9 Aralık 2009 Çarşamba

Pazara gidip, bir beyin alıp, napalım?

Boğazımda demir tadıyla, evinde kaldığım arkadaşın üstünü örttükten sonra, ayaklarımı ısıtsın diye giydiğim pofuduk terliklerle bilgisayarın başına geçiyorum... Antibiyotik ve ağrı kesici-ateş düşürücü'ler midemde eriyip, kanıma karışıp, damarlarıma sürtünerek beni içeriden gıdıklarken zaman geçiyor. Bu geçen zamanı "Tüketilen ve harcanan bir şey olarak zaman hedesi..." açısından düşünen insan, ister istemez "acaba nasıl harcasam" diye düşünmeden edemiyor. Tıpkı çocukluğumda elime tutuşturulan parayla bakkala yolladıklarında, "para üstüyle istediğini al" cümlesinin yüzümde oluşturduğu mutluluk ifadesi ve sınırlı para üstüyle "ne alsam acaba" kararsızlığı, şimdi benliğime yapışmış durumda...


O zaman anneme sorsan, çikolata al der, ne çeşit olduğunu söylemez... Kardeşim bana ver der, ablam biriktir derdi..

Şimdi anneme sorsam, uyu der, hangi yatakta ne şekilde, onu söylemez.... Kardeşim yazı yaz, kitap oku der, ablam vizen var ders çalış der.

Zamanın sınırsız elle tutulamazlığı konu olduğunda, onu nasıl harcıyacağım, yada kullanacağım, yada geçireceğim konusunda, karar vermek yerine, tıpkı bakkaldaki tutumum gibi elime attığımı almam gibi, anlık bir dürtüyle hareket ediyorum. Elime aldığım çikolataya param yetmiyorsa, gidip başkasını alıyorum..

Vizeye çalışabilirdim. O adını bile söylemeyi kendimle özleştiremediğim sınav şeysi için gecemi, şu an ve şu saniyeyi, birşeyleri ezberlemek için harcayabilirdim ama yapmadım. Çünkü, matematik gibi, sevdiğimi ve yapabildiğimi ve yaptığımı sandığım bir dersin sınavından alınan 0 (sıfır) notu, içimde doğal bir  üniversiteden nefret etme dürtüsü yarattı. Bunun için hakim karşısına çıksam, "anlık çıldırma" savunmasına benzer bir savunma yapardım...

Bir sayı olarak 0 (sıfır), boşluğu, hiçliği ifade ettiği için derin ve sınırsız anlamlar içerebilirmiş gibi gelebilir. Ancak sınav sonuçlarının açıklandığı listenin üzerinde yazan "sıfır"ın alt metninde sadece "sınava boşuna girmişsin evladım" cümlesi yatıyor. "Boşuna, boşluk, sıfır..."

Ancak sıfır öyle bir şey ki budaklanarak başka alt metinler yaratıyor. Bunlardan kimileri; sen sayısal öğrencisi miydin evladım? bu bölümde ne işin var evladım? mühendis mi olacaktın evladım? gibi ve benzer, bir sürü cümlecik... Bu, sonlarında soru işaretleri olan cümleciklerin, soru işaretinlerindeki noktaların beynime düştüklerinde, tıpkı suya düşen bişeyin yarattığı gibi, beynimde "cevap dalgaları" oluşturmasını izliyorum istemeden. Tam bu sırada otobüste, sınıftan arkadaşımla oturup, bu cevaplardan bahsederken, önümde, en yakın arkadaşıyla dalga geçtiğimiz sınıftan bir kız kafasını bana doğru dönüyor.

Bana mı bakıyorsun sorusuna, hayır diyor. Bende camdan dışarı, onun baktığı yöne bakıyorum. Yürüyen bir "uzun saçlı" homosapiens var. Yanımdaki arkadaşımın kime bakıyormuş sorusuna, "sevgilisine" diye cevap veriyorum. Ardından arkadaşımın "kıllı olan mı?" cevabı ise, sonrasında bana insanlardaki ego, takıntılı olma durumları, anlık sinir patlamaları, üniversitedeki gençlerin fiziksel ve psikolojik özellikleri gibi şeyleri tekrardan düşünmeme sebep olacak olayların başlangıç noktası oluyor.

Bu cevabı aldığı an gözleri donuklaşıp, "haddini aştığını ona medeniymişim gibi nasıl söylesem" çabasına gireşen kızı, gülerek izliyorum. Çabası sonucunda ağzından çıkan cümle "söylediklerine dikkat eder misin" olunca, yaşadığım şaşkınlık, suya tükürdüğümde suyun ıslanmamasına şaşırmam kadar olabildi... Yaptığımız şeyi ciddiye alacak kadar alıngan olmasını ona söylemeye çabalarken ise ağzından çıkan laflar git gide bilinçaltından gelir oldu. O karanlık, demir bir zindana atılıp, hergün dürtüle dürtüle azdırdığı sinirleri, arkadaşıma ve onun nezdinde bana "sen kimsin, haddini bileceksin, mahvederim seni, o elini götüne sokarım" laflarıyla kafesinden salınıp üzerimize tükürdüğü şeyler o kadar güldürücüydü ki, yiğit özgür'ün esprilerinden daha çok karnıma ağrı sokan kahkahalar attırdı.

Dışarıdan dünyanın en normal insanıymış gibi görünen, sorunsuz, modern, batılı vesaire gibi tanımlamaları kendisine yapıştırmaktan çekinmeyen insanların, içlerinde bu kadar şey biriktirmeleri, espri anlayışlarının recep ivedik taklitleriyle sınırlı olması, "üniversiteli" gibi yıllardan beri "gencin sapıtma mekanı" gibi yan dallardan oluşan terimlerden biraz bile etkilenmemeleri.... İnsan buna şaşırıyor işte. İncelemek için onlarla birlikte bir kaç kere gittiğim kafelerin hepsinde, içtikleri nargilelerin tütsümsü kokuları arasında, altlarındaki hasır yada armut minderlerin hissiyle  "powerturk"ün yada "akıllı tv" nin açık olduğu televizyonlara anlamsız gözleriyle baktıkları anda "acaba kafalarından ne geçiyor?" sorusuna karşılık, beynim, medistasyon yapan bir hintlinin arınmış beynine erişebiliyor.

Bunca laf edincede insan ego tatmininin diğer tarafında görüyor kendini... Belki öyle. Belki egomu tatmin ediyorum. Birşey değiştirmiyor. Özellikle, bütün o tükürsel bağırtılardan çıkan sözlerin karşısında aldığım ve arkadaşımın da aldığı tutumun sakinliğinin, normalliğinin, durgunluğunun, genişliğinin içime doldurduğu rahatlık ve huzur haline dokunamıyor bile...

Aynanın önüne geçip, "bu halimi beğendiğim" dediğim görüntümü, satış elamanına gösterip "yakıştı mı?" diye sormaktan başka bir şey yapmıyorum...

Yakıştı mı?

1 yorumbik:

Happy Meal Bear dedi ki...

YÜZEYSEL OL LAN İT