12 Mayıs 2010 Çarşamba

This could be a headline

Banyodan çıktıktan sonra, üçe vurdurduğum saçlarım, suya minnetlerini göstermek istermiş gibi hep beraber ayağa kalkıp eğiliyorlar. Kısacası tüylerim diken diken şuanda. Sebepsiz yere. Sırf yapabiliyorum diye. Sırf seviyorum diye...

Sevmediğim bir şey var ki; o da klavyenin "v" tuşunun bozulmuş olması. O sese karşılık gelebilen "w" harfini kullanmak ise, bir tuşa beş saniye basmak zorunda kalmaktan daha sinir bozucu. Ondan katlanıyorum o beş saniyeye her seferinde. 

Tabi bir kağıt en fazla 6 kere katlanabilir efsanesi gibi, ben de bir yere katlanabiliyorum.
Tanrı'yı düşündüm "katlanma" yazınca. 7/24 hem patron, hem de işçi olmak nasıl bir şey diye düşündüm. "Beceriksiz bir esnaf kendisi aslında" dedim sonra kendi kendime. Dükkanında yeni şeyleri bulmanın zor olduğu, bunu ona söylediğinde de, "Şu kapının arkasında ki odada, istediğin her şey var." diyen bir esnaf... Annem yabancıların çağırdıkları yere gitme dedi. Bende gitmiyorum o kapının arkasına...

İşte, insan zamanını "bar, dudak, yatak" üçgeninde harcadığı vakit, "yazma" eylemi oyuna katılmak istemeyen, kalkık burunlu, depresif bir çocuk gibi, uzaktan böyle anlamsız şeyler söylüyor. Küfrediyor ama kimse farkında değil gibi. Yazık.

Oyuna dördüncüyü de "O" tamamlıyor gibi. Ya da o'nun dışındaki "onlar". Bilmiyorum. Kesin olacağını bildiğim bir şey var; o da günün birinde antrenör edalı birinin bana "Yorulmuşsun, farkında değilsin. Çık oyundan!" diyeceği. Ne zaman, nasıl, kim tarafından olucak umurumda değil. Zamanı geldiğinde terleyen alnımı silip, omuzlarıma konulan havlunun kokusunu burnuma çekerken, fışkırtarak içtiğim su yanaklarımdan aşağı düşücek. İşte o suyun yeşil çimlere değdiği an fark edeceğim, oyuna benim yerime kimin alındığını:

Sevgili günlük. 

0 yorumbik: