27 Aralık 2009 Pazar

Kalın yorgan sıcağı.

Karşımda sırf annem izlerken uyuyakalsın diye açık kalmış televizyon ekranındaki Jude Law'ın göt çenesi, kanepede horlayarak uyuyan kortizondan şişmiş bir misafir, kapının diğer tarafında ise libidosu tavan yapmış dişi bir kedinin inlemeleri varken, uyumak yada bir şeyler yazmak, iktidarsız bir erkeği yada preorgazmik bir kadını boşaltmak kadar zor oluyor. Yazmamı kolaylaştıran tek şeyin, yorganımla boğduğum laptop hoparlöründen çıkan boğuk sesli şarkıları dinlemek ve üzeri peçeteyle kapatılmış içi su dolu cam sürahiyi izlemek olması, insanlarda "Aaa küçük şeylerden mutlu olan biri. Ne kadar sevimli" gibi bir çağırışım yapıyorsa, ki gayet yapabilir, buradan o  insanlara, "Suratına öyle bi yapıştırırım ki, o beyaz kafan betona yapışıp, suya düşen ayın yansıması gibi görünür" demek istiyorum.

"Bunca nefret nereden çıktı üstadım?" diye sorana da, sana How I Met Your Mother'daki Lily "You're dead to me!" bakışını atsın derim ve moleküllere ayrılmış bedenlerini arkamda bırakıp, önüme de şimdi yazacağım paragrafı alırım.

Önüme aldım diye, pis, ahlaksız şeyler yapacak değilim ona. Yalnızca elinden tutup karşıya geçmesine yardım edicem. Ardından "Şeker ister misin peki?" diye soracağım. O da bana, "Bana yabancılarda--." diyecekken, "Şşşş... Sen sus (gözlerin konuşsun?) bakayım, al şu şekeri ve git şu amcanın cüzdanını çal." diyeceğim. Lakin dış görünüşümün taşıdığı, küçük çocuklara hırsızlık yaptıran, sessiz ve garip karıları olan esmer insan potansiyeliyle elimden ancak bu kadarı gelebiliyor. Derken polisler beni yakalıyor, annemi arıyorlar, annem gelip alıyor beni ve eve gidiyoruz.

O yüzden yorganımın altında bir anne var şu anda. Kendisi benimki... Benzer buruna ve benzer saç dönerlerine sahip olduğum bu insanın üzerimdeki ilginç etkisi, kendisi uyurken bile etkili olabiliyor. Varlığı öyle bir şeyki "Acep bloğuma yazdıklarımı okusa ne der?" sorusunu bana sordurtuyor. Kardeşimin sıkıcı bulduğu, ablamın ise bakıp bakmadığını bilmediğim bu blogdan annemin haberi var mı onu bile bilmiyorum.

Bilmenin önemine gelince, bugün bir arkadaş, yarın bir başka arkadaş, şimdi ise ben dedimki, "cahillik mutluluktur." Ben dedim diye bu lafa inandığımı sanan insanlar, bana ilkokulda zorla götürüldüğümüz, çizdiğimiz resimlerden, "uçurtma uçaran çocuğun arkasındaki evde kim yaşıyor, babası nerde, annesi napıyor?" gibi sorularla beni çözmeye çabaladığını o küçük yaşta farkettiğim, becereksiz çocuk psikoloğu gibi geliyorlar, bunu da belirtmeden geçemedim.

"Cahillik mutluluktur ablam benim, basit yaşamak iyidir, into the wild hacı!, nerde çokluk orda bokluk, abi hayalim, güneyde, (çoğunlukla marmaris olur bu) ahşap kokan, denize yakın bir evde yaşamak, metropol insanı olmak istemiyorum" lafları kulaklarımda çınlarken, kafamdaki tüyler harekete geçip, hepsi farklı bir telden bağırmaya başlıyor... Kimisi kıl kökleriyle gülerken, kimisi "Normal tabi, insanlar bunuda istiyebilir" diyor. Ama kulağımın yakaladığı ve "yeap" diye karşılık verdiğim cümle şu: "Yeni moda basitlik  Can!"

O saç kılıma ismimi kullandığından mıdır yoksa bana gerçekten de bütün bunlar modaymış gibi geldiğinden midir bilmem ama "yeap" diye karşılık verdim. "Yeap" dedim çünkü, modadan anlatmak istediğimi en iyi verebilecek bu kelime vardı yerine oturan... Globalleşme, emparyalizm, kapitalizm, yeni kapitalizm, genç kapitalizm, sistem, burjuva murjuva, liberaller gibi kelimeler kafamda uçuşacakken, her birini, sokakta çok gürültü yaptıkları yüzünden uyuyamayan kocasını düşünen ve bu yüzden bağırabileceği en cılız sesle bağıran mahallenin kıl teyzesi modunda kovdum hepsini. O kelimelerin oynamaya başlamadan önce oturdukları merdivene su attım kovayla, dağıldılar. Onlar toprak sahada maç yaparken, bende bu yeni modadan bahsedeceğim paragrafıma "sıra sende, göster günlerini Joe!" diyeyim...

İnsanların kendi elleriyle, (nasıl becerdikleri kesinlikle umurumda değil) yaptıkları yada evrildikleri hayat tarzları, artık kendilerine o kadar umutsuz gelmiş olmalı ki, reklamlarda, hollywood filmlerinde, hatta türk filmlerinde bile "Metropol hayatı çok sıktı değil mi? Boğazınızdaki kravatlar yetmiyormuş gibi bir de trafikte de boğuluyorsunuz.. Eğlence kültürünüz, alışveriş kavramlarınız, yaşam tarzlarınız çok hızlı değil mi? Zaman nasıl geçiyor farkedemiyorsunuz..Herşey çok monoton? Hergün bir önceki günün aynısı!" laflarını tekrar tekrar duyar oldum. Ardından gelen çözüm önerileri ise antibiyotik kullanan adamın üstüne bira içtikten sonra midesinin yıkanmasına şaşırdığım kadar şaşırtıyor beni. Maxi Miles ile, Fish ile, Adios ile dünyanın dört bir yanına gitme rahatlığı, Vintage ve Retro modalar, 60'ların yada 70'lerin çiçek çocuklarına dönüş filmleri, İskandinav ülkelerine, insandan ve insana dair herşeyden yoksun(yok böyle bir gerçeklik) yalnızca doğa anayla başbaşa olma isteğini arttıran müzikler, belgeseller, fotoğraflar ve kitaplar.... Her biri 50-60 yıllık metropolik ve sanal yaşamlarımızı katlanabilir kılmak için yaratılmış (Bkz: cennet), bizden bile daha sanal hayaller... Alıp, öğütüp, mide asidine bulayıp, "bok!" diye çıkar anca. Ötesi yok...

Son söz, maça son dakikada çıkan Joe'da: "Nasıldım koç? Gösterdim mi günlerini?"

0 yorumbik: