yıldızları kağıtlar üzerinde ki delikler zannetmekten, denizin bittiği yeri dünyanın bittiği yer zannetmekten farksız. Tıpkı sirklerde, önce yavruyken ayaklarına "kıramayacakları" kadar güçlü zincirler bağlayıp kaçamayacaklarını anlamaları sağlanan, sonra zincirleri kırabilecekleri boyuta geldiklerinde ayaklarına bağlanan ipi bile "koparmayan" filler gibi...


22 yıl boyunca Türkiye için yarattığım algı, Avrupa için yarattığım algıdan daha bıçak sırtındaymış, yeni öğrendim.

Bildiğim, farkında olduğumu zannettiğim her sorun sandığımdan daha büyük, çözülemeyecek, kalıplaşmışmış. 

Bir anda içine doğduğum çevrede yaratmaya çalıştığım kişiliğin buradan çıkamazsam kısıtlanacağı düşüncesine kapılıyorsun. Haksız bir korku değil. Kaçış planlarına hemen başlamanın da kum tanesi kadar zararı yok. 

Bir kaç kere daha hohlamak istiyorum ancak yolculuğun dönmüş olmak durumunda olduğumdan konu dışına (Londra nasıl bir yer filan örneğin) çıkamıyorum. Aklıma sürekli aynı şey gelip duruyor çünkü. 

Yıllardır önünden geçtiğim İzmir'in tepeleri nasıl oldu da Hindistan farksızmış gibi hissettirmeye başladı? 

Hindistan abi. Nahçivan yada.

28 Ağustos 2012 Salı

Aydentiti.

Kurgu yazamadığım ortada. Hayal gücüm, her zaman, izlediğim filmlerdekilerini kıskanacak kadar geride kalacak. Beynimi kaşındıran bir sorun değil bu. Bugünlerde neredeyse hiç bir şey sorun değil. Ne içtiğim soğuk suyun ardından gelen boğazımdaki tat, ne sönmeyip kendi kendine filtresini yakan sigaranın kokusu, ne sokaktaki travestilerin bağırışları, ne korna sesleri, ne sevgilimle yaptığım ufak tartışmalar... Hepsi radyo dalgaları kadar görünmez. 

"Şimdilik" demek geliyor içimden. Garip bir dürtü. İnsanların "Allah söyletti." diyeceği türden bir dürtü. Allah'ın bu işle alakası yok bu sefer. Konu korkular. Altından, tıpkı karınca yuvaları kadar derin bir şey çıkacağını zannettiğin ufak bir deliğin sebep olduğu korkular. Bunca sorunsuzluk, bunca yolunda gitme karşısında duyduğun ufak bir şüphe. Sonucunun karınca yuvalarının sonuna benzeyeceği açık bir şüphe. 

Çocukken belgesel izledikten sonra sokağa çıkıp, beton kenarında olmayan bir karınca yuvası aradıktan sonra, belki kraliçe karıncayı bulurum diye yuvadaki bütün karıncaları yok etmeme rağmen, sonunda çukur denilebilecek bir şeyle kala kaldığım zamanki gibi, şimdi, her şeyin yolunda olduğu bir zamanda, "eksik bir şeyler var" demek, bunun üzerine gitmek, ortaya çukurdan fazlasını çıkaracakmış gibi geliyor.

Her şeyi bok etme korkusuyla beraber, "belki ana kraliçeyi bulurum" düşüncesi, terazinin iki ucunda hiç kımıldamadan aynı hizada duruyor. 

Bir taraftan hiç olmadığım kadar iyi yerdeyken, bir taraftanda 17 yaşımda hissettiğim şeyleri artık hissedemediğimin farkına varıyorum. Sonra 17 yaşındaki kayıp halimin, şimdikine göre daha az tolere edilebileceğini hatırlıyorum. 


İnsan olmanın getirdiği bir şey mi bu daha fazlasını istemek? Tam kendini "olmuş" zannederken, elmanın içine çoktan girmiş bir kurdun deliğini sonradan fark etmek? Doksanların çocuğuyum diye mi bütün bunlar? Tüketime kendini kaptırıp, kendini tüketmeye başlamak mı? 

4-5 yıl önce Sartre okuduğumda hayatımda hiç bir zaman hissetmediğim kadar yoğun bir şey hissetmiştim. O zamanlar hayatın içime dolduğunu zannettiğim şeyin bir yerden sonra yerini aynı büyüklükte bir boşluğa bırakacağını bilseydim, gerçekten okumayabilirdim kitabı. Yada okurdum. 

Bütün suç Sartre'ın değil. 

O zamanlar kendime söylediğim bir şey vardı, her şeyin toplamıyla gelen bir yorumum vardı: "Dünyaya içi boş bir kutu olarak geliyorsun, yaşadıkça içini dolduruyorsun. O yüzden ne yaşadığın, ne kadar yaşadığın seni sen yapıyor." diye. 

Zannediyordum. 

Tıpkı seri katillerin arkalarında bıraktıkları DNA kalıntılarını fark etmemeleri gibi, bende o zamanlar (hatta şu ana kadar) o boş kutuyu, o kutunun şeklini, boyutlarını, rengini vesairesini gözden kaçırdığımı fark ettim. 5 yıldır yaşadığım onca şeyden sonra içi fazlasıyla gereksiz şeyle dolup, kutuyu görünmez kılacak kadar yığına sebep olacak bir taşmaya sebep olduğumun şimdi farkına varıyorum.

İnsanlara Can nasıl biri diye sorsalar, yığıntılarımdan ötesini göremediklerinden, "dolu çocuk" gibi bir yorum yapacaklarına adım gibi eminim. "Ama kafası karışık." diye de eklerler sonuna.

Bu zamana kadar yazdığım her şeyin bu yüzden olduğunu şimdi anlıyorum. O yığıntıyı azaltmaya ya da hiç olmazsa biraz düzene sokmaya çalışıyordum kendimce.

İşe yaramıyor. Kapasitenin alabileceğinden fazlasını yaşadığını anladıktan sonra, daldan dala atlar gibi yazmak, kendin dışında, burada seni takip eden herkese nasıl bir karmaşa olduğunu göstermekten başka bir halta yaramadığını fark ettiriyor adama. 

İnsanın sınırı yok diyebilirdim. Ama sonsuz parçalı bir puzzle bile, bitmeyecek olsa dahi, arada sırada kontrol ettiğin zaman bir şeye benzemek zorunda. Adanın tek sakini ben değilim. Kedimin (miyavlayan cinsten) bile benim ne olduğum hakkında hala şüpheleri varken, çevremdeki onca insanın bana baktığında gördüğü şeyin, karman çorman binlerce parça ve o parçalar arasındaki boşluklardan ibaret olması ve benim bunu şimdi görmem, "sınırsız yaşamak iyidir" sözünü benim için anlamsız kılıyor.

Bilmiyorum. 

Nasıl bir kimlik bunalımına düştüysem şu yaşta, gülesim geliyor. 

Ufak adamın ufak sorunları hepsi. Yaş 22 sonuçta. Hala daha çok küçük olduğum, denize atladığımda kayan mayomdan görünen parlak götüm kadar ortada.

Sonuçta kırışık yaşlı götü olmasından iyidir demi?

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Ergenliğe veda partisi.

Neredeyse conta fabrikasındaki benzerleri kadar ses çıkararak çalışan vantilatörle serinlerken, gerçek anlamda ferahladığımı gürültü yüzünden anlayamadığım gibi, 4 yıllık bir bekleyiş sonrasında elde ettiğim başarı ve bu başarıyla beraber gelen seçimlerden kaynaklanan belirsizlik yüzünden, mutlu muyum değil miyim anlayamıyorum bu günlerde.

Biraz daha açık olayım: 22 yaşımda tam ortasında, 3 yıldan sonra tekrar ÖSS tercihi yapıyorum.

Ve bu durum, "geç" kalmışlık hissiyle beraber, kendi adına ve kendi başına verdiğin, hayatındaki o ilk mantıklı kararın getirdiği "kaderini" yönlendirebilme hissi sayesinde, hormonsal olarak atlattığın ama duygusal olarak atlatamadığın ergenliğini, mjölnir'le vurmuşsun gibi, saniyeler içinde yok ediyormuşsun gibi hissetmene sebep oluyor.

Kullanıcısı olan tanrı gibi güçlü görünen o garip çekici kullandıktan sonra, ergenliğinden arta kalanlara bakmak, tadı çok güzel olmasa da açlığını bastıran yemekten arta kalanları, parmak ucunu yalayarak  yapıştırdıktan sonra, ağzına atma çabana benzer bir çabaya itiyor insanı. Önceleri "aldığın kararların sonuçları" adlı tablolara bakmaya çabalasan bile görmeni engelleyen o ergenliğin cinsel arzulardan oluşan sisinin yerini, şimdi sigara dumanları kaplamaya başlıyor. Ama bunaltıcı yaz sıcağı yüzünden açtığın pencereler yüzünden, yıllar boyu dağılmayan o sislerin aksine, sigara dumanları saniyeler içinde dağılıyor.



Biraz daha sorumsuz, biraz daha umursamaz olmak, bilmemek, cahil kalmak da bir yol. Kimse elimden almış değil bu seçeneği. Ama ister kova burcunun etkisi olsun, ister beynimdeki saçma kimyasalların etkileşiminden, o ikinci seçeneğin var olduğunu bilecek kadar rahatsız edici derecede "bilmeyi" istiyorum.

Örneğin ileride yüksek lisans yapabilmek için 4 yıl boyunca not ortalamamı hep yüksekte tutmam gerektiğini, Alman Dili ve Edebiyatı yerine Amerikan Kültürü ve Edebiyatında okursam daha rahat iş bulabileceğimi, Alman Dilinde okurken neleri göreceğimi, Amerikan Kültüründe okurken neleri göreceğimi, nasıl hocalarla ne gibi şeylerle karşılaşacağımı veya ikisini de eşit derecede istediğimi, ikisinden de eşit derecede zevk alabileceğim yanlar olabileceğini biliyorum şimdiden. 

Ama bu bekleyiş, bu belirsizlik, bu iki "eşitlik" yüzünden doğan ikilem, ne doğru düzgün yazı yazmama, ne doğru düzgün konuşmama, ne de doğru düzgün sevmeme izin veriyor. Bu birbirlerine iki zıt kutuplar olamayacak kadar benzerken bir taraftan da aynı kutuplar olamayacak kadar farklı olan iki şey, beynimin içinde sırayla dönüyor sürekli. Ve nasıl bir atomun iki elektronundan birini verirken hangisi olacağı konusunda söz hakkı yoksa, benimde şu anda bu iki tercihten hangisinin olacağı konusunda söz hakkım olmadığı gerçeği, gece vakti arabaya son anda bakan kedinin iki gözü gibi kendini gösteriyor.

Azıcık korkutuyor.

Sonuçların bir kaç hafta sonra açıklanmasına kadar geçecek süre boyunca, ipleri, tesadüfün, şansın, kaderin, kısmetin yada her ne haltsa onun eline bırakmak ise, (büyük laflar, küçük insanların küçük sorunları söz konusu olduğu zaman kullanılma eğiliminde olduğundan abartmak istemiyorum. O yüzden bu uyuzluğa eş duyguyu ne yaratırdı, biraz susup onu düşünüp bulmak için açtığım parantezi kapatıyorum şimdi.) sanki kedimi tanımadığım bir veterinere bir kaç günlüğüne bırakmak kadar sinirlerimi bozuyor.

Sonuç olarak tesadüfe devrettikten sonra boşta kalan elim, tutunacak bir şey arıyor. Benim durumumda, tutunacağım şey, bir yere yerleşeceğim garantisi oluyor. (Veterinerin kediyi öldürmeme garantisi) Striptiz yapacak kadar eğlenceli olmasa da güzel bir direk bu garanti. Etrafında iki tur atıp gelicem bir kaç aya.

24 Haziran 2012 Pazar

Hoş hava.

Bugün kafamda iki şey vardı.

1- Der Himmel Über Berlin diye bir şeyin olduğu gerçeği ve bu gerçekliğin üzerimdeki ağırlığı,
2- Bütün internet aleminde hatırı sayılır derecede çekmek istediğim tarzda fotoğraf karelerinin oluşu.

Kafamda iki şey var, yalanım über fantastich. Doğru yazdığıma bile emin değilim. Alman pornolarına da çok öyle hakim olmadığımdan, bugün dünkü gibi olmayacak.  Zaten hiç bir şey dünkü gibi olmuyor. 

Söyledim.

Söylemediğim şey, insanların kafalarından geçenleri uzun uzun gösteren o filme, Der Himmel Über Berlin'e kıskançlık duymam.


Onu da söyledim, tamam.

Şimdi bugünlerde çok moda olan kalın çizgili bir üçgen çizip buraya koyarak yazıyı tamamlıyorum.

Ardından da üçgen hakkında düşünüp uyurum biraz.


23 Haziran 2012 Cumartesi

Çürüm-ek.

Sanırım diye başlayacağım cümleden sanırımı çıkartmaya karar vermiştim, dışarıdan gelen gürültü tavan yapınca. Ama sonuçta elimde bir adet "sanırım"la başlayan bir cümle kaldı. Ve söylemek istediğim şeyi de söyleyememiş oldum. Resmen kısa süren bir seksin verdiği komik his gibi buda komik oldu.

Tıpkı dünkü gibi terli vücuduma konan bilgisayar başına toplanmış sineklerin aynı sinekler olduğunu zannetmem gibi yaşadığım her günün de bir birbirinin aynısı olduğu aptallığına düşebiliyorum arada. İnsanı köklü değişimlere iten o sümüksü düşüncelerin genlerinde bunlardan başka bir şey yokmuş gibi geliyor. "Her şey çok monoton, her gün birbirinin tekrarı gibi, a ve b noktası arasında geçiyor hayatım..." demek nedense pek dürüst gelmez oldu. Söyleyeceklerim biraz şiir aptallığında gelebilir şimdi bana ama tanrıdan çok daha bilinmez olan 'zaman'a haksızlık edecekmişim gibi hissedecekmişim gibi geliyor, monotonluktan bahsedersem bir daha.

Çok şiir aptallığında gelmedi.

Yazmadan önce içimi rahatsız edecek cümleler kurmayı pek sevmiyorum sanırım. O kadar laf ettim şimdiye kadar, bir açıklama yapmam gerekirmiş gibi geliyor ama sırf açıklama yapma düşüncesi bile beni bugün üzerimde kalan spermlerin sabaha kadar sıcaktan nasıl kokacaklarını düşünmek kadar gerdiğinden yapmıyorum.

Küçük yavrularımın öldükten sonra, yumurtaya girdikleri zaman olacakları şeyler gibi kokmaya başlamaları komik. Ölümün bir kokusunun olması... Amonyaktan sanırım. 


Beynimde böyle bir sürü gereksiz bilimsel bilgiler var. Ve bütün bu bilgilerin 3 ay sonra tamamen önemlerini yitirecekleri düşüncesi insanı ister istemez bu zamana kadar yaşadığım bir çok şeyin sonunda sıçtığım yemeklerle aynı sonu paylaşacakları düşüncesine itiyor. Kokmaya başladığı için hayatım, sifonu çekeceğim. (Cümlenin ağır arabeskliğinin üzerine bir de içinde sifon ve kokma kelimeleri geçmesi midemi bulandırdı.)

1 haftadır bir şey içtiğimde ekşiyen midemi düşündüm. Fiziksel ağrıların çoğunu psikolojiye bağlamamdan olsa gerek midemin ekşiyen bölgesinin görüntüsüyle beraber, para meseleleri, sözde süper planlarımız olan iki haftalık ev arkadaşıma evden ayrılıp sevgilime döndüğümü söylediğimin görüntüsü (ki ardından ya "sana güvenerek kontratı imzaladım Can" ya da "boşver Can, gerçekten değmezmişsin" gibi cümleleri kendi içimde kurmama sebep oluyor bu görüntü.) geliyor gözümün önüne.

Precaution.

3 saattir yabancı dizi izlemenin yanında bir de 2 saat boyunca yaşlı bir İrlandalıyla gençlik halleri hakkında konuşmak yada Amerikalı bir çiftin 'engagement'larını telefonla kutlamak yüzünden (ki "So you got engaged?" diye bir cümleyi bir daha kullanabileceğimi düşünmediğimden de hoşuma da gitmedi değil) Türkçe'ye olan hakimiyetimi uyuyakalan kamyon şöförü kadar kaybettim. İzlediğim pornoda geçen "fuck me hard"ların yada tekrar tekrar çalan şarkıdaki "kill the turkey, shoot him down"ların etkisiz gibi görünen ama Türkçe bilinçaltımı sopayla dövmesi var bir de.

Bir taraftan artan libidomu yatıştırdım, bir taraftan da beynime işleyen ingilizceden bir kaç kelime yazarak kurtuldum. Uyumamak için daha güzel bir zaman düşünemiyorum. Belki kış aylarında uyuma düşüncesi hariç.

22 Haziran 2012 Cuma

Mide yanmasını büydüğüme yormam. (Fala inanan Can başlığı.)

Tam biradan yudum aldığım sırada içmemem gerektiğini anlamam gibi, aslında gayet modern görünen klavyeye 90'lar havası katan ışığın sinekleri çekeceğini, geçmiş-şimdi-gelecek kavramlarından bağımsız bir şekilde fark ettim. "Bilme hali" denebilir buna belki. Sonucu, eylemi yada kararı hiç bir şekilde etkileyemeyen bir bilme hali.

Yolda yürürken yanından geçse, selam vermeyeceğin şu sıcağı bilmek gibi. Yada lisedeki hocanın, sırf konuşmaman için yerini değiştirdikten sonra yanına oturduğun inek çocuk kadar canını sıkan terlemelerini bilmek gibi.

Yakınmak da bir o kadar anlamsız diye düşünürken, birden vücudumun üzerinden, sevgilimin hiç olmadık bir anda vücuduma uzun uzun bakıp ufak bir dokunuş atması gibi geçen rüzgarla biraz kendime geldim.

Bu kadar betimleme ne halta yarıyor emin değilim. Bilgisayar ekranının önünde aptal aptal dolanan sineklerin bile beni ısırmak için bir sebebi varken, her otu boku, sanki ödevmişcesine (şimdi yaptığım gibi) betimlememin ne anlamı var hiç bir fikrim yok.

-Konsepte çok takılıyorsun. 

Dedi bana, tatilde fotoğraf çekerken. 
Çektiğim en güzel fotoğraf olduğunu düşündüğüm halde kimsenin tepki vermediği fotoğraf .
"Zihnime boşluklar yaratan nadir cümlelerinden biri." adlı cümlemi okuyasıya kadar, ettiği o cümleden bu kadar etkilendiğimden haberdar olmaması da beyaz tenine uygun bir saflık yaratıyor onda şimdi.

Ama doğru. Konsepte yada biçime yada tarza yada yönteme kafa takıyorum. Neyi yazacağımdan, neyi fotoğraflayacağımdan, neyi çizip neyi okuyacağımdan çok, nasıl olacaklarına kafa yoruyorum.

Çektiğim fotoğrafların altlarına açıklama yazmayı düşündüğüm anda ikiyüzlü gibi hissetmem bu yüzden. 

Bütün yarattığım şeylerin hiç bir anlamı yok dediğim takdirde, annesine yemin ettiği halde yalan söyleyen çocuk kadar rahatsız uyurum gene de ama.

Çünkü, gereksiz görünecek derecede dürüst bir şekilde yazdıkça, özlediğim zamanlardaki kalitesizlikte fotoğraflar çektikçe, altına imza atmak istediğim çizimler gibi çizemediğim halde bir şeyler çizdikçe, zamanında Havva'nın yediği elmanın o baştan çıkaran kırmızılığını hisseder gibi oluyorum.

Yada belki internette, Havva'yı elmayı yemeye ikna eden yılandan, sanki bir kuyunun içinde bir birlerini hiç umursamadan iç içe geçecek kadar sıkışmak zorunda kalan yüzlercesi varmış gibi hissetmeme yol açan işlerle karşılaşıyorum diye.

Bilmiyorum.

Kimsenin yaptığı işe, bir anlamı var diye bakmamam gibi, kimsenin de benimkine öyle bakıp bakmayacağı umurumda değil sanırım.

"Duyarlı" insan olmak zevk yerine acı vermeye başladığından beri -4 yılı aştı-, bir aseksüelin cinsel organ gördüğünde verdiği tepkinin üzerine bir de sikimi kestikten sonra açılan yarayı dikip, kendime has cinsel organımı gösteriyorum insanlara aslında. Bütün olay bu.

Nasıl çok düz demi organım?

17 Haziran 2012 Pazar

Konya ovasındaki sessiz gürültü.

Lise arkadaşlarımı en son gördüğüm halleriyle tekrar görmeye başladım. Kepli ve cübbeli ve makyajlı ve özenilmiş.

Lisedeyken o mezuniyet şeysine balo denmesine çok güldüğüm için gitmemiştim. Çünkü balo dendiği zamanki beklentim Viktoryen dönemlerdeki gibi, valsların havada uçuştuğu, uşakların hizmet ettiği, maskeli bir şeyken, okulun müzik yapmayı becerdiğini zanneden iki üç, eli elektronik gitarlısı eşliğinde, hademe Oktay abiyle beraber, kurabiye - çitos - kola üçlüsüne hapsolmak istememiştim daha açık olmak gerekirse.

Daha açık olmak gerektiğini biliyorum bu arada. Mesela ayrıldım dediğim sevgilimle tekrar beraber olmaya başladığımı, yeni ev arkadaşıma farkında olmadan sanki sevgiliymişiz gibi sürekli görüşüp konuşmamız gerektiğini düşündürttüğümü ama aslında dengeli ve normal bir ev arkadaşlığı istediğimi iyi niyetten söylemememi, girdiğim sınavın sonuçlarına bakmaya bile korktuğumu söylemezsem eğer, sosyal medyada yerine getirmem gereken görevi tamamlayamamış gibi hissedeceğimi biliyorum çünkü.

Dobra olmak.

Öyle bir görev ki bu, facebook, tumblr ve twitter (özellikle twitter'da) böyle bir sürü, içi boş dobralıklar görmediğin zaman silikleşen bir şeye baktığını zannetmene sebep oluyor.

Kimsenin kimseye gönül rahatlığıyla siktir bile çekemediği bir ülkede gidip ortaya laf atmalar, annelerin o kendini gayet belli eden ama gizliden yaptıklarını zannetikleri laf sokmalarından öteye geçemiyor benim için.

İnsanların kısa cümlelerinin arkalarında büyük anlamlar taşıdığını zannetmeleri özellikle, kimsenin (buna ben de dahilim) zannettiğin kadar derin olmadığını anlamama sebep oluyor. Dümdüz bir ovada uzamaya çalışan ekinlerin, aynı boyda kalmalarından farksız. Biraz kafayı yorarsan sonuçta aldığın güneşin miktarı da, kökünü saldığın toprağın kalitesi de bir birinden farksız.

Her yerde var olmayı herkes istiyor. Ekşisözlük'te adına bir entry'nin olmasını, internetteki sanat dergilerinin yada haber sitelerinden birinde yaptığın işlerden söz edilmesi, daha fazla linkte daha fazla adının geçmesi isteği, e-mail adresinin kaç sitede kayıtlı olduğuyla doğru orantılı bir halde artık.

İşte bu yüzden, sosyal medya üzerine, sosyal medyanın bir mecrasında konuşmaya çabalamam, ironik olamayacak kadar aptalca duruyor. 

Sonuçta ortaya yayınlanmak istemeyen bir yazı oluyor elimde. Bana "abi yapma, etme gözünü seveyim" der gibi bakarken, elim çoktan "yayınla" tuşuna gitmiş olacak ancak. 

Mesele de o sanal gücü hissetmekte sanırım.

4 Haziran 2012 Pazartesi

büyük tavsiyesi

Becerememek diye bir eylem var. Şuanda uyuma olayını beceremiyorken, aynı zamanda yazmayı da beceremiyorum mesela. Her ebeveynin ve onların yetiştirdiği geleceğin ebeveynlerinin ortak gerçeği olmuş olan; “hayatı deneyimleyerek öğrenmek”ten kaynaklanan bir becerememe durumu bu daha çok. Öyle bir formül ki bu deneyimleme olayı, sapma oranı %0.001 filan olabilecek derecede.

İşte o oranın tam o küçük kısmına doğru savrulan yerinde, spor ayakkabı giydi diye İstiklal Marşı’ndan sonra dizilen öğrenciler gibi, ben yer almaktayım. Tıpkı hocadan beklediğim azarı bekler gibi, her bir şeyi beceremememin ardından bir azar seansını sakinlikle beklemem bundan.
Alıştım.
Alışmanın getirdiği rehavetten midir, kişiliğim midir bilmiyorum, ama 22 yaşımın ortalarına geldiğim halde hala bir sikim beceremiyorum. Çalışmayı, kedi beslemeyi, kitap okumayı, dinlenmeyi, yalnız kalmayı, para harcamayı, eğlenmeyi, sevişmeyi,  oturmayı, konuşmayı, sevmeyi...
Ağır bir uykusuzluktan yazıyı tamamlamayı bile beceremiyorken, nasıl yaşamayı becerebildiğimi ben bile bilmiyorum.
Sürüklenme halini geçti artık bu durum. Daha çok bir ata bağlanıp, kupkuru taşlı bir Texas eyaletinde, manyak bir kovboy tarafından, suçum ne bilmediğim halde çekilerek cezalandırılıyormuşum gibi geliyor. Savunma mekanizması bildiğin, acıyı hissetmemek için acıdan bayılıyorum. Bütün hissizliğim, normalleştirmelerim, geçiştirmelerim bundan ibaret. Her hatamı teker teker ölçüp, sonuçlarını gözden geçirecek gibi olduğum anda, dışarıdan bencilce görünmeme sebep olan umursamazlığımı devreye sokmam bu yüzden.
Hayatımda hiç bir zaman benzeyeceğimi düşünmediğim dedeme benzemeye başladım.
Sonum da, onun gibi, devasa ayak tırnaklarını zorla torunlarına kestiren, merdivenci kadına 10 lira verip üzerine çıkıp sevişen ve günün birinde üzerinde şişen ayaklarını dindirsin diye sürdürdüğü kolonya kokusuyla yatağında tek başına ölen bir şey olacak sanırım.
Kulağa o kadar kötü gelmedi işin komik tarafı. Önceden böyle bir şeyi düşünmenin bile ödümü kopartmaya yettiği halde hemde.
Deneyimleyerek öğrendiğim bir şeyde bu işte güzel ebeveynler.

31 Mayıs 2012 Perşembe

Onyanya

Yüzümün dönük olduğu taraftaki neredeyse her şey sarı. Öyle ki arkamdan vuran ışıktan oluşan gölgem bile sarı oluyor. Bir odanın içinde, bir evde, plastik bir sandalyede boğulmak ne demekmiş öğrenmiş oluyorum.

Bütün bu sarılığı bozan tek bir renk var. Rakı. Onu da adabıyla içmek yerine, en alakasız müziklerle içip, bütün içine kafes gibi kapsadığı kavramları altüst ediyorum. Arabesk halini, efkar halini, keyif halini, meze halini sigara içmeyi daha bilmeyen bir çocuk gibi içime çekmeden havaya dağıtıyorum. Bütün bu olayların sonucunda rakı kolonyadan farksız bir şeye dönüşüyor.

Çocukken kolonya mı kolanya mı denileceğini bilemezdim. O yüzden kulağa hangisi doğru geliyor diye anlamak için art arda, ta ki kolonya yada kolanyanın ne anlama geldiğini bile hatırlayamayacak hale gelesiye kadar onlarca kez tekrar ederdim 2 kelimeyi. Benim için anlamını kaybeden ilk kelime o olmuştu.


Komik, bir şeye çok maruz kaldığında, anlamını yitirmeye başlamasını da bu şekilde öğrendim her halde.

An itibariyle bir arkadaş "tekrar yazabilmene sevindim" dedi, ben "ne yapıyorsun" sorusuna "bişiler yazıyorum" dediğimde. Şimdi de yazamıyorum. Bir şeyin anlamını yitirdiği filan yok ama ortada. Sadece yazasım gitti her halde.

"Yazasım" çöldeki toz fırtınasında tepelere doğru giderek kaybolmaya başlarken, bende kendimi Songs: Ohia'nın şarkısına bırakıp, internette yıllar sonra yapılan "bla bla lisesi 1985 yılı mezunları buluşma gecesi" kıvamında eski arkadaşlarla irtibata geçmeye çabalıyorum.

Belki biri bana kolonya mı kolanya mı ikilemimde yardımcı olabilir diye...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Olmasa da olabilecek başlık.

Klavye bile büyük gibi geliyor. Tuşlar, tuşların çıkardığı sesler, masanın üzerindeki boşluk, duvarın yüksekliği, kapının yakınlığı, sırtımı döndüğüm odanın genişliği… Hepsi de bana bir “şey” geliyor.

Farklı değil. Yabancı değil. Yeni de değil.

Bütün bu şeylere, tanıyıp tanımadığına emin olamadığın bir insanın yoldan geçerken öylesine hatırlamaya çalıştığım gibi bakıyorum.

Taksiciye gayet rahat tarif edebildiğimden, evin bana yeni gelmediğini söyleyebiliyorum. Ama apartmandan çıkarken, bu parmaklarımın sayısından az geldiğim evin içinde yürürken, tuvalete giderken, yere düşen televizyon kumandasını almaya çabalarken, sigaramı nereye koyduğumu bulmaya çalışırken, sürekli olarak, yavaşlatan yada geciktiren bir durumla karşlılaşıyorum.

Çarpıyorum.

Duvara, sehpanın kenarına, koltuğun arkasına, kapının koluna, lavabonun çıkıntısına, sanki her hangi bir ergenin bir ay içinde 10 santim uzayan ayak ve kollarını, 10 santim kısa haliyle kullanmaya çabalarken bir şeylere çarpması gibi çarpıyorum.

Her çarpma sanki ufak ufak artan gerilim müzikleri gibi, bir öncekinden bir ton daha sinirlerimi bozuyor. Her sinirim bozuluşunda sakin kalmak için kendime verdiğim saniyelerde artıyor.
Sonunda bu saniyeler o kadar uzuyor ki, kendimi orada, o çarptığım noktada,  hiç hareket etmemek istiyorken buluyorum.
------------------
Bütün bunlar iki üç gün öncesinden kalma durumlar. Şu anda eve alıştığım söylenebilir mi bilmiyorum ama hangi günde olduğumuz konusunda bile şüphelerim varken, bu cümleleri kurmamın ne anlamı var, hiç bilmiyorum.
Horoza pek şaşırmamak gerek sanırım evin arkasında böyle bir manzara varken.
Yalnız kalmayı bu kadar sevmeme, şu anda kaldığım annemin evinde horozların gecenin ikisinde öttüğünü duymaya şaşırdığım kadar şaşırdığımı biliyorum ama. İzmir'in 40 yaşındaki amca gibi orta yaşlı göbeğini gayet rahat gören bir yerinde horozun ne aradığını ise pek düşünmemeye çalışıyorum. 

Lakin kapıdan geçip, sol koluma hafifçe dokunup, sağımdaki pencereden dışarı çıkan hava gibi düşündüklerimi buraya yazarken, içime dolan o duygunun damarlarımdan bütün vücuduma yayılmasına izin vermek iyi geliyor. 

Sanki bunca zamandır yalnızca bir penceresi açık kalabilmiş bir evmişimde, Çağlar'dan ayrılınca pencerelerden birini açmışım gibi geliyor. Sonunda ise annemin hep tembihlediği "cereyanda terli terli kalma" öğütü aklıma geliyor.

Terleyipde hasta olmamak için sakin olmaya çabalıyorum işte şu anda. Bütün olan bu.

Erik Satie eksik olmasın, pek yardımcı oluyor.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

otoburluk ürünü

Evet

29 Nisan 2012 Pazar

Sanırım sevgilimin bardak altlığında Goya'nın resmi var.

Sanki hayatta bir düzen ve karmaşa aynı anda var ama kavrayamıyorum gibi geliyor bugünlerde. Sanki beni bu ana kadar sürükleyen her şey olması gerektiği gibi oldu ve bütün bu olanlar sanki uçan aptal bir sineğin iniş ve çıkışlarındaki kanat çırpışları gibi, gerektiği zamanlarda, gerekli yerlerde oldu gibi geliyor. Bu her şeyin sanki, fizik kurallarına uygun bir şekilde ilerleme algısı da f = m.a gibi denklemleri hayatıma uygulayabilecekmişim hissi yaratıyor. 

Ne kadar çalışırsam o kadar para alıyor, ne kadar boş zamanım varsa o kadar üretiyor, ne kadar çok seversem o kadar seviliyorum vesaire gibi orantılar kurarken buluyorum günün sonunda kendimi.

Saçma. 

İlk okul birinci sınıftan beri matematikten hep yüksek not alan, lisede buna bağlı olarak 2 yıl boyunca ağırlıklı olarak sayısal okuyan, üniversitede ise girebileceği en saçma ve bir o kadar tamamen sayısal olan Çevre Mühendisliğini tercih eden adamın, yani şu yazıyı yazan bireyin, şu sıralarda Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne hazırlanıyor olması kadar saçma.

Bütün bu saçmalar da o düzen hissini bozuyor. O kaos, o düzensiz ve sorumsuzluk hissi, içimde bir özgürlük hissi yaratıyor. 

Zıttı olmadan oluşamayan bir olgu olduğunu söyledi ablam. Öyleymiş özgürlük. "Eğer bahsediyorsan, bir özgür olmama durumu söz konusu demektir" dedi. O da birinden okumuş. Adını hatırlamadığım.

Bir sürü insan bir sürü şey düşünmüş, bir sürü şey paylaşmış, belli kurallara sokmuş, kimisi kuralsızlık gibi bir kural bile koymuş, yapılan her şey yapılmış, dünyanın sonu gelmiş, üretim durmuş, tüketim başlamış, postmodernizm diye bir şey varmış, ne demek olduğunu bilmeyende sanki tanrı hissi yaratıyormuş.

Postmodernizm filan diyorum ama yemin ederim entel olmak istemiyorum. "Yemin eden" bir adam zaten ne kadar entel olur diye düşün mesela. Olamam yani. O varoş görmüş geçirmiş, o memur çocukluğu ne demekmiş, onu çok güzel tatmış, bellemiş, ne Fransız ne de İtalyan kolejinde, aksine Menemen Anadolu Lisesi diye bir yerde okumuş adam ne kadar entel olabilirse o kadar olabilirim.

O kendini bilme halinin verdiği rahatsızlık ve güldürü hali. Halini bilmek ve bunu değiştirememek, aciz ama bir taraftan da güçlü hissetmek. 

Annemin çaydanlığın sapı kırıldı kırılacak diye aynı anda hem sapından hemde benim asla tutamayacağım kadar sıcak ağzından tutması gereken ve  buna rağmen acımayan elleri kadar güçlü hissettiriyor.

Sakin ve deneyimli.

Büyüyorum. Büyüdükçe daha çok şey anlıyorum. Az okuyorum evet. Okusam çok daha şey anlayacağım ama sanırım biraz da cahilliğin verdiği mutluluğu tatmak istiyorum.

İstiyordum diyelim. (Hep beraber.)

Lakin bugünlerde , özellikle Foucault ya da Baudrillard, okuma isteği girdi içime. 

Hiç birinin Sartre okurken hissettiğim gibi hissettirmeyeceğini biliyorum gerçi.

Lakin basit bir çift bilinmeyen denklemdeki x iken, y olmuş durumdayım.

Büyümek de böyle bir şey.

23 Nisan 2012 Pazartesi

yumasına = uyumasına

yorgunluktan çıkan üretim bu kadar. pis kapitelizm. kapitel evet.

27 Mart 2012 Salı

tatlı.

"Bir gün, ansızın, hiç beklenmedik bir anda gökyüzünde bir delik belirdi ve küçük bir serçe bu delikten içeri düştü."

Hayatımda okuduğum ilk kitabın, ilk cümlesi buymuş. Dönüp dönüp okuyorum istemsiz olarak.

Nedense kalınmış gibi hatırladığım kitabın 12 sayfa olduğunu öğrenmemin şokunun üzerime sigara dumanı gibi sinmesinin yanında, bir de kitabın kayıp-aranıyor otobüslerindeki fotoğraflardaki insanlar gibi on yılı aşkın süredir kayıp oluşu, o internetten bulabildiğim ilk cümleyi bir kere daha okumama sebep oluyor.

Kısacık ama üzerimde boyutunu ezecek kadar büyük bir etkiye sahip olan cümlecikle, tıpkı o otobüslerdeki fotoğraflar gibi, google'dan bulduğum, eğer bir gün intihar etmeyi düşünürsem diye cüzdanımda resmini taşıyabileceğim, ufacık bir resim var şimdi.


Bir süre bunlarla yetinmeyi öğrenmem gerek sanırım.

25 Mart 2012 Pazar

Bunada şükür.

Peep Culture diye bir belgesel izledim. Hayatım değişmedi. Sadece 1-2 saat düşündüm. Düşünerek yaşadım. İç ses vererek yapabiliyorsun onu. "Şu anda koridorda yürüyorum, ama pek anlamlı gelmiyor." gibi şeylerle başlayıp, "Önümde koskoca bir hayat var ve her zamanki gibi onu nasıl yaşayacağım hakkında bir fikrim yok." dedikten sonra "Sanırım sevdiğim şeyleri yaparak." diyerek, ardından da "E, o zaman bütün hayatımı osuruğumu koklayarak geçirme ihtimalim var." cümlesiyle noktalandırarak yapabiliyorsun. Evet.

Sonunda vardığın yer ise üzerinde +13 yazan, komik olmak için mi bu kadar kötü, yoksa güzel bir şey yapmaya çabalarken mi komik duruma düştüğünü anlamadığın, garip bir korku filmini izlediğin koltuk oluyor.

Hayatta böyle bir şey sanırım. İsteyip isteyip, çoğunu yapamadığın, çokta kafaya takmadığın, öyle geçirdiğin uzun bir zaman. 

Örneğin, banyoda oturarak duş alan sevgilime sahibim diye mutluyum. Aşağıdaki resimdeki kendisi olur.
tasla yıkanır
Yada onla geçirdiğim vakitlerin bir çoğundan keyif alıyorum. Mesela:
böyle

Ama. 

Hayat zannettiğim şey, bu ufak, küçük, hep tutunamayacağın kadar kısacık anlardan ibaret olacaksa eğer, sanırım 80 yaşıma geldiğimde bütün bu anları toplayıp "Merhaba ben Can. 22 yaşımda yaptığım çıkarıma göre şu anda toplasan 6-7 filan yaşayabilmiş bulunmaktayım." diye bir cümle kurmam şaşırtıcı olmayacak.

Ama olsun istiyorum.

Hayatımı dolu dolu yaşadım be dostlar! diyebilmek istiyorum. Sonra şuraya girip, insanları dinleyip, onların resimlerine bakıp, kimisi basit, kimisi kendi içinde tatlı, kimisi komik, kimisi herkesinki gibi olan hayatları görüp "sikmişim nasıl yaşayacağım düşüncesini" diye düşünüyorum. 

Sikiş kelimesinden blogger'ın türkçe düzeltgeçi de hoşlanmıyor, hayatın kendisi de. Altı kırmızı çizgili her kelimeyi kullanmamayı reddetmekle alakalı değil olay ama gene de bazen ufak ufak saçmalamak bile, az da olsa o ufak şeyi geri getirmeye yarıyor. 

Yeter her halde?

20 Mart 2012 Salı

Böyle yazıcam artık.


19 Mart 2012 Pazartesi

Ne oluyor?


Yazmaktan çok çizesim geliyor bugünlerde. Sürekli olarak.

Geçici bir heves olmamasını umamıyorum bile. Ah ah.


11 Mart 2012 Pazar


uzun zaman sonra ilk kez hoşuma giden bir şey yaptım :) böyle güldüm sonunda.

Beklenenin aksine bugün doksanlardan bir parça bile dinlemedim.

Hani bazen öyle bir an geliyor ki mutluluğun ne olduğunu söyleyebiliyorum. Sevgilinle öpüşürken değilde, onu öperken burnuna gelen ağız kokusunu alırken mesela yada güzel bir şarkıyı dinlerken değil, o şarkıdaki ufak bir iki notayı fark ederken.

Saniyelik.

Sana geçmişinden her hangi bir şeyi hatırlatamıyacak kadar kısa süren bir an. 

Lakin hatırlamak çoğu zaman hoş bir şey değil.

90'ların hit şarkılarını dinlerken çoğu insan gibi ben de o şarkıların hangi olaylara fon müziği olduğunu hatırlıyorum. Garipsenecek bir durumu yok bunun. Şarkıyı söyleyen insanlar bile çok farklı hissedemez bu konuda. Eminim.

Ama emin olduğum bir konu daha var o da bir azınlığa dahil olduğum.

Mutsuz bir geçmiş.

Sertab Erener'le büyüdüm örneğin. 2000'lerin ortalarına kadar ki bütün albümleri bizde vardı ve ben bütün şarkılarını ezbere biliyorum. İşin garip tarafı, ne zaman Sertab dinlesem, aklıma ilk önce güzelinden anıların gelip, üzerlerine mutsuz anıların yüklenmesi oluyor. Örneğin ilk önce babamla gittiğimiz araba yolculuklarını düşünürken, daha bir saniye bile geçmeden babamın öldüğü an gözümde canlanıyor. 

2012'den 1998'i çıkartamayacak kadar kan şekerim düşmüş durumdayım, o yüzden o kadar yıldır sürekli aynı görüntüye maruz kalmanın verdiği şey, geçenlerde izlediğim filmdeki şu diyaloğu aklıma getirtiyor:

Becca: Does it ever go away?

Nat: No, I don't think it does. Not for me, it hasn't - has gone on for eleven years. But it changes though.

Becca: How?

Nat: I don't know... the weight of it, I guess. At some point, it becomes bearable. It turns into something that you can crawl out from under and... carry around like a brick in your pocket. And you... you even forget it, for a while. But then you reach in for whatever reason and - there it is. Oh right, that. Which could be aweful - not all the time. It's kinda...
[deep breath]

Nat: not that you'd like it exactly, but it's what you've got instead of your son. So, you carry it around. And uh... it doesn't go away. Which is...

Becca: Which is what? 

Nat: Fine, actually.

1 Mart 2012 Perşembe

Elimi yaktım.


Termosifonun ısınmasını bekliyorum şu anda. Anlamsız geliyor duş almak. Hep öyle geldi. Türkçedeki eş anlamlı kelimeler ne kadar anlamlıysa o kadar anlamı varmış gibiydi.

Sanki anadilimi unutur gibi oluyorum. Gibi, olmak ve gelmek kelimelerinden ibaretmişim gibi. Her cümle kuruşumda sanki hafızama yeni bir kelime daha ekliyormuşum gibi geliyor. Bir dili öğrenmek gibi değil ama. O kadar uzun süreli değil. Yıllarca verilen onca Türkçe derslerinin birikimleri yere dağılmış, bende onları topluyormuşum gibi.

Duş almam gerek. Ama ne üşümek, nede temizlenmek istiyorum. Yarattığım her kirliğe bencilce bağlanmak değil. O kadar hastalıklı bir yanı yok. Sadece üşenmek. Suyun altına girmeye üşenmek, suda durmaya üşenmek, sudan çıkmaya, kurulanmaya, giyinmeye, üşümeye üşenmek.

İnsanların hissedebileceği duygular arasında en garibi olsa gerek üşengeçlik. Yada "istek" kavramının kendisi.

Bir şeyi istemek. Sex'i istemek, yemek istemek, sıçmak istemek gibi içgüdüsel yada fiziksel olanın dışında başka bir şeyi istemek. Bir eşyayı, ayağa kalkmayı, müzik dinlemeyi, konuşmayı, susmayı, ağlamayı yada başka bir şeyi istemek. Sanki her birine bilimsel bir açıklama yapılabilir düşüncesi rahatlatıyor beni. Hepsinde o ihtimal açık görünüyor. 

Üşengeçlik dışında. 

Yorgun olmadığını bildiğin halde ayağa kalkmayı reddetmek. Garip. Dinciler tanrının bize verdiği "özgür irade"den bahsederken üşengeçlik yapanlardan bahsediyor olabilirlermiş gibi geldi. Yada üşengeç olmayı seçmeyenlerden. Bilmiyorum. Tercih hakkı verildiği zaman, neye göre tercih ettiğimi bilmek istiyorum. Tek bildiğim bu. Neden ayağa kalkmadığımı, onun yerine burada saçma sapan zırvaladığımı öğrenmek istiyorum.

Hani eğer bir tanrım olsa, öğretmen olacağından eminim. Ölmemi gerektirmeden, daha yaşarken, sorduğum her soruya bir cevabı olan bir şey olurdu her halde tanrı. Tanımını yaparken aklıma internetin gelmesi de komik oldu.

Kova burcu erkeği olduğundan, araştırmacı ve özgürlükçü bir ruha sahip olan Can'ın ve Can gibilerin tanrısı internet mi oldu?

Kullarında kendinden bir şeyler barındıran, senle kıyaslandığında neredeyse her şeyi bilen, herkesi kabul eden, pornografisiyle, gerçek cinayet fotoğraflarıyla, bok yiyen kadınlarıyla, badger badger badger badger'larıyla, sivilce patlatma videolarıyla, Nikki Minaj vs gibilerin şarkılarıyla kuluna özgü cehennemini yaratırken, dil ve anlama bilginle sınırlı olsa dahi sınırsıza yakın bilgi sunarak cennetini yaratan, tek dezavantajı olan elektrikle çalışma durumu dışında en azından şimdiki tanrılar kadar gerçek olan internet...

Bir anda google'ın da neden üşendiğimi açıklayamayacağı kafama dank etti. Daha fazla uzatmaya gerek yok. Cümleyi.

28 Şubat 2012 Salı

Yazın Madonna konserine gitcek adamdan çıkan osuruk.

İzmir'de yaşamanın insanı manik depresifliğe sürükleyen bir yanı var. Dinlediğin müziklerden tut, konuştuğun konulara kadar her şey havaya göre değişiyor. Bundan nasibini alan bir tek sen olmuyorsun. Sokakta hava güzelken gülerek dolaşan liseliler, havalar kötüleştiğinde kıyı köşelerde suratsız bir şekilde sigara içmeye başlıyor örneğin. Yada iş arkadaşların "bugün kolay geçiyor" derken bir gün diğer gün "bitse bugün de eve gitsek" diyor. Sende bu güruha katılıyorsun. 

İçerden her şeyi olağan görmenin sebebi de bundan. Doğanın baskıcı gücüne karşı en fazla yakınabiliyor yada minnettar oluyorsun. İsyan edebileceğin bir kanal olmadığından bütün o sıkıntın içine doğru akıp, adamı manik depresif yapıyor.


Kurulan hayallerin benzerliğini bilemem ama tahmin edebiliyorum kaç kişinin benle aynı isteği paylaştığını. Ormanda yaşama isteğini, kamp kurma isteğini, bir sahil kasabasında evinin olmasını istediğini. 

Bütün bu isteklerin 30'lardan sonra çıkması gerek miyor muydu? diye soruyorum kendime. Kendini büyükşehrin akışına kontrollü bir şekilde bırakmaya çabalamanın verdiği yorgunluğu tadanların söylemesi gerek miyor muydu bunu? diye merak ediyorum.

Daha 22 yaşında BBC belgesellerine bakıp iç çekmek, Into The Wild'ı izleyip beğenmek, Flickr'da, Tumblr'da uçsuz bucaksız ormanın içinde tek başına duran o insanların fotoğraflarına bakıp kıskanmak nedir yani?

Şu yaşımda Erik Satie seviyorum resmen. Yaptığı müziğin tarihini hissedebiliyorum notalarından. Hissettiği durağanlığı hissedebilmek, ama yaşayamamak ceza gibi geliyor.

Gene doğa. Gene isyan edemiyorsun. Sanki zorla balık yağı yutmak gibi.

Sanırım piknikler bu yüzden yapılıyor. Bu yüzden yaz tatillerinde "memlekete" gidiyor insanlar. Evlerine kedi alıyor, saksı saksı çiçek yetiştiriyor, sahilde oturuyor, mangal yapıyor, balık tutmaya çıkıyor, manzara fotoğraflarını duvara asıyor, country müzikleri dinliyor, belgesel izliyor.

Doğanın artıklarıyla yaşamayı öğrenmek gibi bir şey bütün hepsi.

Televizyondaki slogan aklıma geliyor: Tatil için çalışıyoruz.

Kimsenin buna isyan etmemesi garip geliyor işte o zaman. Bu kabullenişe tanık olmak, onun içine karışmak, unutmak, ertelemek...

Tatile ihtiyacım var demiyorum. Bir tane kır evim olsun hiç demiyorum.

Ben gerçekten büyükşehir belediyesi lafı duymak istemiyorum. Modernliğin bana kattığı tek şey kitaplar olabilirdi ama onları da okuyacak zamanı bıraktırmayan gene kendisi oluyor. 

Bütün bir nesil böyle. 90'larda çocuk olmak dedikleri o kavram işte buna evrildi. Teknolojinin başlangıcına denk gelen bir çocuğa, öncesinde doğayı tattırırmak zorunda kalmasalardı eğer, eğer ki atariler gittiğimiz o pikniklerden çok önce icat edilip popüler olabilseydi, hiç bir yaşıtımın doğaya geri dönmek istiyeceğini, bunu yaparken de depresifleşebileceğini zannetmiyorum.

Bilemediğimiz, arada kaldığımız bir hal var. Emin olamamama hali her birimize işlenmiş bir kod gibi. Ablam ne istediğini gayet iyi bilirken örneğin, benim ve ikizimin kafamızın karışık olması bundan dolayı. 

Atari oyunlarıyla memlekette dolaşıp kirlendiğimiz doğa aynı tatlılıkla anılıyor.

Gerçekten üzücü bir hal. Ne köyde yaşayabilecek kadar sabırlı, ne de metropolde yaşayabilecek dayanıklıyız.

Sanırım dünya, insanlık tarihinin görüp görebileceği en dengesiz neslini üretmiş bulunmakta. Bu da bir başarı.

16 Şubat 2012 Perşembe

Öğlen yazdım bunu arkadaş, beklentini düşük tut.

Blog izlemeyi bildiğin beceremiyorum. ("bugünkü konumuz bunun hakkında olucak" diyen ilk cümle) İnsanlar beni izliyor filan ama yok, 2 veya 3 kişi dışında kimseyi ciddi ciddi takip edemiyorum. 

Etmiyorum demek yerine edemiyorum diyorum çünkü, ilk olarak o sayfa temaları beynimi acaip yoruyor. Sırf o rengarenk temalardan, yazarın yaşı ve cinsiyeti, yaşayışı, neden yazdığı hakkında bilgiler ediniyorum. Beynimdeki o küçük sınıflandırma kutularından aldığım kelimeleri birleştirip, "depresif bir ergen, bunalımları hakkında yazıyor" ya da "üniversiteli bir kız, sevgilisi yok, makyaj malzemelerinin kalitesinden bahsediyor" gibi cümleler kuruyorum. 

Yazdıklarından 1-2 cümle okuyup, "haklıymışım" demenin üzüntüsünü yaşayıp x tuşuna basıp çıkıyorum hemen.

Arada tutmayanlar da oluyor ama onlarda o kadar iğrenç renkler kullanmış oluyor ki temalarında, gözüm yazılardan çok alakasız renklerin uyumsuzluğuna takılıp kalıyor. O zamanda yapıştırıveriyorum cümlemi bir entellektüel edasıyla: Görsel zevkten mahrum insanların yazdıklarından hayır gelceğini zannetmiyorum.

Hoş bilemem. Virginia Woolf'un blog'u olsa nasıl olurdu mesela. Böyle düşününce "önyargılardan kurtulmalısın Can, belki o çirkin temanın altında güzel bir yazı yatıyordur." dememi bekliyordum ama diyemedim. Virginia yada Sartre yada Camus zamanında blog tutabilselerdi, onlarında temalarına takar, okumayabilirdim.

Ama neyse ki ağaçların ağzı gibi kokan kitaplar var. Sırf iki renk olan sayfalar var.

Şu küçük satır arasında düşündüklerime şaşırdım şimdi. Çizgi romanları düşündüm. 

Kafamda görsellik ve metin kelimeleri tutuncak yer ararken birbirine tutunup zemine düştüler sanki.

Çizgi roman...

Düşünmek lazım.