13 Aralık 2010 Pazartesi
Karımsı bişi.
6 Aralık 2010 Pazartesi
Boş.
12 Kasım 2010 Cuma
Can'ın şımarma hali.
Balkondan böyle. (üzerince basınca büyüyen resim) |
1 Kasım 2010 Pazartesi
Başlıksız
Benim yirmili yaşlarımdaki fotoğraflarımda onun olacağı düşüncesi bile bu hissi silemiyor. Ben otuz o kırk olduğunda, aramızdaki on yıllık fark nasıl kalacaksa, onun bensiz yaşadığı o dopdolu on yıl da öyle kalacak, yaşlandıkça bile değişmeyen parmak izleri gibi...
Mrs. Dalloway'in bünye üzerindeki etkileri.
21 Ekim 2010 Perşembe
Ev hali II
4 Ekim 2010 Pazartesi
Ev hali.
Beni de unutur. Benim de onu unutacağım gibi.
28 Eylül 2010 Salı
Bir yazı yazamama örneği olabilecek yazı II
27 Eylül 2010 Pazartesi
Bir yazı yazamama örneği olabilecek yazı.
13 Temmuz 2010 Salı
Ellerim terledi.
İşte son bir yıldır kumsalda yürüyormuşum meğer, çimlerde yürümeye başlayınca fark ettim. Ezdiğim her otun, eski haline dönemediğine, kırılıp toprağa yapıştıklarına tanık oldum.
İnsanın içini acıtıyor doğal olarak.
Sonra ağlıyorsun.
Ağlamak o kadar kolay değil. Yapım aşaması saatlerce süren bir yemeği sindirdiğin gibi, on dakikada sindirebiliyorsun.
Tadı ne kadar güzel olsa da o yemeğin, normalde yalnız ağlardım. Sebepsiz yere gelen o yoğunluğu, birinin önünde yaşayabileceğim düşüncesi, kendimi, düşündüğümden daha zayıf hissetmeme yol açardı.
Ama dün öyle olmadı... Dün, hayatımda ilk kez, biri benim omzumda değil, ben bir adamın omzunda ağladım.
Evet bir erkeğin, bir adamın omzunda ağladım. Tanrının Adem'le Havva'yı yarattığı heteroseksüel dünyada, kendi cinsinden hoşlanan bir neandertal adamı imişim, bunu ilk kez bu kadar net anladım... Başkalarına söylemeyi bırak, kendine itiraf etmesi bile yıllar alan bu durumu, şimdi buraya yazarken, ellerimin azda olsa titremesi şaşırtıcı değil o yüzden.
Ama hiç bir kaygı önemli değil. Suratının en çirkin halini aldığı, duygularının en savunmasız hale büründüğü o "ağlama" eylemi sırasında, karşındakinin yüzüne bakınca, çıplak omzuna kafanı yaslayınca acının hafiflediğini fark etmek, hissedebildiğini hatırlamak, insan olduğuna inanmak, bütün o kaygıları, tıpkı bir sineğin elektrikli süpürgeyle çekilip, gene de canlı kalması gibi, bir anlığına çekip alıyor.
Annem böyle durumlarda, sineğin tekrar çıkacağını bildiğinden, elektrikli süpürgeyi balkona koyardı. Sinek o uzun borudan çıktığında dünyaya karışabilsin diye. Ya da en azından kendisini rahatsız etmesin diye.
İşte benim içinde, blogger'ın aylardır yazmadığım bu beyaz sayfası o dünya, şu siyah cümlecikler de süpürgenin içindeki sinekler oluyor.
Neyse ki parmaklarım elektrikli süpürge borusu kadar uzun değil...
27 Mayıs 2010 Perşembe
Gece gece düalizm saçmalamak.
22 Mayıs 2010 Cumartesi
BAŞ HARFLER SİZİNDİR
Can kırıkları
Ağzıma doluyor
Neler oluyor ?
Nasıl oldu bu kadar
Ah benim anüsüm dar
Bir bilsen ne kadar dar
Elim bile girmiyor
Rahat ol benim kadar
Lale
Am
Naber ?
Arkadaşlarımı severim
Menilerini yerim.
Yar bana yarrak bana
İzlendiğimi bilirim.
Yan bana yandım sana
İçimde sarı laleler
Cicek pazarında
İbne biriyim aslında.
12 Mayıs 2010 Çarşamba
This could be a headline
2 Mayıs 2010 Pazar
Tuvalet sırası.
1 Mayıs 2010 Cumartesi
Film arası.
27 Nisan 2010 Salı
Merhaba. Ben iç döken Can.
20 Nisan 2010 Salı
Esnerken titreyen çene kasları.
Bok bu, depremde açlıktan ölmeyesin diye yiyebileceğin bir şey değil. En son yediğin kuru fasülye taş çatlasa üçüncü "sıçıp-tekrar yiyiş"inde bütün işe yarar kısımlarını harcamış bir şekilde giricek midene.
Ama sidik öyle değil. İçenler varmış. Biliyorum. Çünkü 17 Ağustos depreminden helikopterli enkaz görüntüleri dışında aklımda kalan diğer bir şey bu. Hem ayrıca sidik yara da iyi geliyormuş.
"Kalp yarasına iyi gelmiyor be hacı!?" diyor ağzında yarım kalan bir cümlenin, ekşimsi tadını alan çocuk. Söylediği cümlede espri payı ölçülecek gibi değil. Ses tonu bunu büyük bir ciddiyetle söylediği konusunda benimle hem fikir. Arkadaşı ise espri olmasını istemiyormuşcasına "Ona da içki iyi gidiyor karşim!" diyor. Bu cümle bir yerde kullanılsa, adının altta belirtilmesini istercesine bir egoyla, mutluluğun verdiği kızarıklığı yanaklarında hissederek gülüşünü saklıyor arkadaşından.
Terbiyesiz.
Bu çocuk ölse, Facebook'taki 329 arkadaşından birisi gidip bunun adına grup açıcak allah bilir. Seni hiç unutmayacağız gibisinden bir tartışma başlığının altında, muhtemelen lise andaçlarına yazdıkları yada yazacakları şeylerden copy-paste yapacaklar. Ölümsüzleşecekti sonra bu da. Yıllar sonra, Facebook'un "dandik" diye nitelendirildiği zamanlarda, ölüm ilanlarına baktığınız zaman onun ismi belirecekti. Bir de gülen fotoğrafı.
"İyi dedin dostum. Ver ordan bir bira daha o zaman" diyor şimdi, yarıda kalan cümlesinin tadına alışan çocuk. Arkadaşı mutfağa kadar giderken, bir tane sigara daha yakmak için pakete uzanıyor. Az kalan sigara bir gerginlik ve bir belirsizlik hali, bakışlarına donuk bir şekilde yerleşiyor. Odaya gelen arkadaşı, onu ikilemden kurtarıyor "Al, iç sorun değil. Sabaha kadar açık tekel var" diyerek. Alıp sigarayı yakmadan önce şişeden yudum alıyor. Soğuk biranın ön dişlerinden birini sızlattığını saklamaya çalışıyor oda.
Saklanan ibneler nolacak...
Gizli gayler nolacak... desem daha bir az homofobik görünecektim. "Homofobik görünmek" aynaya baktığımda belli olurmuydu? Olursa neremden belli olurdu? Diye düşündüm. Sanırım burun deliklerimden dedim. Lakin homofobiklerin burnundan sümük sarkıyor. Böyle yeşilimsi, kuruyla yaş arası, minicik bişey. Üzerlerine yapışan bir leke gibi!!!
Üzerimde her hangi bir lekenin, her hangi bir kokusu yok. O kadar temizim ki, yolda yürürken gölgem şeffaflaşıyor. Gün ışığı bile içimden geçiyor. "Varlığın bu dünyada silikleşip gidecek bir gölgeden ibaret" diyor allah baba kulağıma kısık sesle.
Ağzındaki yarım kalan cümlenin tadını geri alan çocuk ise "Kapadokya'ya giderdim abi!" diyor e eşittir emce kareyi bulmuş gibi sevinerek. Arkadaşının anlamayan suratını görünce, üzerine de ekliyor: "Arabam olsaydı eğer." diye.
Mal.
15 Nisan 2010 Perşembe
Film izleyen neandertal adamı
Sonra Kısa otobüsten inen James, "I look back to things that were when i was 12 years old. I'm still looking for the same things now." diye yakınıyor. Fotoğraflarından arda kalan temiz suratlı çocukluğunu hatırlayıp belki...
İnsanın yaşamı boyunca en az gördüğü surat kendi suratı. Kendi suratının dahil olmadığı, kendi kokusunu flashback yaptıramadığı, başkalarının mimiklerinden, başkalarının kokularından oluşan bir hafıza. Hangi kısmı sana ait?
Kollarını, bacaklarını, biraz dikkatli bakarsan burnunu, tırnak kesişlerini gördüğün, penisinin işerken yada birisinin içine girerken izlediğin zamanları, kirlenip, dışarıdaki bütün kokuların kıllarında bıraktığı izleri kokladığın zamanları saymazsan sana ait ne var?
Cevap veremedim...
Dişim, doktorun ağzını kırdığı cam şişesinden, şırıngaya çekilen sıvıyla uyuştu. Acısızlıktan aldığım 3-5 saniyelik hazdan sonra, hissizliğin verdiği işlevsizlikten sıkıldım.
Sonra Paul Giamatti, "Mutlu olmaya ihtiyacım yok. Sadece acı çekmek istemiyorum" deyişi, doktorun ise ona "Dürüstçe, acı çekmeden yaşamanın yeterli olduğuna mı inanıyorsunuz?" sorusu geldi aklıma.
Gene cevap veremedim.
9 Nisan 2010 Cuma
Geciken borçlar yüzünden geciken yazı.
31 Mart 2010 Çarşamba
Mimlenmiş tavan arası.
30 Mart 2010 Salı
Banyo aynasının önünde parfüm sıkan insanlar.
Kabuk bu, der. Ancak ben kabuk olsam... karıncaları öperdim.
19 Mart 2010 Cuma
Koltuk altında kuruyan roll-on şeysi.
Bir de dikkatimi her on beş dakikada bir dağıtan, hala çürümediğine şaşırdığım, yarısı yenmiş mısır konservesi.
Üzerinde, "Açtıktan sonra, hava geçirmeyen bir kapta, 48 saat süreyle buzdolabında saklayınız" yazmasına rağmen, 4 gündür bilgisayar masasının üzerinde, günlerce bekleyen diğer şeyler (boş sigara paketleri, evden çıkarken almayı unuttuğum anahtarlar, nerden geldiğini bilmediğim bir adet toka, yarısı yakılmış tütsü) gibi, öylece bekliyor.
Çöp kutusuna fırlatılan kağıtları açmak -IV-
14 Mart 2010 Pazar
Gündüzleri lambaların odandaki rolü.
13 Mart 2010 Cumartesi
2012 filminde Ankara - Bakanlıklar'ın yıkıldığını görmek.
9 Mart 2010 Salı
Blog kaydım başarıyla yayınlanmış!
6 Mart 2010 Cumartesi
Ağladıktan sonra gelen baş ağrısı.
Arkamda dedesini dün kaybetmiş bir kız, gözleri şişik bir şekilde uyurken, odada yanlız kalmasın diye yere serdiğim yer yatağında, onun yattığı yatağa sırtımı verip, bağdaş kurduğum bacaklarımın üzerindeki laptopun kırılgan tuşlarına basıyorum. "O kadar kırılganlar ki bana kendimi hatırlatıyorlar" gibi, ortaokuldaki ticaret dersi kadar saçma bir cümleyi, ancak bu şekilde kurabiliyorum.
Çünkü o kadar kırılgan değilim.
Ancak sabahın altısında, polisiye bir diziyi izlerken, annemin horultusu dindikten sonra, beş saniyeliğine sebepsiz yere ağladığım aklıma geldikçe, "Acaba?" sorusu, kafamın içindeki diğer soruların yanına oturup, onlara selam veriyor. Uzun zamandır cevaplanmayı bekleyen diğer sorular, bu yeni soruya bıkkın suratlarla bakarken, acaba ortamın bürokratik havasını anında hissediyor. Ve gözleri kapı kenarlarındaki tabeleları arıyor.
Ortada tabela filan yok.
Hangi kapının ne için olduğunun bir öneminin olmadığı bu ortamda olan tek şey, saçma bir bekleyiş. Ağız kokuları, koyun postu kokuları, ekşi hamur gibi kokan ter kokuları eşliğinde uzun bir bekleyiş. Bu kokuların arasında ezilen, yeni ütülenmiş kumaş pantolonu kokusu ise, acabanın burnuna ulaşamıyacak kadar kapı arkasında. Kuyruk sokumları, kaba etlerine battıklarını hissettirdiklerinde ayağa kalkıp dolaşanlar, zayıf çaycının boş bardaklarla dönüşünü gördükten sonra ceplerindeki parayı elleyerek saymaya çalışırken beyaz duvara dalan insanlar, birbirlerinin suratında yakın bir akrabalarına olan benzerliklerini gören insanlar...
Hala cevap filan yok.
Kabuğundan çıkıp, kaldırımda farkedilmeden ezilmeyi bekleyen salyangozun antenleri kadar yavaş ve cıvık bir bekleyiş. Sekiz saati geçmiş uyku gibi.
Ama dünyanın en zeki adamı olduğunu söyleyen bir insanın dediğine göre, yanlız aptallar sekiz saat uyurmuş. Başarının yarısı o şeyi istemekten geçiyorsa eğer, gidip istediğin şeyi 4-5 saatlik uykunda görecekmişsin. Rüyanda.
Görürsün.
Peter Pan diyarında yaşadığımızı düşünen insanlarla çevriliyken vücudum, ister istemez, inanırsan olur düsturuna kapılıyorum. Elimde bir vibratör olduğuna inandırıyorum kendimi ve ardından ellerim titriyor He-man'in aslanı gibi. Çığlıklar içinde, ellerim havaya doğru kaçarken de bağırıyorum:
Gölgelerin gücü adına!
4 Mart 2010 Perşembe
Bu yazı hazırlanırken bir iki canlı zarar görmüştür.
Theme Design By : Blogger Theme