22 Kasım 2014 Cumartesi

-------

Duş alalı bir kaç saat oldu ama ayak parmaklarım lisedeyken dayımın oğlunun artık giymediği iki numara büyük botların içindelermiş gibi hala üşüyorlar. Yanı başımda, üzerinde son 1 yıldır 2400 saat boyunca oyun oynamak için oturup kılıfını paramparça ettiğim deri koltukta kedim rüyasında sinek kovalıyor diye bıyıklarını titretiyor. 2400 saat gibi spesifik bir süre vermemi sağlayan şey, oyun içinde geçirdiğim süreyi bana söyleyen ve bunu yaparak anlamsız diyemediğim ama anlam da veremediğim zamanı umursamazca söyleyen Steam adlı oyun şeysi. Deri koltukta artık benim değilde kedinin oturmasına sebep olan da 2400 saat yazısını görmekten duyduğum tiksintiyle aldığım kendimce-radikal karar sonrasında odamın şeklini şemalini kitap okumaya müsait hale getirmem. 

Şu anda hala ısınamamış ayak parmaklarım bana bilgisayarı pencerenin önüne almanın hata olduğunu söylüyor ama bunu havanın dünden beri soğuduğuna verip, geçiştiriyorum. Lakin "Erzurum'a filan kar yağmış, onun soğuklarıdır" diye bir cümleyle üşüyen parmaklarıma açıklama getirmeyi değil ama onu buraya yazmayı özlemişim. Geçiştirebileceğim tonla şeyden sadece biri bu.

En son bir şey yazmamın üzerinden sanırım bir yıl geçecek ve geçen günler, aylar içerisinde kendini hatırlatacak anıların bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar olduğunu öğrendiğim yaşa girdim. 98'te baban ölür, bir iki ay sonra başka ilçeye taşınır, orada yeni bir okula yazılırken sokağın ortasında duran betondan elektrik direğinin üzerinden geçtiğini hatırlar ve aradan yıllar geçtiğinde 1998 yılını bunlar gibi bir kaç cümleyle özetler, aralarda kalan, göze çarpmayan, silik ya da kaydedilmemiş görüntüleri ise bazen başkalarının akıllarında kalırsa eğer, 10 yıl sonra otobüste karşılaştığın sınıf arkadaşın sana hatırlattığında tıpkı sigaraların içinde tütünün arasına karışmış bir ufak sap parçasının patlar gibi yanıp sönmesi gibi aklına geldiğinde hatırlarsın. Kalın dudaklı bir kız, kortizon kullanmaktan yanakları sert gibi görünen bir sınıf arkadaşı, kumaş pantolonunun içinde yusyuvarlak bir poposu olan Oral isimli bir hocan... 

Bütün bunlar olurken "bilincin gerekli gereksiz ayrımı yapması, ayıklaması, sınıflandırması ve sıraya koymasına" insanların açıklama getirmiş olduğunu bildiğim halde gene de garipsememem mümkün olmuyor çünkü söz konusu beni ben yapacak eylemlerim ve düşünme biçimlerim olduğunda aynı düzenden söz edemez oluyorum.

Klasik neden-sonuç ilişkileriyle beni bu ana kadar sürükleyen şeylerin nedenlerini ve sonuçlarını fark etsem dahi, an itibariyle sanki tıpkı 5 yıl öncesinde ve boyunca hissettiğim o "nereye varacağını kestirememe" ya da "amaçsızlık" ilkem hiç yerinden oynamamış gibi görünüyor.

İnsanın kendini "amaçsız" diye tanımlaması kolay iş değil. Tıpkı insanlık tarihinin son 500-600 yıl boyunca kabul ettiği "ilerleme" algısının son yüz yıl içerisinde çözülmesi gibi, benim gibi 24 yaşında, kendini "entellektüel birey" olma yolunda bulanların benliklerinin belli bir süreden sonra çözülmemesi de elden değil. Büyük sözlere ihtiyaç duyan, ama her duyduğu büyük sözden sırf geçmişin bazı kalıplarını taşıyor diye sıkıntı duyan bir birey olunca, okuduğun kitaplar sadece ders müfredatını biraz daha fazla birikimle aşmanı sağlayan kitaplar olmaya başlıyor. 

Sanki benliğinin derisinde içi irinle dolu kabarcıklar çıkartmışçasına hastalıklı bir durum aslında. Bir iki nesil öncesindekilerin hissettiklerinden tek farkı, bu irinlerin her birinin farklı ilaçlarla iyileştirilebilecek gibi gelmesi. Akademinin bunun için bir sözcüğü bile var: interdisipliner, yani disiplinlerarası. 

Beni başka bir alanda yandal yapmaya iten de bu son moda algı aslında. Ayrışan benliğimi somutlaştırdıkça, bakkaldan aldığın yumurtadan birini kırdığında içinden gelişmesi yarıda kalmış bir civciv cenininin tavadaki o yumurtanın akıyla kanlı bir şekilde, çirkin, itici ve şekilsizce karışmış ölü ve durağan haline bakar gibi buluyorsun. 

Kimisi kendinden bahsederken bir civciv yerine zümrüdüanka kuşunu imge olarak kullanırken, benim neden gidip doğmamış ve ölü bir civcivi seçtiğim sorusunun cevabı, olsa olsa sadece bu dönem "grotesk" konusuna yoğunlaşmamın ve bu yoğunlaşmanın sebebinin de hayatım boyunca ölümün yaşamın en şüphesiz gerçeği diye kabul etmemde ve neredeyse "ölüyorum öyleyse varım" dememe sebep verecek şekilde evrilmiş olmamda yatıyor. Böyle olunca, gözüne o bahsettiğim derindeki bu spesifik kabarıklık gözüne çarpıyor ve bunun üzerine mi yoğunlaşıp yoğunlaşmayacağını, eğer yoğunlaşırsan diğer kabarcıkları görmezden gelmen gerekeceğini, ardından gün gelip artık o şişkinlikten iz kalmadığında ötekilerinin hiç dokunulmamış kaldığını gördüğünde hissedeceğin şeyin "pişmanlık" olabileceğini  ve artık tek yapabileceğinin o şişlikten eser olmayan deriyi histerik bir şekilde delmeye başlayacağını söylüyor.

Bütün karın ağrısı da, o daha dokunmaya bile cesaret etmediğin ve sadece uzaktan baktığın iğrençlikten kaynaklanıyor. Başka hiç bir şeyden değil.