30 Ekim 2012 Salı

Yanıma gelip gelip konuşan çoccuklara.

Bugünlerde, yüzde doksanı benden 3-4 yaş küçük olan sınıf arkadaşlarımla sanki sağır-dilsiz biriyle sırtım dönük iletişim kuruyormuş gibi hissediyorum. Kafamı onlara doğru çevirdiğimde anlatmak istedikleri bir şey varmış izlenimi veren saniyelik bir son tepkiyle karşılaşınca, merakla "Ne dedin?" der gibi yüzlerine bakıyorum. Ama anlam veremediğim bir şekilde verdiğim tepkiyi kavramamış gibi davradıklarında ya da "önemli değil" der gibi  saniyesine bir başka konuya atladıklarında, gözden aldığı her hangi bir bilgiyi kendi "anlam" dünyasına göre tamamlayan beynim, illüzyonlardaki gibi, bu saçma konu atlamalarını "sanırım salak bu nesil" gibi basit bir şekle sokup bana veriyor.

Elimde kalan "sanırım salak bu nesil" kağıdına baktıkça, tıpkı pişti oyununun sonunda bir halta yaramayan karo papazını, nasıl sırf oyun bozanlık olmasın diye diğer kağıtların üzerine atarken sakin isem, şu anda da o şekilde bir sakinlikle yazıyorum.
İnsanlarının aptallıklarının beni her zaman sinirlendirememesi, kabullenmişlik anlamına gelmiyor, diye parantezsiz bir ara cümle.

Medea'nın kendi çocuklarını öldürmesini, Atlas'ın Herkül tarafından kandırılmasını, Thisbe'nin, sevgilisi Pyramus'u öldü zannedip intihar etmesini (bir de ardından Pyramus intihar ediyor, mal) anlatan Yunanlıların, insana, insanın (yada ona benzeyen tanrıların) aptallıklarını anlatma çabasının normalliğinden, çevremdeki insanlardan, ailemden hatta kendimden bile bahsederken "aptallıklara" takılıyor olmam çok şaşırtıcı gelmiyor. Sonuçta aptallığı bir hata olarak görüp, bu hatayı düzeltme çabası çoğu metin. 

Ancak aptallığın karşısına konulan her eylemin de ayrı bir aptallık "olabileceği" düşüncesini unutmamak gerek, diye parantezsiz bir ara cümle daha.

Ama arkamdan gelen nesilde ekstradan bir durum söz konusu: "Salaklık ettiğini anlamayacak kadar salak olmak."

Paradoks dediğin böyle olur.

Kendini git gide büyüten bir hortum gibi.

Ettikleri her cümlenin saçmalığını umursamadan biraz daha saçmalamaya başladıklarında, örneğin İngiliz edebiyatının 14. yüzyılda yazılmış  "Sir Gawain and the Green Knight"ındaki "yeşil"in neyi sembolize ettiği sorusuna "para"dan sonra hocadan "salak mısın?" adlı suratı görmesine rağmen ardından "islam" diye ekleyen kız, beynime sıçrayan kanın tadını dilimde hissetmeme oluyor. Bunu söylerken benzetme yaptığım zannedilmesin. Aksine beni bile şaşırtacak derecede yeni olan vücudumun bu tepkisi, o kanın dilimin her köşesine içten hücum edip, zorladığı deriden sızdıktan sonra, kanın o kendine has pas tadını hissetmeme yol açıyor bugünlerde.

"Dilime neler oluyor ulan?" diye düşünmeme fırsat kalmadan bir "saçma" cümle daha duyuyorum her gün sınıfın arkalarından. Dilim kanayacak, gözümden stigmata olmuşum gibi kan gelecek diye korkuyorum. 

Böyle durumlarda benim durumumdaki insanlarda oluşan halin Türkçedeki karşılığı: Dumura uğramak. TDK'nın bunu "körelmek" olarak tanımlarken "körelmiş insanlarla muhatap oldukça körelirsin" gibi bir şey demek istediğini zannetmiyorum ancak öyle düşünmek rahatlatıcı geliyor.

Lakin öğretmenlerin bile öğrencilerin seviyesine inebilmek adına aptallaşıp "köreldikleri" şu zamanlarda, en azından "TDK beni anlıyor sanki" diyorum.

O yüzden bu körelmiş algılarla yazmaya çalıştığım yazımı dahi anlayamayan varsa lütfen internet tarayıcılarının en köşesindeki çarpıya basıversin. Yoklamaya yok yazmıcam. Yemin.

19 Ekim 2012 Cuma

Karışık.

Aslında buzdolabında yağı donan çorbalar kadar yorgunum. Yattığımda biraz eriyor gibi oluyorum ama tadıma buzdolabı kokusu girmiş oluyor bir kere. Garip bir şey yorulmak. Dinlenmekten yorulmak gibi bir kavram var sonuçta her ne kadar şu an deneyimlediğim o olmasa da.

Düşüncelerimi toplamak isterken bir anda gözümü kaşır vaziyette, esnemeye başladığımın farkına varıyorum.

Freud geliyor aklıma. Hocanın derste kısaca "belirtme gereği" gördüğü o on dakikada duyduklarım geliyor. Toparlayamıyorum. "Oyun"un yerini medeni toplumlarda "çalışma"nın aldığı cümlesi kafamdan geçiyor. Ders sonrası okuldaki solcuların yakar top oynayışlarını izlerken, "bir gün önce görseydim gülerdim buna" dediğimi hatırlıyorum. 
Yakartopu en son lisedeyken gittiğim bir "solcu pikniği"nde oynadığımdan olsa gerek, görmüş geçirmiş teyzelere benzer bir edayla gülümseyesim gelecekken o çocuklara, bir anda medenileşmeye başladığımı fark edip, gülmekten ziyade ifadesiz bir hale bürünüyorum. Sessiz sedasız, medenileşen hayatım yüzünden her halde.

Borçlar, ödevler, çalışma saatleri, akşam yemekleri, televizyon sesleri derken iş yerinde röntgenlediğim flört sahnesindeki karakterler kendimden uzaklaşmamı sağlıyor biraz.

"Ne iş yapıyorsun?" diye soran tanımadığı bir adama "Mühendisim" cevabının ardından "İnsan mühendisi misin?" gibi bir aptal soru gelince, biraz garipseyen ama umursamaz bir tavır takınıyor kadın. Ben olsam öyle aptal bir soruya "Aids mühendisiyim, ben HIV+'im o yüzden araştırıyorum." gibi salak bir cevap verip, adamın ortamdan yengeç adımlarıyla uzaklaşmasını beklerim diye düşünürken, kadın, azıcık dikkati dağılmış gibi kafasını saniyelik çevirdikten sonra adamın sorduğu diğer soruyu gözlerinin içine baka baka dinliyor. Kadını salaklıkla suçlamadan önce hakkında bilgi veresim geldi: 37 yaşında gibi duran, uzun zamandır yüzük takmadığı, parmaklarının aynı ölçüde güneşe maruz kalıp, aynı derecede yanmasından belli olan, genele göre vasat fizikli, vasat suratlı bir kadın bu. Bütün bunların, kadının artık karşısına çıkan her ihtimalini ince eleyip sık dokumuyor olmasına bağlamak, kadının o soruyu tatlı bulduğu düşüncesinden daha rahatlatıcı benim için. Lakin adamın salaklığının karşısında daha kendini bilen, öz güvensizliği karşısında bir plan geliştirebilmiş, sanki modern kadının evrimdeki bir sonraki halkasını temsil ediyor gibi bir düşünce, kadını daha ortalama yapıyor gibi geliyor. Bilmiyorum.

Bildiğim şey, kadının yaptığı bu eylem sonrası adamın güven kazanıp konuşmaya devam etmesini izlemenin, kadını izlemekten daha zevkli olduğu. 

Tanrım! Nasıl bir gerginlik? Belinin hizasında duran kitapların üzerinde, sanki uzun zamandır sokağa çıkartılmayan köpeklerin, çimi parçalarcasına toprağa sürtünmeleri gibi dolanan ellerini izlemenin verdiği eğlenceyle adamın gerginliğide bana geçiyor bir anda. Sorduğu aptal soruları duymamaya başlarken, kendimi böyle bir adamla nasıl bağdaştırdığımı düşünmeden, bir anda işi aksatma pahasına da olsa sohbetlerinin sonunu beklerken buluyorum kendimi. Ayağını kadına doğru uzatışındaki o korkak erotizmi topuklarımda duyuyorum. Tırnaklarının arasını kitapların sayfalarıyla doldurarak elini bir sağ bir sol yaparken, o hamurdan yapılmış kağıtların dokusunu onun yerine ben hissediyorum. 

O aptal, git gide daha saçma sorular sorarak sohbetin sonunu getirmeye başlarken, farkında olmadan yaptığı hareketlerin tadını onun yerine ben çıkarıyorum, tıpkı porno izler gibi. 

O sırada, bir müşteriye bana sorduğu soruyu tekrarlatmama sebep olmama sebep olan bu kısa görüntüler, müşteriye verdiğim cevabın ardından, amerikan filmlerinde otobüsün arkasında 1 saniye önce gördüğün adamın, otobüs geçtikten sonra kaybolması gibi kayboluyor.

O yüzden, bende, elektriklerin kesilmesiyle sonuçlanan bir porno izleme seansımın sonrasında banyoda mastürbasyon yapmama sebep olan duyguyla bu yazıyı yazmış oluyorum. "Yayınla" tuşunun, spermli peçetemi denize yollayacak bir sifondan farkı ise hiç bir akılda soru işareti bırakmıyor.

Floşş.

15 Ekim 2012 Pazartesi

116'ıncı kayıt namına.

Bugünlerde, yıllardır içimde bilmeden yetiştirdiğim bir "edebiyat ineği", bildiğin İspanya'daki boğalar kadar kızgın bir şekilde sınıfı önüne alıp bodozlama derslere dalıyor. Boynuz darbeleriyle havalarda uçuşan 94'lü sınıf arkadaşlarımın nefretini kazanmam da, Posedion'un Jumbo çatal bıçak takımından aldığı üçlü çatalının ucunu yere vurduğunda yeri ve denizleri harekete geçirmesi kadar hızlı oluyor. Okulda yalnız kalmam ise, biraz daha ineklemem için fırsat yaratıyor ki, bu konudan hiç bir şekilde şikayetçi olduğumu söylemem.

Aslında hiç bir şeye şikayet etmiyorum bugünlerde.

Mesela derslerde sürekli olarak "edebi metinlere eleştirel yaklaşma" halleri olduğundan, buralar, okuduğum kitaplarla ilgili fikirlerle dolmayacak olsa bile, okuduğum şeylerin ve onlara yaklaşma biçimlerimin sözlüğüme gireceği gerçeği, nedense içimi, Dionysus'a tapan insanlar gibi kıpır kıpır ediyor.

Öykü möykü yazamayan bir adam olduğumdan, mitolojide yada eski ahitte öğrendiğim olayları kullanma konusunda da her hangi bir kısıtlama koyamıyorum kendime, yukarıda görüldüğü üzere. 

Bunca yıldır özenle kullanılan bu hikayeleri hoyratça kullanıp tüketmek azıcık rahatsız etse de, "blog"u "günlük" olarak kullandığım bilinci artık oturduğundan o sıkıntı hemen gidiyor. 
Bunca zamandır edebi bir şeyler yazabileceğim konusundaki inancım şimdi git gide azalırken, aynı oranda, edebiyat eleştirmenliğini yada sosyoloji yada felsefe teorisyenliğini daha iyi yapabileceğime dair inancım git gide artıyor. 

Bu inanç (aslında umut demek daha doğru) beraberinde yazma isteğimi getirmiş değil daha. Lakin, toyluğumu bana gösterebilecek onlarca insan var yakınımda. Sevgilime, yıllar önce okuduğu metinleri ona hatırlattığımda, benim 1 saat uğraşarak anlayabildiğim İngilizceyi ve öyküdeki göndermeleri 5 dakikada anlaması dışında, bir haftadır çalıştığım kitabevindeki eğitim durumu üniversite terk olan, 30 yaşındaki iş arkadaşımın, üniversitedeki bir çok edebiyat doktorunu dahi aşacak derecede edebiyat hakkında bilgi ve yorumlamaya sahip olması, falan filan, hepsi daha kurumamış bir kağıda yazmamam konusunda beni uyarmış oluyor. 

O yüzden, "Bir taraftan kalemimin ucunu sivrileştirip, bir taraftanda kağıdın kurumasını okul bitene kadar  bekleyeceğim." diyorum bugünlerde. 

O zamana kadar "Bu hafta bunu öğrendik, çok kafa açıcıydı." minvalinde yazılar yazarım buraya diye düşünüyorum ama 2008'den beri üç-dört kere yazdığım "geri dönüş gibimsi" yazıları hatırladıkça, konunun yazmaya geldiğinde net bir şeyler söylemenin aptallık olduğunu bilecek kadar büyüdüğümden dolayı, daha fazla saçmalama korkusundan yazıyı sonlandırıyorum.

İmza: Bu hafta aliterasyon öğrenmiş ama konu uygulamaya gelince, sıçtığı boku sıvayıp, saçmalayarak salakça bir son yazan Can.