24 Haziran 2012 Pazar

Hoş hava.

Bugün kafamda iki şey vardı.

1- Der Himmel Über Berlin diye bir şeyin olduğu gerçeği ve bu gerçekliğin üzerimdeki ağırlığı,
2- Bütün internet aleminde hatırı sayılır derecede çekmek istediğim tarzda fotoğraf karelerinin oluşu.

Kafamda iki şey var, yalanım über fantastich. Doğru yazdığıma bile emin değilim. Alman pornolarına da çok öyle hakim olmadığımdan, bugün dünkü gibi olmayacak.  Zaten hiç bir şey dünkü gibi olmuyor. 

Söyledim.

Söylemediğim şey, insanların kafalarından geçenleri uzun uzun gösteren o filme, Der Himmel Über Berlin'e kıskançlık duymam.


Onu da söyledim, tamam.

Şimdi bugünlerde çok moda olan kalın çizgili bir üçgen çizip buraya koyarak yazıyı tamamlıyorum.

Ardından da üçgen hakkında düşünüp uyurum biraz.


23 Haziran 2012 Cumartesi

Çürüm-ek.

Sanırım diye başlayacağım cümleden sanırımı çıkartmaya karar vermiştim, dışarıdan gelen gürültü tavan yapınca. Ama sonuçta elimde bir adet "sanırım"la başlayan bir cümle kaldı. Ve söylemek istediğim şeyi de söyleyememiş oldum. Resmen kısa süren bir seksin verdiği komik his gibi buda komik oldu.

Tıpkı dünkü gibi terli vücuduma konan bilgisayar başına toplanmış sineklerin aynı sinekler olduğunu zannetmem gibi yaşadığım her günün de bir birbirinin aynısı olduğu aptallığına düşebiliyorum arada. İnsanı köklü değişimlere iten o sümüksü düşüncelerin genlerinde bunlardan başka bir şey yokmuş gibi geliyor. "Her şey çok monoton, her gün birbirinin tekrarı gibi, a ve b noktası arasında geçiyor hayatım..." demek nedense pek dürüst gelmez oldu. Söyleyeceklerim biraz şiir aptallığında gelebilir şimdi bana ama tanrıdan çok daha bilinmez olan 'zaman'a haksızlık edecekmişim gibi hissedecekmişim gibi geliyor, monotonluktan bahsedersem bir daha.

Çok şiir aptallığında gelmedi.

Yazmadan önce içimi rahatsız edecek cümleler kurmayı pek sevmiyorum sanırım. O kadar laf ettim şimdiye kadar, bir açıklama yapmam gerekirmiş gibi geliyor ama sırf açıklama yapma düşüncesi bile beni bugün üzerimde kalan spermlerin sabaha kadar sıcaktan nasıl kokacaklarını düşünmek kadar gerdiğinden yapmıyorum.

Küçük yavrularımın öldükten sonra, yumurtaya girdikleri zaman olacakları şeyler gibi kokmaya başlamaları komik. Ölümün bir kokusunun olması... Amonyaktan sanırım. 


Beynimde böyle bir sürü gereksiz bilimsel bilgiler var. Ve bütün bu bilgilerin 3 ay sonra tamamen önemlerini yitirecekleri düşüncesi insanı ister istemez bu zamana kadar yaşadığım bir çok şeyin sonunda sıçtığım yemeklerle aynı sonu paylaşacakları düşüncesine itiyor. Kokmaya başladığı için hayatım, sifonu çekeceğim. (Cümlenin ağır arabeskliğinin üzerine bir de içinde sifon ve kokma kelimeleri geçmesi midemi bulandırdı.)

1 haftadır bir şey içtiğimde ekşiyen midemi düşündüm. Fiziksel ağrıların çoğunu psikolojiye bağlamamdan olsa gerek midemin ekşiyen bölgesinin görüntüsüyle beraber, para meseleleri, sözde süper planlarımız olan iki haftalık ev arkadaşıma evden ayrılıp sevgilime döndüğümü söylediğimin görüntüsü (ki ardından ya "sana güvenerek kontratı imzaladım Can" ya da "boşver Can, gerçekten değmezmişsin" gibi cümleleri kendi içimde kurmama sebep oluyor bu görüntü.) geliyor gözümün önüne.

Precaution.

3 saattir yabancı dizi izlemenin yanında bir de 2 saat boyunca yaşlı bir İrlandalıyla gençlik halleri hakkında konuşmak yada Amerikalı bir çiftin 'engagement'larını telefonla kutlamak yüzünden (ki "So you got engaged?" diye bir cümleyi bir daha kullanabileceğimi düşünmediğimden de hoşuma da gitmedi değil) Türkçe'ye olan hakimiyetimi uyuyakalan kamyon şöförü kadar kaybettim. İzlediğim pornoda geçen "fuck me hard"ların yada tekrar tekrar çalan şarkıdaki "kill the turkey, shoot him down"ların etkisiz gibi görünen ama Türkçe bilinçaltımı sopayla dövmesi var bir de.

Bir taraftan artan libidomu yatıştırdım, bir taraftan da beynime işleyen ingilizceden bir kaç kelime yazarak kurtuldum. Uyumamak için daha güzel bir zaman düşünemiyorum. Belki kış aylarında uyuma düşüncesi hariç.

22 Haziran 2012 Cuma

Mide yanmasını büydüğüme yormam. (Fala inanan Can başlığı.)

Tam biradan yudum aldığım sırada içmemem gerektiğini anlamam gibi, aslında gayet modern görünen klavyeye 90'lar havası katan ışığın sinekleri çekeceğini, geçmiş-şimdi-gelecek kavramlarından bağımsız bir şekilde fark ettim. "Bilme hali" denebilir buna belki. Sonucu, eylemi yada kararı hiç bir şekilde etkileyemeyen bir bilme hali.

Yolda yürürken yanından geçse, selam vermeyeceğin şu sıcağı bilmek gibi. Yada lisedeki hocanın, sırf konuşmaman için yerini değiştirdikten sonra yanına oturduğun inek çocuk kadar canını sıkan terlemelerini bilmek gibi.

Yakınmak da bir o kadar anlamsız diye düşünürken, birden vücudumun üzerinden, sevgilimin hiç olmadık bir anda vücuduma uzun uzun bakıp ufak bir dokunuş atması gibi geçen rüzgarla biraz kendime geldim.

Bu kadar betimleme ne halta yarıyor emin değilim. Bilgisayar ekranının önünde aptal aptal dolanan sineklerin bile beni ısırmak için bir sebebi varken, her otu boku, sanki ödevmişcesine (şimdi yaptığım gibi) betimlememin ne anlamı var hiç bir fikrim yok.

-Konsepte çok takılıyorsun. 

Dedi bana, tatilde fotoğraf çekerken. 
Çektiğim en güzel fotoğraf olduğunu düşündüğüm halde kimsenin tepki vermediği fotoğraf .
"Zihnime boşluklar yaratan nadir cümlelerinden biri." adlı cümlemi okuyasıya kadar, ettiği o cümleden bu kadar etkilendiğimden haberdar olmaması da beyaz tenine uygun bir saflık yaratıyor onda şimdi.

Ama doğru. Konsepte yada biçime yada tarza yada yönteme kafa takıyorum. Neyi yazacağımdan, neyi fotoğraflayacağımdan, neyi çizip neyi okuyacağımdan çok, nasıl olacaklarına kafa yoruyorum.

Çektiğim fotoğrafların altlarına açıklama yazmayı düşündüğüm anda ikiyüzlü gibi hissetmem bu yüzden. 

Bütün yarattığım şeylerin hiç bir anlamı yok dediğim takdirde, annesine yemin ettiği halde yalan söyleyen çocuk kadar rahatsız uyurum gene de ama.

Çünkü, gereksiz görünecek derecede dürüst bir şekilde yazdıkça, özlediğim zamanlardaki kalitesizlikte fotoğraflar çektikçe, altına imza atmak istediğim çizimler gibi çizemediğim halde bir şeyler çizdikçe, zamanında Havva'nın yediği elmanın o baştan çıkaran kırmızılığını hisseder gibi oluyorum.

Yada belki internette, Havva'yı elmayı yemeye ikna eden yılandan, sanki bir kuyunun içinde bir birlerini hiç umursamadan iç içe geçecek kadar sıkışmak zorunda kalan yüzlercesi varmış gibi hissetmeme yol açan işlerle karşılaşıyorum diye.

Bilmiyorum.

Kimsenin yaptığı işe, bir anlamı var diye bakmamam gibi, kimsenin de benimkine öyle bakıp bakmayacağı umurumda değil sanırım.

"Duyarlı" insan olmak zevk yerine acı vermeye başladığından beri -4 yılı aştı-, bir aseksüelin cinsel organ gördüğünde verdiği tepkinin üzerine bir de sikimi kestikten sonra açılan yarayı dikip, kendime has cinsel organımı gösteriyorum insanlara aslında. Bütün olay bu.

Nasıl çok düz demi organım?

17 Haziran 2012 Pazar

Konya ovasındaki sessiz gürültü.

Lise arkadaşlarımı en son gördüğüm halleriyle tekrar görmeye başladım. Kepli ve cübbeli ve makyajlı ve özenilmiş.

Lisedeyken o mezuniyet şeysine balo denmesine çok güldüğüm için gitmemiştim. Çünkü balo dendiği zamanki beklentim Viktoryen dönemlerdeki gibi, valsların havada uçuştuğu, uşakların hizmet ettiği, maskeli bir şeyken, okulun müzik yapmayı becerdiğini zanneden iki üç, eli elektronik gitarlısı eşliğinde, hademe Oktay abiyle beraber, kurabiye - çitos - kola üçlüsüne hapsolmak istememiştim daha açık olmak gerekirse.

Daha açık olmak gerektiğini biliyorum bu arada. Mesela ayrıldım dediğim sevgilimle tekrar beraber olmaya başladığımı, yeni ev arkadaşıma farkında olmadan sanki sevgiliymişiz gibi sürekli görüşüp konuşmamız gerektiğini düşündürttüğümü ama aslında dengeli ve normal bir ev arkadaşlığı istediğimi iyi niyetten söylemememi, girdiğim sınavın sonuçlarına bakmaya bile korktuğumu söylemezsem eğer, sosyal medyada yerine getirmem gereken görevi tamamlayamamış gibi hissedeceğimi biliyorum çünkü.

Dobra olmak.

Öyle bir görev ki bu, facebook, tumblr ve twitter (özellikle twitter'da) böyle bir sürü, içi boş dobralıklar görmediğin zaman silikleşen bir şeye baktığını zannetmene sebep oluyor.

Kimsenin kimseye gönül rahatlığıyla siktir bile çekemediği bir ülkede gidip ortaya laf atmalar, annelerin o kendini gayet belli eden ama gizliden yaptıklarını zannetikleri laf sokmalarından öteye geçemiyor benim için.

İnsanların kısa cümlelerinin arkalarında büyük anlamlar taşıdığını zannetmeleri özellikle, kimsenin (buna ben de dahilim) zannettiğin kadar derin olmadığını anlamama sebep oluyor. Dümdüz bir ovada uzamaya çalışan ekinlerin, aynı boyda kalmalarından farksız. Biraz kafayı yorarsan sonuçta aldığın güneşin miktarı da, kökünü saldığın toprağın kalitesi de bir birinden farksız.

Her yerde var olmayı herkes istiyor. Ekşisözlük'te adına bir entry'nin olmasını, internetteki sanat dergilerinin yada haber sitelerinden birinde yaptığın işlerden söz edilmesi, daha fazla linkte daha fazla adının geçmesi isteği, e-mail adresinin kaç sitede kayıtlı olduğuyla doğru orantılı bir halde artık.

İşte bu yüzden, sosyal medya üzerine, sosyal medyanın bir mecrasında konuşmaya çabalamam, ironik olamayacak kadar aptalca duruyor. 

Sonuçta ortaya yayınlanmak istemeyen bir yazı oluyor elimde. Bana "abi yapma, etme gözünü seveyim" der gibi bakarken, elim çoktan "yayınla" tuşuna gitmiş olacak ancak. 

Mesele de o sanal gücü hissetmekte sanırım.

4 Haziran 2012 Pazartesi

büyük tavsiyesi

Becerememek diye bir eylem var. Şuanda uyuma olayını beceremiyorken, aynı zamanda yazmayı da beceremiyorum mesela. Her ebeveynin ve onların yetiştirdiği geleceğin ebeveynlerinin ortak gerçeği olmuş olan; “hayatı deneyimleyerek öğrenmek”ten kaynaklanan bir becerememe durumu bu daha çok. Öyle bir formül ki bu deneyimleme olayı, sapma oranı %0.001 filan olabilecek derecede.

İşte o oranın tam o küçük kısmına doğru savrulan yerinde, spor ayakkabı giydi diye İstiklal Marşı’ndan sonra dizilen öğrenciler gibi, ben yer almaktayım. Tıpkı hocadan beklediğim azarı bekler gibi, her bir şeyi beceremememin ardından bir azar seansını sakinlikle beklemem bundan.
Alıştım.
Alışmanın getirdiği rehavetten midir, kişiliğim midir bilmiyorum, ama 22 yaşımın ortalarına geldiğim halde hala bir sikim beceremiyorum. Çalışmayı, kedi beslemeyi, kitap okumayı, dinlenmeyi, yalnız kalmayı, para harcamayı, eğlenmeyi, sevişmeyi,  oturmayı, konuşmayı, sevmeyi...
Ağır bir uykusuzluktan yazıyı tamamlamayı bile beceremiyorken, nasıl yaşamayı becerebildiğimi ben bile bilmiyorum.
Sürüklenme halini geçti artık bu durum. Daha çok bir ata bağlanıp, kupkuru taşlı bir Texas eyaletinde, manyak bir kovboy tarafından, suçum ne bilmediğim halde çekilerek cezalandırılıyormuşum gibi geliyor. Savunma mekanizması bildiğin, acıyı hissetmemek için acıdan bayılıyorum. Bütün hissizliğim, normalleştirmelerim, geçiştirmelerim bundan ibaret. Her hatamı teker teker ölçüp, sonuçlarını gözden geçirecek gibi olduğum anda, dışarıdan bencilce görünmeme sebep olan umursamazlığımı devreye sokmam bu yüzden.
Hayatımda hiç bir zaman benzeyeceğimi düşünmediğim dedeme benzemeye başladım.
Sonum da, onun gibi, devasa ayak tırnaklarını zorla torunlarına kestiren, merdivenci kadına 10 lira verip üzerine çıkıp sevişen ve günün birinde üzerinde şişen ayaklarını dindirsin diye sürdürdüğü kolonya kokusuyla yatağında tek başına ölen bir şey olacak sanırım.
Kulağa o kadar kötü gelmedi işin komik tarafı. Önceden böyle bir şeyi düşünmenin bile ödümü kopartmaya yettiği halde hemde.
Deneyimleyerek öğrendiğim bir şeyde bu işte güzel ebeveynler.