31 Mart 2010 Çarşamba

Mimlenmiş tavan arası.

Gökhan abi hayatıma dair 7 şey yazmam için mimlemiş beni. Ben de sağ elimi göğsümün üstüne koyup, başımı eğip, "Boynumun borcudur abicim." dedim boynumun kime, ne gibi, nasıl bir borcu olabileceğini sorgulamadan... Sonrasında ortaya böyle bir şey çıktı:

1. Doksanların hit parçalarını daha repertuarıma sokmamışken, üç buçuk yaşında okumayı söktüm. İlk okuduğum cümle "Canlı" olmuş. Onu tam hatırlamıyorum. Ama çocuklar için edebiyat dergisi olan "Kırmızı fare"yi, onun kapağını, içerisindeki resimleri, Winnie the Pooh hikayelerini, yarılan gökyüzünü dikmeye çalışan terziyi unutmadım. 

Tıpkı o terzinin gökyüzündeki yarığı sonsuza dek kapaması gibi, okuma eylemi, benliğime kırmızı farenin attığı dikişlerle sıkı sıkıya kapandı.
İnsan okuyunca yazası geliyor tabi...

2. Sekiz yaşında babam gözümün önünde ölünce psikoloğa götürüldüm. Jenga'yı ilk kez orada oynadım. Kardeşimin yapabildiğinin aksine kendimi resimle ifade edemediğimi anlayınca doktor, günlük tutmamı önerdi. Ardından tersten yazılan, alt alta yazılan, alfabeki harfleri kendilerinden bir sonraki harfi kullanarak yazılan garip bir şifreli günlük çıktı ortaya. Annemin bir dakikada rahatça çözüp okuduğu...

Günlük tutmayı bırakmadım. Kardeşim de resim çizmeyi... 

İlk okul beşinci sınıfın sonlarına doğru kardeşimle roman yazma girişimimiz oldu. Dünyayı, anne ve babasını aramak için dolaşan iki kardeşi anlatan, ilk duraklarının Avustralya'nın iç kısımlarının olduğu, orada aborjinlerle tanışıp onların kültürlerini öğrenip, ardından başka bi yere geçecekken yarıda kalan bir roman... Kardeşim illustrasyonlarını yaptığı, benimse ansiklopedilerden araştırma yaparak kendimce daha bilgi verici bir hikaye yarattığımı sandığım 12 sayfalık, kayıplara karışan bir roman... 

Yani yazma eylemi, on parmağımın ucunda ve avucumun içinde yıllardan beri karıncalanmalara sebep oluyor.

3. Karıncalanmalara iyi gelen bir şeyi de o dönemde keşfettim. Beatles'ın 1962-1965 arasında yaptığı şarkıların derlemesi olan albümdeydi o şey. Ya da dayımdan merak yüzünden alıp dinlediğim Vivaldi'nin Dört Mevsim'inde. Geceleyin yazmayı bitirdikten sonra içine düştüğüm boşluğu, uykuya dalasıya kadar müzik doldurdu. 

Hala dolduruyor, müziksiz uyuyamıyorum...

4. Sabahleyin de zor uyanırım. Uykumun ağırlığı tartılabilse eğer terazinin diğer kefesindeki fili bile havaya kaldırabilir.

5. Sorumluluk bilincim ise tam tersi, karıncayla bile yarışamayacak cinstendir. Elde ettiğim her şeyi çabalamadan almış olmamdan kaynaklanır bu durum. Her hangi bir çaba sarf etmeden aldığım ve sonrasında ödüllendirildiğim yüksek notlar, girdiğim okullar, beni "arkadaşları" olarak gören insanlar, sevgilisi sanan kızlar, aldığım ilk öpücükler, ilk cinsel deneyimler, korkular, nefretler, üzüntüler...Hepsi... İsteyip istemediğimi elime geçtiğinde bile anlamadığım, buna benzer, emek sarfedilmemiş, o yüzdende piyasa değeri herkese düşük gelen, güzel şeyler.

Kısacası kaldırımda, amaçıszca yuvarlanıp giden hayali bir topun, arkasında bıraktığı izler.

6. Bir çok insanda bıraktığım izler gibi. İlk okulun her sınıfını farklı okulda okumaktan olsa gerek, geçici arkadaşlık durumuna alışmış durumdayım. Hatta insanlara çok katlanabildiğim söylenemez. İlişkilerim bu yüzden 3-4 hafta sürer, arkadaşlıklarım da yaşadığım çevreyi değiştiresiye kadar en fazla. Ancak hayatımda değer verdiğim dört kişinin (kardeşim, ablam, annem ve aysel) aksine, çevremdeki insanlarla fazlasıyla sohbet ederim. Tabi sohbetin benim için anlamı uzunluğuyla ters orantılı olur.

7. Çocukluğumdan beri ölümün insanlar üzerindeki etkisine, düzenli aralıklarla tanık oldum. On yedi yaşındayken on beş günlük cezaevi deneyimini yaşadım. Üç sene boyunca, eve kadın atan, şimdi varsa öbür dünyada vurdum duymazlık tanrısıyla yatan bir dedeyle yaşadım. On altı yaşında manik depresif tehşisini yedim. Ama anti depresan ilaçları içmedim. İki kere evden atıldım, üç kere sahte intihar girişimlerinde bulundum. 

Şimdiyse, 20 yaşımın ikinci ayında, şimdiye ve geçmişe baktığımda, konuklar arasında "pişmanlık"ı, "keşke olmasaydı"yı, "eğer değiştirebilseydim"i göremiyorum... 

Gelselerdi bile dansa kaldırmazdım onları. Belki şu arkadaşları kaldırırdım (PudraWereydaHuysuz ve Dibine Düşmeyen Armut) "Bu mim'i bana lütfeder misiniz acaba?" diyerek...

30 Mart 2010 Salı

Banyo aynasının önünde parfüm sıkan insanlar.

Yemek borumdan başlayıp, anüsüme kadar devam eden bütün sindirim sistemim, klavye sesleriyle, Facebook mavisiyle, Windows Live Messenger'ın mavi tonlarıyla, uyarı sesleriyle, profil fotoğraflarıyla dolmuş durumda. Midemde hissettiğim şaşırmış bulantının sebebi ise bütün bunlardan bağımsız bir şey: Ekmek arası martı döner. Yada dört bardak suda çözdükten sonra içtiğim nescafe tozları olabilir.

Nescafe midemi bozmuş olmasa bile, gözlerimdeki uyku böceklerini soğukkanlılıkla öldürdü. Tıpkı katil balinaların fokları, fokların balıkları, balıkların da planktonları öldürmesi gibi. Bu öldürme sıralamasında insanları en çok duygulandıranın fokların ölümü olması durumu ise, nöron hücrelerimi kızdırıyor. Planktonlara yada balıklara acımayan insanın, sırf az ve diğerlerinden biraz daha cüsseli diye foklara üzülmesi, plasebo etkisi gösterten bir ilaç kadar ikiyüzlü.
Roma tanrısı Janus'un iki yüzlülüğü ise daha masum. Lakin onun yüzleri kente giriş çıkışları kontrol eden mobese kameraları görevi görüyor. Mobese kameralarını uyukluyan, sırtında hiç kıl yokken, göğüsünde kıl kolonisi kurmuş, kilolu, ekşi mayalı hamur kokan bir bekçinin izlediğini düşünmek ise insanda güzel bir huzursuzluk hissi yaratıyor. 

Tıpkı ensem öpüldüğünde hissettiğim gibi...

Üzerini başka birisinin teninin kapattığı tüylerimi diken diken eden, gözbebeklerimin utançtan, yarısı açık olan göz kapaklarımın arkasına saklanmasına sebep olan bu durumun tek sorumlusu İlkbahar Ekinoksu... Güneş ve Kuzey Yarım Küre'nin tanışıp, anlaştıktan sonra daha sık görüşmeye karar vermeleri, bütün canlılarda onları taklit etme isteği yaratıyor. 

Ben de bile.

Bundan iki-üç sene öncesine kadar cinsellik konulu anketlerde "Ne kadar sıklıkla cinsel ilişkiye giriyorsunuz?" sorusuna utanç etkeniyle birlikte 1'den 5'e kadar 2 vermiştim halbuki. 

Vermişimdir. 

Ancak şimdi, harekete geçen vücudumdaki salgıladığım ter, yaktığım kalori miktarı ve havaya artan bir tempoyla verdiğim karbondioksit değerleri, evli bir çiftin toplamının yarısı kadar ediyor.

Üstteki paragrafta yaşadığım cinselliğin aritmetik ortalamasını aldığımı farkedince, "Can büyüdü, büyüdükçe aptallaştı" diyor babamın gövdesinden kopardığım, sigara kokan kabuk. 

Kabuk bu, der. Ancak ben kabuk olsam... karıncaları öperdim.

19 Mart 2010 Cuma

Koltuk altında kuruyan roll-on şeysi.

"Bahar depresyonundaki insanları çevremden uzaklaştırmaya çalışırken, kendimi bahar depresyonuna girme evresinde buldum." cümlesi, insanda "yağmurdan kaçarken doluya tutuldum" sözünü anımsatıyor, anımsattığı gibi de rahatsızlık veriyor. Rahatsızlık veren bir diğer şey ise, paran yetmediği için, sürekli içtiğin sigarayı değiştirip, daha ucuzunu içtiğinde, boğazında oluşan garip ağrı.

O ağrıyı "hasta oluyorum" diye yorumlayan beyin, odadaki elektrikli sobayı açmayı istediğinde de, fetiş olsun diye deri giyen bir kadına itaat eden, kilolu, kafasının üstünde saç çıkmayan, beyaz adam gibi, "tamam" diyorum. Aslında beynim deri giyemeyecek kadar zayıfladı bugünlerde ama genede çıkarmıyor o deri elbisesini bol durmasına rağmen. Zaten bütün fanteziyi bozup, bunları yazacak kadar beni sorgulamaya iten de o görüntü oluyor. İki deri arasındaki boşluk.
Bir de dikkatimi her on beş dakikada bir dağıtan, hala çürümediğine şaşırdığım, yarısı yenmiş mısır konservesi.

Üzerinde, "Açtıktan sonra, hava geçirmeyen bir kapta, 48 saat süreyle buzdolabında saklayınız" yazmasına rağmen, 4 gündür bilgisayar masasının üzerinde, günlerce bekleyen diğer şeyler (boş sigara paketleri, evden çıkarken almayı unuttuğum anahtarlar, nerden geldiğini bilmediğim bir adet toka, yarısı yakılmış tütsü) gibi, öylece bekliyor. 

Beklesin.

Sorumluluk kavramının yan etkisi sonuçta bu. Bir beklenti yaratıyorsun insanlarda. Gereklilik kipini devreye sokup, selülit aleti gibi titreyen bir otobüste, "Eve gidip ne yemek yapacağım?" sorusunu soruyorsun sonra. Lakin ev arkadaşların sana bu görevi vermiş. Sende yap-malı-sın.

Ama yapmıyorum.

Tıpkı girmem gereken sınava, uyumak için girmediğim gibi. Halbuki uyanıp gitsem, en azından, bana "iyiki sevgilim yok" dedirten o şişmiş suratımla karşılaşmıcaktım yüzümü yıkarken. Gün boyunca, hatta uyurken bile açtığım ağzımı kapatmak için şişen dudaklarım ve yaşlı bir amcanın poposunu andıran göz torbalarımla, karikatür dergilerinden fırlamışa benzeyen o suratımı gördükten sonra, ister istemez günün devamında da bir çizgi karakter gibi davranmaya başladım. Ancak bugün çizgi romandaki rolüm, başroldeki karakterin önemli işler yaparken, arka fonu doldursun diye çizilen apartmanların içinde pinekleyen, görünmeyen insanlarınkiyle aynı oluyor. 

Onlarla aynı kaderi paylaşmak kötü geliyor tabi. Sonuçta yalnızsın.

Ve yalnızlık arada yorabiliyor. Çünkü sokağa çıkıp yürüdüğünde ilerleyen dünyayı, tek başına, iki çarpık bacağın gücüyle döndürmek, Atlas'ın işinden daha zor, bir neandertal adamı için. Ki Zeus oğlu Atlas bile, yaptığı işten yakınıyorsa, Ahmet oğlu Can hayli yakınır bence.

"Yakın evladım, yakın... 

Ama önce yıkan, lakin çok ilginç kokular geliyor tişörtünün altından."

Dedi, ayağına giydiği siyah topuklu ayakkabıyla üzerime basan beynim.

Çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak -IV-

Mar 15 - 9:16 am
*Sıcak çikolata bardağına değen, üşümüş parmak uçlarımdaki uyuşma hissi mesela.

Mar 15 - 1:01 pm
*Rüzgardan muaf bir yerde otururken, o durumun tadını çıkarttığın esnada, uzağında ağaçların rüzgardan sallanmaya başladığını görüyorsun. Rüzgar sana doğru geliyor. Geleceğini biliyorsun. Bunun seni rahatsız edeceğini de.
Ama hala rüzgarın esmediği o kaldırımda, güneşin tenini ısıtışının tadını çıkarmak yerine, gelmesin diye dua etmeye başlıyorsun. 
İnsan için an'ın tadını çıkarmak bu kadar zor mu? Geleceği devre dışı bırakamamak... Bildiğin yeteneksizlik örneği.
Mar 17 - 4:53 pm
*Arada kalmışlığım dışarıdan o kadar belli oluyordu ki, bunu farketmem, küçük bir çocuğun parmağını kesen bıçağı, elinden uzaklaştırma süresine eş bir sürede oldu. 
Ancak kesilen parmaktan kırmızı sıvı nasıl yolunu şaşırıp, dışarıya akıyorsa, farkedilen o "arada kalmışlık"ta garip bir ağrının yolunu şaşırıp karnıma gelmesine sebep oldu. Ne yapacağını şaşıran her insanın yaptığı ilk şey olan "durma" durumunu, otobüs durağı ve sahil kenarı arasında bir yerde yaptım. Algılarım hala orada şuanda, ancak vücudumun otobüste ne işi var hala anlamış değilim. 

Mar 17 - 5:03 pm
*Bazı yaşlıların, özellikle de dişi olanlarının, ağız kenarlarından başlayıp, yüzlerinin en altına doğru inen ve bu yüzden alt çenelerini bir kuklanınkiyle tıpatıp aynı gösteren çizgileri var.
Kukla bana pardon dedi. Ayağıma çarpan ayakkabılarının nereye çarptığını anlamaya çalışırken, yüzüne baktığım için.
Bakmasaydım eğer, bir on saniye kadar daha arayacaktı gözleri, çarptığı yeri. O anlamsız şeyleri düşünmek için çalışan beynine böyle bir uğraş vermek anlamsız. O yüzden ona istediğini vermek gerek.
Al teyzecim.

Mar 17 - 6:19 pm
*"1 Nisan'da Farid Farjad konseri varmış, bu bir şaka olmalı" gibisinden espriler kulağımda yankılanırken, duvarlarda bile çimler çıkmaya başlıyor. Öyle olunca da, insan bahara daha iyi bir isim verebilirlerdi diye düşünmeden edemiyor.

14 Mart 2010 Pazar

Gündüzleri lambaların odandaki rolü.

Yerlere saçılmış giysiler, lastiklerinden kurtulan çarşafın çıkıp poponun altında toplanması, yastığın yanına sana arkadaşlık etmeye gelmiş, gece uyurken ayaklarını kullanarak çıkardığın çoraplar, üçte birini perdenin kapattığı pencere, sümüklü-spermli-yağlı diye üçe ayrılan, kullanılma amaçlarına göre sıfat değiştiren peçeteler, üzerine her basışında kedi sandığın pofuduk terlikler...

Terliksi hayvana dönüşmeni tek engelleyen şey ise bilgisayara takılı flash diskin, arkasında yanıp sönen ışığı izleyen bakışların. Bir de klavyede umursamaz sesler çıkartan parmakların. 
Gözlerinin çevresinde koşullanmış yoğun bir uyku hali var. Seyrek kaşlarının hemen altından başlayıp, babandan aldığın göz altlarındaki koyuluğa kadar devam edip, sonunda biten... Odanın diğer köşesine konulan gizli bir kamerayla izlesen kendini, ufak ve farkedilmeyen harekletlenmelerin dışında, pek konum değiştirmiyorsun aslında. Etrafında sinekler yerine, komşularından gelen insan seslerinin dolaşması dışında, kedinin amonyak kokan kumla üzerini örttüğü boktan pek bir farkın yok. Bütün dağınıklığın, bütün kirin sihirli bir şekilde kendini düzenlemesini bekleyeceksin, ancak ev arkadaşının anlında hiç bir iz yok Harry Potter'ınkine benzer. Ondaki iz  olsa olsa oynadığı futbol maçında, çelme yiyip düştüğünde bir taş anlına gelirse olur. Oda öyle şimşeğe benzemez, göçük olur.
Aksine odan yavaş yavaş çürüyor. Çürümüş o organizmayla bir bütün haline gelip, yaratıklaşmaman içinse 17 dakikada bir kendini tekrar eden şarkıyı kapatıp, eline süpürge makinası alman yetecekken, sen kuyruk sokumunun ezdiği kaba etine işkence yapmaya devam ediyorsun.

Yarattığın beklentilerin, hayallerinin, planlarının uçuculuğu bir kolonyanınkinden daha fazla. 2 piyano notası geldimi kulağına, hemen boşluğa karışabiliyorlar. Ancak nefes alışverişlerinin bile yavaşladığı şu pazar gününde, havaya karışan hayallerini akciğerlerine çekmen, yakmaya üşendiğin sigaradan nefes çekmek kadar olmuyor. Sen odadaki bütün karbondioksiti küçük bir umudun verdiği hırsla çekerken, akciğerlerine giren tek şey çürük şeyler oluyor. Ki burnundaki koku algılıyıcıları da bunda hem fikirler benle.

Sağolsun bilim benim tarafımda. Gerçekler, başlarına "aslında" kelimesini alarak düzeltiyor senden bana geçen o buhranı. 

Aslında mutluyum diyerek...

13 Mart 2010 Cumartesi

2012 filminde Ankara - Bakanlıklar'ın yıkıldığını görmek.

Emekli sandığına kafam girsin.

Sonra sandığın içindeki emeklileri görüp, acıyayım herkese, kendimi görüyorum diye onlarda.

Ölümü, her gün aynaya baktıklarında, kurumuş ve solmuş tenlerinde gören, ışıksız, güneşle ısınan salonlarında sessiz sessiz oturan yaşlı homosapienslerin, iç karartıcı bakışlarında hemde.
Yaşlılar ölmesin, şeker de çiğneyebilsinler!..

9 Mart 2010 Salı

Blog kaydım başarıyla yayınlanmış!

Gecenin 12'sinde, arkama dönüp şarkı söylediğim sırada kaçırdığımı tahmin ettiğim son otobüsü beklerken, nufüs sayımlarının eksiden yapıldığı gibi yapılmasını istiyor insan. Bütün zombili filmlerin klişe görüntüsü olan o sessiz, boş, insandan ibaret ama insanın olmadığı caddeleri görmek, insana anne rahmini hatırlatıyor. Yağmur ise, plasenta görevini görüyor. Benim için yeni doğanlar ünitesi olan sabaha kadar gidip gelen otobüsten birine binip, insanlarla karşılaştığında ise, anne karnından çıkıp, Yunuslar durağında doğan bir şey olmuş oluyorsun. Kimse çığlık atmıyor tabi. Herkes öksüz. Ağlayıp çağıracak anneleri yok. 

Mesela pavyon kadını. Mesela yalpalayarak yürüyen sarhoş amca. Yada şöförün kendisi. Belki hiç biri, ama ben...
Bense bıyıklıyım. İnsanlar bana böyle söylüyor, beni öyle hatırlıyorlar. Aynaya baktığımda hatırladığım gerçeklerden biri bu. Bıyığım var. Onun yanında ise, uzamayan sakallarıma barınak sağlayan yanaklarım var. Benim çakıl taşlarım Kırmızı Başlıklı Kız'daki Kurt'un karnında. Kurt ise babaanne kıyafetleriyle ölüyor. Bütün bu gerçekler ise insanı derinden üzüyor. Bıyığı olduğunu unutan bir çocuk, hayatı boyunca gay ilişkilerin içine dahil olmamış ancak sırf babaane kıyafetiyle öldü diye dışarıdan "ben buydum aslında, toplum baskısı yüzünden intihar ettim!" gibi görünen bir kurt.

Bi de elma kurdu var. Onun acıklı bir yanı yok. En fazla bir insanın otuziki dişinin altısı, yarısını kopardığında acınabilir kıvama geliyor. Yarım kalan bir varlık oluyor sonuçta. Her ne kadar diğer yarısı, gittiği mide de bir tamlık hissi yaratsa bile...

Yarım kurt, yarım tost, yarım kalan varlıklar, tamlık hissi, tam, tam ötesi ve taşma.

Alaturka tuvaletlerin sifonunu her çekişimde kaçmam bu taşma korkusu yüzünden. O ihtimal. Tıpkı gireceğin sokağın başında havlayan köpeğin seni ısırma ihtimalinin verdiği hisle benzer. Ama köpekler arabalara havlıyor. Arabaların insanları kaçıran devasa robotlar olduklarını düşündüklerinden hemde. Bense o arabalara para verip biniyorum, belki köpeklere ölmek için içine girdiğimiz tabutlar gibi gelen, herhangi bir eve girip uyumak için. 

Uyudum. 

Rüyamda ise kıvırcık saçlı gerçek hayatta tanımadığım bir kız gördüm (bkz: the girl of my dream). Topladığı saçlarının uzun boynuna düşüşünü izledim. Boğazının bittiği yerin altındaki kemiklerin yarattığı gölge oyunlarını ve oradan gelen kokuları beynimde "önemli" adlı klasöre kesip yapıştırırken, ev arkadaşımın sesi işlemi iptal etti. Bütün taşınması gereken dosyalar ise, tıpkı gönderilemedi mesajını aldığımız mesajlar gibi evrende bir yerde kaldı. Nbr ya da slm gibi mesajların arasında kendini yanlız hissedebilir belki ama, rüyasının en güzel yerinde uyanan bir ben değilim neyse ki. Onu biliyorum.

Bir de "Where ignorance is bliss 'tis folly to be wise." ne demek, onu da biliyorum.

6 Mart 2010 Cumartesi

Ağladıktan sonra gelen baş ağrısı.

Arkamda dedesini dün kaybetmiş bir kız, gözleri şişik bir şekilde uyurken, odada yanlız kalmasın diye yere serdiğim yer yatağında, onun yattığı yatağa sırtımı verip, bağdaş kurduğum bacaklarımın üzerindeki laptopun kırılgan tuşlarına basıyorum. "O kadar kırılganlar ki bana kendimi hatırlatıyorlar" gibi, ortaokuldaki ticaret dersi kadar saçma bir cümleyi, ancak bu şekilde kurabiliyorum.


Çünkü o kadar kırılgan değilim.

Ancak sabahın altısında, polisiye bir diziyi izlerken, annemin horultusu dindikten sonra, beş saniyeliğine  sebepsiz yere ağladığım aklıma geldikçe, "Acaba?" sorusu, kafamın içindeki diğer soruların yanına oturup, onlara selam veriyor. Uzun zamandır cevaplanmayı bekleyen diğer sorular, bu yeni soruya bıkkın suratlarla bakarken, acaba ortamın bürokratik havasını anında hissediyor. Ve gözleri kapı kenarlarındaki tabeleları arıyor.

Ortada tabela filan yok.
Hangi kapının ne için olduğunun bir öneminin olmadığı bu ortamda olan tek şey, saçma bir bekleyiş. Ağız kokuları, koyun postu kokuları, ekşi hamur gibi kokan ter kokuları eşliğinde uzun bir bekleyiş. Bu kokuların arasında ezilen, yeni ütülenmiş kumaş pantolonu kokusu ise, acabanın burnuna ulaşamıyacak kadar kapı arkasında. Kuyruk sokumları, kaba etlerine battıklarını hissettirdiklerinde ayağa kalkıp dolaşanlar,  zayıf çaycının boş bardaklarla dönüşünü gördükten sonra ceplerindeki parayı elleyerek saymaya çalışırken beyaz duvara dalan insanlar, birbirlerinin suratında yakın bir akrabalarına olan benzerliklerini gören insanlar...

Hala cevap filan yok.

Kabuğundan çıkıp, kaldırımda farkedilmeden ezilmeyi bekleyen salyangozun antenleri kadar yavaş ve cıvık bir bekleyiş. Sekiz saati geçmiş uyku gibi.

Ama dünyanın en zeki adamı olduğunu söyleyen bir insanın dediğine göre, yanlız aptallar sekiz saat uyurmuş. Başarının yarısı o şeyi istemekten geçiyorsa eğer, gidip istediğin şeyi 4-5 saatlik uykunda görecekmişsin. Rüyanda.

Görürsün.

Peter Pan diyarında yaşadığımızı düşünen insanlarla çevriliyken vücudum, ister istemez, inanırsan olur düsturuna kapılıyorum. Elimde bir vibratör olduğuna inandırıyorum kendimi ve ardından ellerim titriyor He-man'in aslanı gibi. Çığlıklar içinde, ellerim havaya doğru kaçarken de bağırıyorum:

Gölgelerin gücü adına!

4 Mart 2010 Perşembe

Bu yazı hazırlanırken bir iki canlı zarar görmüştür.

Her şey bana sokak lambalarının ışığında gördüğüm gölgem gibi geliyor. Duygular, egolar, ilişkiler, karın açlığı, saç uzaması, tırnak yemek, koklamak, ısırmak, duymak, beş duyumla ve altıncı hissimle yaptığım bütün eylemler, hatta doğum, hatta ölüm, hatta yaşam... İnsan ve onun algıları dahilindeki her şey, onları oluşturan ışıklardan uzaklaştıkça büyüyen, büyüdükçe hafifleşen, sonunda ise karanlıkla bütünleşen gölgem gibi. 

Hep bir sınırı var. Yok olmasın diye durası geliyor insanın. Ama bir yandan da daha uzayabileceği, daha büyüyeceği gerçeğiyle savaşmak zorunda kalıyorsun. 

Merak.

Ne kadar büyüyebilir. Bir yere kadar ama duramıyorum işte merak yüzünden. Hayallerim de bile.
Pencereden dışarı bakıp, otobanda giden arabalara baktığımda, hayatımı bir arabanın sağ ön koltuğunda oturup, yolları izleyerek geçirebilirim diye düşünüyorum mesela. Tam o sırada hocanın "Tutunamayanlar" kelimesini algılıyor kulağım. Turgut'u hatırlıyorum. Olric'i, trende hayatına devam eden birini.

Sonra küpe takmama rağmen, para vermedim diye bana kızan amca geliyor aklıma. Bana, yüzüme vurduğunda uçuyormuşum gibi hissettiren rüzgar, ona soğuktan başka hiçbir şey ifade etmiyor. En fazla bir evi olsa ne güzel olur diye düşünmesine sebep oluyordur. Bu yüzden de, onun oturduğu kaldırımdan geçen insanların ceplerinden gelen anahtar seslerini, sahiplerinden habersiz dinliyordur.

Hastanelerdeki kasvetli havanın sebebi olan beyaz floresan lambanın altında zıplayarak ders anlata bir hoca, ayakkabımın ucunu her değdirdiğimde dökülen açık yeşil bir duvar boyası, sakız çiğneyen, silgileriyle oynayan, burunlarındaki sümükleri bir hamleyle boğazlarına doğru iten, telefonla mesajlaşan, yüzleri kızarık öğrenciler, altı yırtık ayakkabım, bulutla kaplı gri bir hava ve bunun gibi bir sürü şey, insanın yaşadığı gün hakkında, "mutlu olmak için hiçbir sebep vermeyen bir gün" diye düşünmesine sebep olabiliyor. Öyle ki, yelkovanla akrebin bile, ağladıktan sonra yorulup durgunlaşan bir çocuk gibi hareket ettiklerini sanıyor.

Ardından bir sineğin, dışarıya çıkmak için, bıkmadan, iki üç saniye dinlenişler dahilinde, tekrar tekrar, her seferinde oradaki varlığını unuttuğu cama vuruşundaki aptallığı izledim. O aptallığından öldüresim geldi. Atalarımdan kalan o "zayıf olanı öldürme güdüsü"ne kapıldım. Uygun koşulları bekledim, hareketlerini ölçtüm ve bitti. 

Karanlık.

Hepsi güdü. Öyle ki sadece sinek gibi farklı canlılara değil, kendi cinsim olan homosapiense bile bu güdülerle davranabiliyorum. Ya da buna tanık oluyorum.

Ki modern ile ilkelin çatışması kadar rahatsız edici bir görüntü varsa, o da girdiğim porno sitesinin kenarlarında beliren reklamlardaki çıplak, yetmiş seksen yaşlarındaki, yaşlı kadınları görmektir. Sarkmış popoları, kırışmış elleri, yerçekiminden aşağıya doğru düşen göz kapaklarının sebep olduğu acıklı bakış ifadesi...

İğrenç.

Bunları açığa çıkaran beynimin kirlenmiş köşelerini, Alpha'nın Sometime Later şarkısının başındaki, süpürge sesine benzeyen cızırtıları silip süpürüyor.

Süpürge ve yaşlı kadın kelimlerinin birleşiminden oluşan kelime ise "anneannem" oluyor.

Çamaşır suyu kokan elleri, evinin önündeki dut ağacından bize toplattığı dutları, kocaman bir kaseye koyup bize verişi, dutları yerken bizi izleyişi, ardından ölümü, ölmeden önce hastanede yatarken, eriyen kaslarının işlevlerini yarım yamalak yapmasından, konuşmaya çalışırken çıkarttığı bağırmayla karışık inleme tarzı konuşmasının travmatik etkisi...

Dut ağızımda parçalara ayrılırken, beni izleyen gözlerine baktığımda duyduğum huzur hissiyle, hastane yatağındaki görüntüsünü gördüğümde duyduğum korku hissini bana veren aynı insan diye düşününce, "insan yedisinde neyse, yetmişinde de o'dur" diyen insanların gözlerini kaşımak istiyorum. Gözlerini kaşıdığımdan, hapşırıp, vücudları 1 saniyeliğine refleksten başka tepki vermesin ki ben o bir saniye içinde dilediğimi yapabileyim o insanlara.

Mesela türk kahvesi.